Rivayet Olan Kiraatler Ve Kanit Degerleri

RİVAYET OLAN KIRAATLER ve KANIT DEĞERLERİ

Farklı kıraatler ve kanıt değeri

Aslına bakılırsa hem FARKLI KIRAATLER olduğuna dair rivayetler hem de bizzat 20 kıraatin bize kadar gelmiş olması bizim tüm görüşlerimizi tartışmasız bir şekilde İSPAT eden delillerdir. Üstelik bu kıraatlerin (doğru-yanlış oluşları değil) nesnel olarak günümüze TEVATÜR yoluyla gelmiş olmaları bizim görüşlerimizi YAKİN bilgi haline getirir.

Her şeyden önce farklı okuyuşlara cevaz verildiğine dair rivayetler ancak farklı okuyuşların referans olarak aldıkları bir ‘asıl’ olması durumunda geçerlidir çünkü böyle bir referans noktası olmazsa yanlış okumalar bile ‘farklı kıraatler’ sınıfına dahil olur çünkü o farklı okuyuşun kıraatten mi yoksa yanlışlıktan mı olduğunu kim nereden bilebilir ki.

Nitekim bırakın şu an mevcut kıraatleri, bu kıraatlerin 20 ile sınırlandırılmasından önce 70 imama atfedilen yüzlerce farklı okuyuşun olduğuna dair rivayetler de vardır. Bunlar, isnadı olan kıraatlerdir. Bir de halk arasında olan ama hiçbir isnadı bulunmayan kıraatleri de göz önüne aldığımızda sayının 700 ve hatta 7000 olması işten bile değildir. Bu yüzden ister farklı kıraat olsun isterse de kıraatte hata/lahn olsun, sıhhatinin tespiti için hepsine referans olacak bir sabitenin olması şarttır. Bu sabitenin noktasız ve harekesiz olması şu sabit değeri verir: Hiçbir kıraat bu metnin HEYETİ ile çelişemez.

Böylelikle anlamı inşa eden ASIL değer hususunda tam bir birliktelik sağlanır, yoksa heyetle çelişen bir kıraatin mümkün olabileceğini varsaymak zorunda kalırız ama bu durumda hiçbir sabit değer kalmaz.

Farklı heyetler öneren (mesela İbn Mesud kıraati gibi) kıraatlerin bir sened zinciri ile yani rivayet yolu ile Allah resulüne bağlanmasının kabul edilmesi durumunda ise daha büyük bir facia ortaya çıkar (ki zaten çıkmış). Bu facia ZANNİ bilginin ESAS, asli bilginin ise FER olmasıdır.

Zannî bilginin yöntemsel sonuçları

Zanni bilginin asıl olması durumunda ise bunu bir yöntem alma zorunluluğu doğar ki bu durumda ne tarihi bilgilere ne arkeolojik bilgilere ne yorumlara ne de başka bir şeye YANLIŞ deme imkânı asla kalmaz, tam tersi yanlışı ve doğruyu belirleyen onlar olur. Mesela, arkeologlar ve tarihçiler (seküler olanlar), Mısır tarihinde Yusuf, Yakup, Musa, Harun (Esbat zaten yok) diye birilerinin hatta İsrailoğulları diye birilerinin yaşadığına dair hiçbir kanıt olmadığını dolayısıyla bunların dinlerin uydurduğu hayali kişilikler olabileceğini söylemektedirler. Eğer Kur’an’ın kıraatinin belirlenmesinde zanni bilgi temel alınmış ve kıraatin yanlışlığı ve doğruluğu o rivayet üzerinden belirlenmişse bu bilginin doğrulanması için bir yöntem olduğu anlamına gelir ve bu yöntemi arkeologların ve tarihçilerin söylediklerine karşı da kullanmazsanız bu durumda en basit tanımla iki yüzlü ve yanlı bir davranış geliştirmiş olursunuz.

