Başlıklar
RESULLER ve LİDERLER
Birçok hayvan türünde olduğu gibi insanlar da birlikte yaşar fakat hayvanlardan oluşan birlikteliklere “sürü”, insanların oluşturduğu birlikteliğe ise “toplum” denmektedir. Bu ayrımın temel sebebi, hayvanlar, yaşama ve üreme içgüdüsü ile topluluklar (sürüler) oluştururken insanların oluşturdukları toplumlarda (yaşama ve üreme içgüdüsü de olmakla beraber) bundan daha ötesi bulunmaktadır. Hayvan sürüleri ile insan topluluklarının biyolojik oluşumları neredeyse tıpatıp aynıdır. Her ikisi de dişi ve erkek bireylerin çiftleşmesi sonucunda gerçekleşen doğumlarla çoğalırlar. İnsan toplulukları ile hayvan sürüleri arasındaki fark da işte burada başlar.
Fiziksel açıdan bakıldığında dişi bir geyiğin hamile kalıp doğum yapması ile dişi bir insanın hamile kalıp doğum yapması arasında işlevsel açıdan biyolojik hiçbir fark yoktur. İnsanlardaki ve geyiklerdeki tüm doğumlar dişide bulunan yumurtanın eril birey tarafından döllenmesi ile başlayan bir sürecin sonucunda gerçekleşir fakat şu da var ki hiçbir hayvan bu biyolojik sürece soyut bir değer yüklemez. Bu yüzden oluşan hayvan sürüleri sadece biyolojik oluşum temellidir. Fakat insan bu biyolojik oluşuma soyut bir değer yükler ve toplumlar (küçükten büyüğe) sadece bu soyut değerlere göre oluşturulur. Toplulukların en küçüğü olan aile; dişil, eril ve bu ikisinin biyolojik çiftleşmesinden doğan çocuklardan oluşur ama bu toplulukta dişil bireye “anne”, eril bireye “baba”, ikisinden doğanlara da “evlatlar” denir. ‘Anne’, ‘baba’ ve ‘evlat’ kavramları her ne kadar biyolojik bir oluşum sonucu oluşmuşsa da bu kavramlara yüklenen değerler kesinlikle soyut değerlerdir. Hayvanlar kendilerini doğuran dişil bireylere ‘anne’ gibi soyut bir değer üzerinden değil yaşama içgüdüsü üzerinden davranış geliştirirler. Bu yüzden kendisini doğuran dişil bireye karşı ahlaki davranış kalıpları geliştirmezler. Bunun böyle olması doğal olandır çünkü hayvanların hiçbirinde soyut değerleri görebilecek, onları edinebilecek ve daha da önemlisi onlar üzerinden davranış kalıpları geliştirebilecek akıl yoktur.
Akıl ve iradenin manevi hayattaki rolü
İşte bu durum insan topluluklarını hayvan sürülerinden ayıran en temel özelliktir. Dikkat edilirse bu uzun paragrafı “İnsan topluluklarını hayvan sürülerinden ayıran en temel özellik akıl sahibi olmalarıdır.” şeklinde kısa bir cümle ile özetlememizin mümkün olduğu fark edilecektir. Fakat bizi böylesi uzun bir paragrafa yönelten şey tam da sırf akıllı varlık olmanın insan toplumlarını hayvan sürülerinden ayırmaya yetmeyeceğini belirtme ihtiyacıdır çünkü tek başına akıl, manevi açıdan insanı hayvandan ayırmaya veya manevi açıdan onu daha yüksek bir değere taşımaya yetmemektedir. Soyut değerler sahibi olmayan akıl, sadece insanın hayvana nispeten çok zayıf olan biyolojik eksikliğini kapatır. Yani soyut değerleri olmayan akıl, insanı hayvandan sadece biyolojik açıdan üstün konuma getirir, manevi değer açısından ise ondan farksız halde kalır.
Hayvanlar da insanlar da içgüdülerini sonradan edinmezler. Bunlar her ikisinde de doğuştan gelen özelliklerdir. Hem hayvanlar hem de insanlar dış duyular dediğimiz “görme, duyma, koklama, tatma ve dokunma” hislerini ve hem de iç duyular dediğimiz “sevme, korkma, ayırt etme, dürtü” gibi hislerini doğuştan alırlar. Yani dünyaya bunlarla bezenmiş halde gelirler. Bu yüzden hayvanlar ve insanlar korkma, sevme, yönelme, isteme vs. denilen şeylerin bizzat kendilerini değil, nelerden korkacaklarını, neleri seveceklerini, nelere yöneleceklerini, neleri isteyeceklerini sonradan öğrenirler veya edinirler.
Hayvanlar bunları sadece yaşama ve üreme içgüdüleri ile edinirlerken insanlar bunları manevi değerler üzerinden edinirler. Çünkü hayvanların aksine insanlara doğuştan fazladan üç şey verilmiştir:
• Akıl kuvvesi
• İrade kuvvesi
• Manevi değer edinme kuvvesi
Aslına bakılırsa bunların üçü de bir bütünün parçalanamaz cüzleridir. Bunlardan birinin olmaması durumunda diğerleri de hem işlevselliklerini hem de anlamlarını yitirmektedirler. İradesi olmayan bir aklın ve aklı olmayan bir iradenin anlamı olmayacağı gibi manevi değer sahibi olmayan bir aklın ve iradenin de hiçbir anlamı yoktur.
İlim çevrelerinde insanı hayvandan ayıran özelliklerin sadece ‘akıl’ ve ‘irade’ olduğu, bunların insana doğuştan verildiği söylenmektedir. Fakat bu kesinlikle doğru değildir, en azından eksiktir. Çünkü insan nasıl ki ‘akıl’ denilen kuvvenin bizzat kendisini sonradan öğrenmiyor ve o ona doğuştan veriliyorsa manevi değer edinme kuvvesi de insana doğuştan verilmektedir. Çünkü az önce de belirttiğimiz gibi akıl ve irade manevi değerler edinme kuvvesi olmadan hiçbir işe yaramaz.
İnsanı yaratan Yüce Allah, manevi değer sahibi olmayan akıl ve iradenin hayvanlardan farksız olduğunu ve hatta daha aşağı konumda olduğunu belirtmiştir (7/179). Akıl ve irade bilfiil olarak insanı manevi değer (buna “anlama” diyebiliriz) sahibi yapmak için varsa bu durumda hem aklın hem iradenin hem de manevi değer sahibi olma özelliğinin bil kuvve olarak insanda var olması gerekmektedir.
Toplumsal birlik ve ortak manevi değerler
İşte insan topluluklarını oluşturan ana temel de insanda bulunan bu özelliklerin fiili olarak kendisini göstermesi üzerinden kurulur. Hayvanların -neredeyse tamamında- kendisini doğuran dişil varlıklarla ilişkisi ömür boyu değildir. Hatta bazı hayvanlar kendilerini doğuran dişil bireylerle çiftleşmektedir. Fakat hangi inanç üzere olursa olsun veya hangi akıl üzere olursa olsun insanların kendilerini doğuran dişil bireylerle ilişkileri ömür boyudur. Hiçbir insan topluluğunda -hayvanlarda olduğu gibi- kendisini doğuran dişil birey bir yere kadar “kendisini doğuran dişil birey”, bir yerden sonra da “çiftleştiği dişil birey” olmamıştır. Tikel olarak bunun örnekleri olsa bile bu hem yok denecek kadar azdır hem de hiçbir toplumda bu durum normal karşılanmamış ve kabul görmemiştir.
İnancı olmayan bir ateist, taşlara tapan bir putperest, Buda’ya inanan bir Budist, Hristiyan bir Katolik, neye inanacağını bilmeyen Amazon’daki bir yerli veya her nerede her kim olursa olsun insan için anne annedir ve o hiçbir zaman çiftleşeceği dişil bir birey olmaz. İşte insan topluluklarının çekirdeği, nüvesi, başlangıç yeri tam da bu manevi değerdir. Bu manevi değerle kurulmaya başlayan insan toplulukları önce “baba, kardeş, teyze, dayı, amca, hala, yeğen, eş, eşin annesi-babası, eşin kızı-oğlu” gibi merkeze alınan ‘anne’ kelimesi etrafında küçük topluluklar oluşturur ve bu halka giderek genişler ve en sonunda aileler, sülaleler, kabileler, aşiretler, kavimler hâlini alarak toplum oluşturulur.
Bu saydıklarımız hangi toplum olursa olsun hukukun temelini oluşturur. Diğer hukukların tamamı bu temele yaslanarak meşruiyet kazanırlar. Hukuk dediğimiz şeyin bizzat kendisi bile manevi değerler üzerine kurulmaktadır. Çünkü yalan, aldatma, hile, iftira, huzursuzluk, düzensizlik, kaos vb. gibi kötü, iyilik, cesaret, fedakârlık, huzur, düzenlilik vb. gibi soyut kavramlar, evlilik, doğum, alışveriş, miras vb. gibi somut hal durumları, cinayet, hırsızlık, darp, zina, içki içmek gibi eylemler ancak manevi bir temel varsa veya manevi bir üst değer varsa bir anlam kazanırlar. Mesela, hayvanların birbirini öldürüp yemesine asla cinayet ve yamyamlık denmemektedir. Çünkü hayvanların yapılarında manevi değerler üzerine topluluk oluşturmak veya davranış geliştirmek gibi bir kuvve (potansiyel) bulunmamaktadır. Bir sincabın başka bir sincabın sakladığı kışlık yiyecekleri çalmasına ‘hırsızlık’, herhangi bir evlilik bağı olmadan yaptıkları cinsel ilişkiye ‘zina’, aynı dişil bireyden doğan hayvanların birbirleriyle çiftleşmesine ‘ensest ilişki’, ulu orta ihtiyaçlarını gidermelerine ‘ayıp’ denmemektedir. Bu durum onlarda sadece akıl ve irade eksikliğinden kaynaklanmamaktadır, aynı zamanda akıl ve irade sahibi olmanın zorunluluğu olan manevi değerler edinme kuvvesinden yoksun olmalarından kaynaklanmaktadır.
Bu kadar uzun açıklamayı şu kısa cümleyi ispat için yaptık: “İnsan toplulukları hayvan sürülerinden farklı olarak akıl, irade ve manevi değerler üzerine oluşur.” Bu kısa cümleyi ise bundan sonra söyleyeceklerimiz için kurduk.
Akıl, irade ve manevi değerler ancak ve ancak doğruluğu hususunda en küçük bir şüphenin olmayacağı kesin bilgiler varsa anlam kazanır ve sürdürülebilir bir değer haline gelirler. Bir kişinin, annesi olarak bildiği kişi hakkında, onun kendisini doğurmadığı hususunda şüphe duyması veya yanlış bilgiye sahip olması durumunda ‘annelik’ denilen manevi değer ya oluşmayacak ya da yanlış oluşacaktır. Bir kişinin babasının babası olduğu hususunda şüphe duyması durumunda ‘babalık’ denilen manevi değer kesinlikle oluşmayacaktır. Kesin olmayan bu tür somut bilgiler bile ‘aile’ denilen en küçük toplumun temellerini sarsmaya yetecektir.
Bir toplumun bireyler veya küçük topluluklar olarak soyut değerler sahibi olmaları toplumun oluşmasında yeterli değildir. Toplumu oluşturan şey, toplumu oluşturan bireylerin tamamının aynı soyut değerler üzerinde ittifak etmeleridir. Bireyleri veya toplumları soyut değerler üzerinde ittifak ettiren şey ise üzerinde ittifak edilmesi gereken soyut değerlerin zanni bilgiler üzerinden değil, inanç oluşturacak kadar kesin ve net bilgiler üzerinden tarif ve tanımının yapılmasıdır. Üstelik bu tanımın toplumun tüm katmanları tarafından ulaşılabilir, anlaşılabilir, tekrarlanabilir ve edinilebilir olması gerekmektedir. Tanımları karışık, değişken, herkes tarafından tekrarlanamaz ve herkes tarafından edinilemez olan soyut değerlerle oluşmuş toplumlar her zaman için toplum değil, kalabalık ve hatta sürü olmaktan kurtulamayacaklardır. Böylesi toplumlarda ilişkiler anlaşılamaz, öngörülemez ve göreceli olacaktır.
Toplumu toplum yapan bireysel veya toplumsal soyut (manevi) değerlerin zanni bilgiler üzerine temellendirilmesi insanların çoğunluğunu, gücü elinde bulunduran merkezlerin kulu, kölesi veya üzerinde deney yaptığı deney faresi haline çevirecektir.
Zanni bilgiler insanın akıl yapısında doğal olarak bir tereddüdün oluşmasına neden olacaktır. Çünkü ‘zan’ denilen şey milyonda bir de olsa aksi bulunan, başka bir seçeneği olan bilgi demektir ve bu tür bilgi asla insanda kesin bir inanca yani kesin bir soyut değere dönüşmez. İnsanların oluşturduğu toplumlar, tüm toplumun şu veya bu şekilde ittifak ettiği ve herkes için bağlayıcı olan bir üst değerde buluşması sonucunda oluşurlar. Fakat her zaman için bu üst değerin kendisinden alındığı bir ideoloji, inanç, düşünce sistemi veya felsefe olmak zorundadır. Kullanılan terminolojiye göre farklı şekilde isimlendirilen bu üst değer Kur’an tarafından “din” kelimesi ile ifade edilmiştir. Kur’an’a göre toplumları oluşturan üst manevi değer her ne ise o toplumun dini de odur. ‘Din’ kelimesi çok yanlış bir şekilde “emirler ve nehiyler” olarak bilinmektedir. Fakat ‘din’ dediğimiz şey kurallar, yasaklar, ödüller ve cezalar değildir. Bunlar inanılan dinden kaynaklanan daha doğrusu inanılan din referans alınarak verilen hükümlerdir. Din, hükümlerin toplamı değildir. Din, hükümlerin ve hatta hükmedenlerin meşruiyet kazandığı üst değerdir. Toplumun üzerinde ittifak ettiği üst değerin “felsefe, ideoloji veya rejim” olarak adlandırılması o şeyi işlevsel açıdan ‘din’ olmaktan çıkarmaz.
İşte resuller, bireysel olarak insanı doğru manevi (soyut) değerler sahibi haline getirme, manevi değerler sahibi olan insanları da vazgeçilmesi imkânsız bir üst değer etrafında ittifak ettirerek toplum hâline getirme kapasitesi olan “risaleti” insanlara getiren liderlerdir. Resullerin getirdiği bilgilerin tamamı kesin bilgilerdir. Bu yüzden o bilgilerin cümleleri ‘ayetün beyyinatun’ olarak adlandırılmış, bu yüzden ‘beyyinat’ olan cümlelerden oluşmuş kitap ‘nur, huden, fasl, zikr, sultan, burhan’ olarak tarif edilmiştir. Bu kavramların tamamı zannın zerresi buluşmamış bilgiyi ifade ederler. İçinde tek bir tane bile zanni bilgi olan bir kitap ne ‘burhan’ ne ‘beyyinat’ ne ‘nur’ ne de ‘zikir’ olarak adlandırılır.
Resuller rehberlik ve risaletin etkisi
Az önce bir toplumu toplum yapan üst değerin kesinlik ifade eden, zannilikten uzak, herkese açık, ulaşılabilir, tekrarlanabilir, edinilebilir yapıda olması gerektiğini ifade etmiştik. Dahası bu üst değerin toplumdaki hukuku ortaya çıkaran tüm soyut (manevi) değerlerin referansı olması gerektiğini ve bu referanslarla oluşan hukukun da en az referans noktası kadar kesin ve değişmez yapıda olması gerektiğini söylemiştik. İnsanlığın elinde bu özellikleri bünyesinde toplayan tek belge vardır: Kur’an.
Yazılı halde elimizde bulunan bu Kur’an, ilkinden sonuncusuna kadar tüm resullerin insanlığa ulaştırdığı risaletin ta kendisidir. Bizzat resullerin kendisi bile anlamlarını bu risaletin kendisinden almaktadırlar ki ‘resul’ kelimesinin bizzat kendisi bile soyut (manevi) bir değerdir. Yani ‘resul’ kelimesinin referansı da risaletin kendisidir. İşte bu durum risaleti, manevi değerlerin kendisinden alındığı en üst değer, resulleri ise bu manevi değerleri insanlara ulaştıran liderler hâline getirmektedir. Kendisini ‘mümin’ olarak tanımlayan toplumların en üst değeri risalet, liderleri ise resuller değilse, o toplum kendisini ‘mümin’ olarak tanımlasa da sabah akşam Kur’an okusa da hatta şer’i hükümleri uygulasa da “mümin toplum” değildir.
Kurucu liderinin Yüce Allah’ın gönderdiği risalete savaş açtığı, kurumlarının tamamen zanni bilgileri temel aldığı, kanun koyup manevi değer belirleyenlerin “Allah” denmesini bile zül addeden toplumların bireylerinin tek tek mümin olması böylesi toplumları mümin toplum yapmaya yetmemektedir hatta bu terazide hiçbir değer taşımamaktadır. Yine genel bir yanılgı olarak ahirette verilecek hesabın bireysel hesaplar olduğu sanılmaktadır. Oysa ahirette kurulacak mahkeme hem bireysel hem de toplumsal olarak hesaba çekecek bir mahkemedir. Her toplum kendi üst değerini temsil eden kurucu liderlerinin arkasında hizalanacak ve buna göre toplumsal hesabını verecektir. Bu toplumların içindeki iyilerin kurtulması bireysel hareketleri üzerinden değil, toplumsal katkıları üzerinden ölçülmesine bağlı olacaktır. İyi insanların kötü manevi değerleri referans olarak almış, buna göre hükümlerin kendisine göre verildiği alt manevi değerleri oluşturmuş toplumlara ne yönde katkı sağladıkları kesinlikle dikkate alınacak ve zümreler buna göre ayrıştırılacaktır. Bu dünyada kendilerini kötü manevi değerler edinmiş toplumlarından ayrıştırmayanlar öteki dünyada da ayrıştırılmayacaktır. Bu dünyada, toplumlarının ittifak ettiği kötü üst değerlerden kendisini ayrıştırmış, o değerleri referans olarak kabul etmeyip kötü yönde toplumlarına katkı sunmamış, bu katkılara karşı durmuş ve her türlü bedeli ödeyerek risaletin üst değerinin vazgeçilmez konumunu elinden geldiği kadar diliyle, eliyle, hayatıyla ifade etmiş olanlar ahirette ayrıştırılacaktır.
İnandığını iddia ettiği risalet için rahatını ön plana alarak kılını kıpırdatmayanlar için ahirette kimse kılını kıpırdatmayacaktır. Bu dünyanın geçici değerlerini kaybetmemek için silik, tekinsiz, oynak, kararsız karakterlere dönüşenler ahirette de silik kalacaktır.
Müminlik iddiasında bulunduğu halde ‘lider’ dendiğinde aklına üç beş çapulcunun “atam” dediği “manevi değerleri yok eden, soysuz ve seviyesiz ahmakça bilgileri ‘üst değer’ diye topluma dayatan” kişilerin geldiği ezik karakterli yani Firavun’un tahtını kutsayıp Musa ödülü bekleyen kişilerin olduğu bir toplumda yaşıyoruz.
İnsanlığın elindeki tek ‘beyyinat’ olan Kur’an’ı “eksik, tutarsız, aktüel değerini yitirmiş” bir kitap olarak tanıttığı halde kendisine ‘İbrahim’ gibi davranılmasını bekleyen ilahiyatçı lümpenlerin olduğu bir toplumda yaşıyoruz.
İçinde tek bir kez olsa dahî “Allah” kelamı geçmeyen anayasaların oluşturduğu kurumların içinde Allah resulünün hiçbir kınayıcının kınamasından korkmadan tevhidi haykırdığı minbere çıkıp tağutlar tarafından ellerine tutuşturulan kâğıttan okuyarak Allah resulünün sünnetini savunduğunu söyleyip ‘Ebubekr, Ömer, Ali, Bilal, Habbab, Musab’ saygınlığı bekleyen din görevlilerinin olduğu bir toplumda yaşıyoruz.
Yüce Allah’ı görmeme zeminine konuşlandırılmış bilgilere ‘beyyinat’, Yüce Allah’ın gönderdiği ‘beyyinat’a zanni bilgiler muamelesi yaparak din anlattığı halde belamlığı dini bir kariyer hâline getirip kendisine ‘Süleyman’ değeri biçen sahtekarların olduğu bir toplumda yaşıyoruz.
Meydanlarını, okullarını, işyerlerini ve bulabildiği her boşluğa ve en önemlisi kafasının içine binlerce put diktiği halde kendisini ‘put kıran İbrahim’ olarak pazarlayan müşriklerin olduğu bir toplumda yaşıyoruz.
Günümüz toplumunda risalete bağlılık ve uygulama
Metnini, icâzını, anlamını, değerini terk ettiği halde koltuğunun altına sıkıştırdığı Kur’an ile Kur’an’cılık oynayan Kur’an düşmanlarının ‘Kur’an dostu’ gibi görünerek ‘resul’ rolü kestiği bir toplumda yaşıyoruz.
Her bir resulü bir daha birleşmeyecek şekilde diğerlerinden ayırıp parçaladığı halde risalet havariliği yapan cambazların olduğu bir toplumda yaşıyoruz.
Mümin olduklarını iddia ettikleri halde Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyi “zül, ahmaklık, seviyesizlik” olarak görüp her türlü kafirin hükmünü tek kurtuluş çaresi olarak görüp onlara dört elle sarılan yöneticilerin olduğu bir toplumda yaşıyoruz.
Müşrikliğin diplerinde gezindiği halde kendilerini ‘tevhidin zirvesi’ olarak takdim edenlerin olduğu bir toplumda yaşıyoruz.
“Kur’an’daki Allah’a değil, kendi hayalimdeki Allah’a inanırım.” dediği halde ‘Allah sevdası’ anlatan ahmakların olduğu bir toplumda yaşıyoruz.
Bu toplumun üst değerleri ile bir kavgamız yoksa, bu toplumun alt değerlerinden bir rahatsızlık duymuyorsak, bu gidişata karşı elimizden geleni yapmıyorsak bu toplum ahirette hangi liderin arkasında ve hangi vaziyette olacaksa biz de orada ve o vaziyette olacağız demektir.
Ahirette Yüce Allah’ın bizi bu toplumun içinden çekip ayırmasını istiyorsak biz de bizi biz yapan manevi değerimize (risalete) sımsıkı sarılıp aklımızı, irademizi ve hayatımızı onun dediği istikamete yöneltmek zorundayız. Buna dair ödenecek tüm bedeller, ahirette ödenecek bedellerin yanında tüy kadar hafif kalır.