Zannımca Müslüman-Yahudi-Hıristiyan tarihçilerin AKADEMİYA’da kabul görmemesinin sebebi tam da bu olsa gerek çünkü bu dindarlar kendi içlerinde bilgi edinme yöntemi olarak ZAN’ı esas, aslı da FER olarak alıyorlar ama iş onların kendi kaynakları dışındaki rivayetlere gelince iki yüzlü davranarak aynı yöntemle gelmiş bilgilere değer vermiyorlar. Yani bu dindarlar sekülerlerin bilgi edinme yöntemlerinin aynısını kullanıyorlar ama bunu sekülerler yapınca kabul etmiyorlar… Yani yanlı davranıyorlar. Bu yüzden yani yanlı davrandıkları için AKADEMİYA çevresinden kabul görmüyorlar.

Hem Yahudilerin elindeki kitap hem Müslümanların elindeki kitap Mısır tarihi ile ilgili hiçbir arkeoloğun ve hiçbir tarihçinin ulaşamayacağı zenginlikte bilgiler veriyor ama buna rağmen arkeologlar ve tarihçiler buna değer vermiyorlar. Sekülerlerin yanlı olmadıklarını söylemiyorum, elbette onlar da yanlı ama en azından iki yüzlü değiller. Kendi yöntemlerini her yerde uyguluyorlar. Yoksa sırf arkeolojik buluntu veya tarihsel belge açısından meseleye yaklaşılsa bile insan türünün elinde bütünlüğünü koruyarak hem de tevatür yollarla günümüze kadar gelmiş en değerli belge Kur’an’dır. Yani bilimsel değeri çok yüksek bir kanıttır.

İşte, zanni bilgi üzerinden kıraat tespitinin yöntemsel açıdan açmazları burasıdır.

Bize gelince: Farklı kıraatlere dair rivayetlerin tamamı içerik olarak bizim söylemlerimizin en büyük delilleri olabilecek kadar önemlidir fakat içerik olarak bizi desteklese bile eğer ki biz “Kur’an ASIL, rivayet FER’dir.” diyorsak bunların bizim yöntemimizdeki yeri KANIT değeri olan bilgi değildir çünkü hem o farklı okuyuşlara dair elimizde TEVATÜR yoluyla gelmiş bir belge yoktur hem de hepsinin isnad zinciri HABER-İ VÂHİD’dir.

Rivayetler, tevatür ve delil değeri

Noktasız ve harekesiz savaş anlaşmaları veya mektuplar günümüze kadar ulaşmıştır, bu kesin fakat bizim yöntemimiz açısından onların da kanıt değeri yoktur çünkü onların da günümüze kadar gelişi TEVATÜREN değildir.

Allah resulünün sağa sola mektup yazdığını söyleyen rivayetler haber-i vâhid’dir. Bu haber-i vâhide uyan bir mektubun bulunması hem haberi hem de o mektubu YAKİN yani BURHANİ delil haline getirmez. Eğer o mektuplar TEVATÜREN günümüze gelseydi durum değişirdi fakat mektupların TEVATÜR haline getirilmesi de mümkündür. Şöyle ki eğer yalan üzerine birleşmesi mümkün olmayan farklı kaynaklardan bu mektupların içeriği doğrulanırsa o zaman o mektuplar da YAKİN bilgi olur.

Mesela, Mukavkıs’a yazılan mektubu ele alalım: Böylesi bir mektubun varlığı Müslümanlar tarafından haber verilmektedir. Aynı mektubun olduğunu hem İran kaynakları hem de İran dışındaki kaynaklar da desteklerse bu durumda mektup giderek tevatür derecesine yükselir ama bu da yeterli değildir. Aktarılan bilgilerin kaynaklarının birbirinden habersiz ve bağımsız olması gerekmektedir. Diyelim ki İranlılar da mektubu teyit ettiler, bu onu tevatür yapmaya yetmez çünkü İranlıların verdiği haber de haber-i vahid’dir ama bu onu MEŞHUR eder.

Meşhur haber haber-i vahid’den daha güçlüdür ama o da ZANNİDİR.

Kavramlar: