Başlıklar
SÂD 17-26. AYET – DAVUT’A GELEN DAVACILAR KISSASI
(Bu yazı 25.07.2022 tarihli çalışmadan derlenmiştir.)
Sâd suresindeki DAVUT’A GELEN DAVACILAR kıssası ulema tarafından en fazla yoruma tabi tutulmuş kıssalardan biridir. Bu kıssada geçen “DAĞLARIN VE KUŞLARIN DAVUT İLE BİRLİKTE TESPİH ETMESİ” meselesini “çözdük” demesek bile “ÇÖZÜLEBİLİR OLDUĞUNU ANLADIK.” diyebilirim fakat bu işin sadece küçük bir kısmıdır, aynı kıssa bağlamında şu ayetlerde anlatılan şeyler de çözülmesi zor meseleler olarak günümüze kadar gelmiştir.
(Sâd 38/20-21-22-23-24)
وَشَدَدْنَا مُلْكَهُ وَاٰتَيْنَاهُ الْحِكْمَةَ وَفَصْلَ الْخِطَابِ
وَهَلْ اَتٰيكَ نَبَؤُ۬ا الْخَصْمِۢ اِذْ تَسَوَّرُوا الْمِحْرَابَۙ
اِذْ دَخَلُوا عَلٰى دَاوُ۫دَ فَفَزِعَ مِنْهُمْ قَالُوا لَا تَخَفْۚ خَصْمَانِ بَغٰى بَعْضُنَا عَلٰى بَعْضٍ فَاحْكُمْ بَيْنَنَا بِالْحَقِّ وَلَا تُشْطِطْ وَاهْدِنَٓا اِلٰى سَوَٓاءِ الصِّرَاطِ
اِنَّ هٰذَٓا اَخ۪ي لَهُ تِسْعٌ وَتِسْعُونَ نَعْجَةً وَلِيَ نَعْجَةٌ وَاحِدَةٌ فَقَالَ اَكْفِلْن۪يهَا وَعَزَّن۪ي فِي الْخِطَابِ
قَالَ لَقَدْ ظَلَمَكَ بِسُؤَالِ نَعْجَتِكَ اِلٰى نِعَاجِه۪ۜ وَاِنَّ كَث۪يرًا مِنَ الْخُلَطَٓاءِ لَيَبْغ۪ي بَعْضُهُمْ عَلٰى بَعْضٍ اِلَّا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ وَقَل۪يلٌ مَا هُمْۜ وَظَنَّ دَاوُ۫دُ اَنَّمَا فَتَنَّاهُ فَاسْتَغْفَرَ رَبَّهُ وَخَرَّ رَاكِعًا وَاَنَابَ
Bu ayetlere şu şekilde meal verilmiştir:
20. Onun hükümranlığını kuvvetlendirmiş, ona hikmet ve güzel konuşma vermiştik.
21, 22. (Ey Muhammed!), Sana davacıların haberi ulaştı mı? Mâbedin duvarına tırmanıp, Davut’un yanına girmişlerdi de Dâvud onlardan korkmuştu. “Korkma! Biz birbirine hasım iki davacıyız, aramızda adaletle hükmet, haksızlık etme; bize doğru yolu göster.” dediler.
23. (Onlardan biri şöyle dedi:) Bu, kardeşimdir. Onun doksan dokuz koyunu var. Benimse bir tek koyunum var. Böyle iken “Onu da bana ver.” dedi ve tartışmada beni yendi.
24. Davut: Andolsun ki, senin koyununu kendi koyunlarına katmak istemekle sana haksızlıkta bulunmuştur. Doğrusu ortakçıların çoğu, birbirlerinin haklarına tecavüz ederler. Yalnız iman edip de iyi işler yapanlar müstesna. Bunlar da ne kadar az! dedi. Davut, kendisini denediğimizi sandı ve Rabbinden mağfiret dileyerek eğilip secdeye kapandı, tevbe edip Allah’a yöneldi.
Bu ayetlerin en sonunda DAVUT’un rükûa kapanıp af dilemesinden anlıyoruz ki burada Davut’un bir hata yaptığı anlatılmaktadır. Nitekim 25. ayette ‘ĞAFARNA LEHU ZELİKE’ denmektedir. Eğer affedilecek bir hatası olmasaydı ne Davut af diler ne de o affedilirdi.
Meseleyi ortaya koyan DAVACILARIN sözlerine ve DAVUT’UN sözlerine baktığımızda ortada af dilenecek bir şey yok gibi gözükmektedir. Bunu gören müfessirlerin hemen hepsi DAVUT’un af dilediği kusurunun “karşı tarafı dinlememek” olduğunu söylemişlerdir fakat sözlerin akışından, DAVACI olan tarafın sözleri bittikten sonra VELEV Kİ DAVUT karşı tarafa söz vermemiş olsun, davalının ağzını tutan mı var ki o hiç konuşmamaktadır ve hiç itiraz etmemektedir.
Ayetlerde anlatılan şeyi bir mahkeme olarak görsek –ki öyle, burada yapılan tek hata sadece USULİ bir hatadır yani mahkeme sırasında hâkimin uyması gereken PROSESLERDEN biri yapılmamıştır. Kaldı ki DAVUT’un söyleminde verdiği TEK HÜKÜM “Senin koyununu kendi koyununa katmayı istemekle haksızlık etmiştir.” cümlesidir. Dikkat edelim bu cümlede tek günah “İSTEMEK”tir, “istemek” mahkemeye taşınacak bir suç değildir. Bunu görmezden gelsek bile ortada DAVUT’un davanın sonucunda taraflara “Sana şu ceza hükmünü, sana da şu mükafat hükmünü veriyorum.” şeklinde verdiği hiçbir hüküm yoktur.
Öte yandan davalıların anlattığı bu olay tamamen kurgudur yani aslında davalı ile davacı arasında bölüşülemeyen bir koyun yoktur çünkü böyle bir olay yoktur. Olayın bir kurgu olduğu 24. ayette geçen şu cümleden gayet açık bir şekilde anlaşılmaktadır: وَظَنَّ دَاوُ۫دُ اَنَّمَا فَتَنَّاهُ (ve zanne dâvûdu ennemâ fetennâhu)
Bu cümlede geçen ‘FETENNE’ kelimesi meal ve tefsir uleması tarafından “DENEMEK, SINAMAK” şeklinde anlamlandırılmıştır.
Meallere göre cümlenin anlamı; “DAVUT KENDİSİNİ SERT BİR ŞEKİLDE İMTİHAN ETTİĞİMİZİ ANLADI.”dır.
Cümledeki ‘ZANNE’ kelimesi “‘aynel ve ilmel yakin’ olmamakla beraber bir şeyin belirtilen yönde anlaşıldığı” anlamındadır.
Olay kurgu ise –ki öyle, DAVUT NEDEN AF DİLEDİ VE NEDEN AFFEDİLDİ?
SÂD suresindeki Davut kıssasının dizaynı şu şekildedir ve önce şöyle söylenmektedir:
İsbir ‘alâ mâ yekûlûne veżkur ‘abdenâ dâvûde żâ-l-eyd(i) innehu evvâb(un)
İnnâ seḣḣarnâ-lcibâle me’ahu yusebbihne bil’aşiyyi vel-işrâk(i)
Ve-ttayra mahşûra(ten)(s) kullun lehu evvâb(un)
Ve şedednâ mulkehu ve âteynâhu-lhikmete vefasle-lḣitâb(i)
Davut kıssasının bağlamı ve imtihan kavramı
Bu dört ayette Davut hakkında tanıtıcı ve tanımlayıcı bilgiler veriliyor. Bu bilgilerin verilme sebebi 17. ayette kendisine ‘İSBİR’ (“diren”) denilen bir resule Davut’un hatırlatılmasıdır.
Davut bahsi bu bağlamla ve bu amaçla açılmaktadır. Bu ayetlerde DAVUT için getirilen tanımlayıcı ve tanıtıcı bilgilerin tamamı bir “hikâye etme” değildir, tam tersi “Sabret!” denilen resule bir tavır aldırmak içindir.
Ayetlerin devamında ise bu sefer “Sabret!” denilen resule DAVUT’un kıssası hem şu soruyla anlatılmaya başlanmaktadır:
Vehel etâke nebeu-lḣasmi iż tesevverû-lmihrâb(e)
Bundan sonrası mahkidir, aynı zamanda kurgudur. Peki, imtihan bunun neresindedir?
Meallerde “imtihan etmek” anlamı verilen ‘FETENNE’ kelimesinin anlamı şu şekildedir: “cezbetmek, hoşuna gitmek, kendisine çekmek, şaşırtmak, yoldan çıkarmak, yakmak, kaliteyi ölçmek için eritmek”
Kelimeye ister “cezbetmek” isterse “imtihan etmek” manası verilsin her ikisinin de içeriği şu şekildedir:
“CEZBETMEK” – Bir kişiyi albenisi olan şeyler kullanarak dikkatini ve ilgisini başka yöne çekmek.
“İMTİHAN ETMEK” – Eğitimden geçirilmiş bir kişinin eğitildiği mevzuları öğrenip öğrenmediğini anlamak için öğretilmiş şeylerin önüne dikkatini başka yöne çekecek şeyler koyarak sınamak.
Öğretmen olanlar bu dediğimi daha iyi anlar. Öğretilen şeylerin önüne dikkati başka yöne çekecek şeyler koymak ya da öğretilmiş şeyleri başka şeylerin içine yerleştirerek öğrencinin onu bulmasını sağlamaktır imtihan.
Mesela, önce sıfatı müşebbeheleri, kurallarını, kalıplarını, cümle içinde nasıl tanınacağını, benzerleri ile arasındaki farklarını vs. öğretirsiniz, sonra da öğrettiğiniz kişinin konuyu öğrenip öğrenmediğini veya ne derecede öğrendiğini anlamak için sıfatı müşebbeheleri zor seçilecek bir cümle veya bir paragraf içinde kullanırsınız yani aslında öğrenciyi başka şeylere cezbetmeye çalışırsınız, hatta özellikle çok karıştırılan mevzularla ilgili sorular hazırlarsınız.
Şimdi, tespitlerime göre işte DAVUT tam da böyle bir imtihana tâbi tutulmaktadır. Bu imtihan öyle acayip bir imtihandır ki soru verilmekte ama cevap verilmemekte, sadece Davut’un cevap verdiğini ama bu cevabın da yanlış olduğu, sonradan bu yanlışını fark ettiği ve bundan dolayı bağışlanma dilediği anlatılmaktadır.
İşte bu durum sadece Davut’un imtihanı olmamakta aynı zamanda kıssayı okuyan herkesin de imtihanı olmaktadır.
Şu soru hep sorulmuş: DAVUT NE İLE İMTİHAN EDİLDİ, NEYİ YANLIŞ YAPTI VE NİÇİN AF DİLEDİ?
İşte size imtihan. Şimdi bu imtihanın doğru cevabı elde ettiklerime göre ŞUDUR: Davacıların kıssası anlatılmadan önce DAVUT’A şunlar veriliyor ve şunlar sağlanıyor:
- O ‘ZEL EYD’DİR VE ‘EVVAB’DIR.
- KENDİSİYLE BERABER OLAN TOPLULUKLAR VE KENDİLERİ TANINMAMAKLA BERABER HER BİR TARAFTAN ONA GELEN, BİLİNEN YOLCULUĞU YAPTIĞI İÇİN TANINAN YOLCULARIN İSTİHDAM EDİLMESİ.
- ‘MÜLK’ÜNÜN SAĞLAMLAŞTIRILMASI.
- ONA ‘HİKMET’ VERİLMESİ.
- ONA ‘FASLEL HİTAP’ VERİLMESİ.
Bu sayılanlara baktığımızda Davut için yapılan şeyler ve Davut’a verilen şeyler olduğunu görmekteyiz. Yapılan şeylerde imtihan olmaz çünkü orada yapılan şeylere karşılık vermek vardır veya yoktur ki bu daima günceldir ve her an yapılanlara nasıl karşılık verildiğini görmek mümkündür ama verilen şeylerde imtihan olur, hele bu verilen şeyler ‘Hikmet’ ve ‘faslel hitap’ gibi SÖZLE alakalı şeylerse.
‘Hikmet’ konusunda da sınav olmaz çünkü ‘hikmet’ zaten sözün kuralıdır öyleyse imtihan konusu olacak tek konu vardır: ‘Faslel hitap’
Bunlardan sonra anlatılan olayın kurgu olduğunu belirtmiştik yani nasıl ki Türkçe dersinde Türkçe ile alakalı şeyler bir yazarın bir paragrafı üzerinden soruluyorsa burada da ‘FASLEL HİTAP’ kurgulanmış bir olay üzerinden sorulmaktadır.
Kurgulanan olaya bakalım, hatta önce Davut’un söylediklerine bakalım:
قَالَ لَقَدْ ظَلَمَكَ بِسُؤَالِ نَعْجَتِكَ اِلٰى نِعَاجِه۪ۜ وَاِنَّ كَث۪يرًا مِنَ الْخُلَطَٓاءِ لَيَبْغ۪ي بَعْضُهُمْ عَلٰى بَعْضٍ اِلَّا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ وَقَل۪يلٌ مَا هُمْۜ (Sâd 38/24)
Kâle lekad zalemeke bisu-âli na’cetike ilâ ni’âcih(i) ve-inne keśîran mine-lḣuletâ-i leyebġî ba’duhum ‘alâ ba’din illâ-lleżîne âmenû ve’amilû-ssâlihâti ve kalîlun mâ hum
Davut’un kurduğu tek cümle budur ve bu cümle ile diğerlerinin anlattığı olaylar arasında bir çelişki olmalıdır, Davut’un af dileyeceği bir çelişki veya yanlış. DAVUT’UN bu cümlesinden, anlatılan olayı nasıl anladığı anlaşılmaktadır. Davut bu cümleden dolayı af dilemiştir.
Davalıların anlattıkları bir imtihandır yani Davut kendisine verilenler hakkında imtihan edilmektedir.
İż deḣalû ‘alâ dâvûde fefezi’a minhum kâlû lâ teḣaf ḣasmâni beġâ ba’dunâ ‘alâ ba’din fahkum beynenâ bilhakki velâ tuştit vehdinâ ilâ sevâ-i-ssirât(i)
İnne hâżâ eḣî lehu tis’un ve tis’ûne na’ceten veliye na’cetun vâhidetun fekâle ekfilnîhâ ve’azzenî fî-lḣitâb(i)
İşte bu cümlelerde DAVUT’UN anlamadığı ve anlamadığı için de yanlış şeyler söylediği bir şeyler olmalı. Bu adamların söyledikleri ile Davut’un dediklerini karşılaştıralım.
Bu adamların söyledikleri:
- BU BENİM DOKSANDOKUZ KOYUNU OLAN KARDEŞİMDİR.
اِنَّ هٰذَٓا اَخ۪ي لَهُ تِسْعٌ وَتِسْعُونَ نَعْجَةً وَلِيَ نَعْجَةٌ وَاحِدَةٌ (İnne hâżâ eḣî lehu tis’un ve tis’ûne na’ceten veliye na’cetun vâhidetun)
- BENİM İSE BİR TEK KOYUNUM VAR. وَلِيَ نَعْجَةٌ وَاحِدَةٌ (veliye na’cetun vâhidetun)
- DEDİ Kİ “ONUN BAKIMINI BANA VER.” فَقَالَ اَكْفِلْن۪يهَا (fekâle ekfilnîhâ)
- HİTAPTA BANA ÜSTÜN OLDU. وَعَزَّن۪ي فِي الْخِطَابِ (ve’azzenî fî-lḣitâb(i))
Davut’un söyledikleri:
- SENİN BİR TEK KOYUNUNU KOYUNLARINA KATMAYI İSTEMEKLE SANA HAKSIZLIK ETMİŞ. لَقَدْ ظَلَمَكَ بِسُؤَالِ نَعْجَتِكَ اِلٰى نِعَاجِه۪ۜ (lekad zalemeke bisu-âli na’cetike ilâ ni’âcih(i))
- HULATA OLANLARIN ÇOĞU BİRBİRLERİNE KARŞI SINIRLARI AŞARLAR.
وَاِنَّ كَث۪يرًا مِنَ الْخُلَطَٓاءِ لَيَبْغ۪ي بَعْضُهُمْ عَلٰى بَعْضٍ (ve-inne keśîran mine-lḣuletâ-i leyebġî ba’duhum ‘alâ ba’din)
- ANCAK GÜVENİLENLER VE DURUMUN GEREĞİNİ DOSDOĞRU YAPANLAR HARİÇ ONLAR DA AMMA AZDIR. اِلَّا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ وَقَل۪يلٌ مَا هُمْۜ (illâ-lleżîne âmenû ve’amilû-ssâlihâti ve kalîlun mâ hum)
Bunlardan hemen sonra şu söyleniyor: DAVUT ONUN DİKKATİNİ BAŞKA YÖNE ÇEKTİĞİMİZİ (soruyu karıştırıp, meseleyi ne kadar anladığını anlamak için imtihan ettiğimizi) ANLADI.
وَظَنَّ دَاوُ۫دُ اَنَّمَا فَتَنَّاهُ (ve zanne dâvûdu ennemâ fetennâhu)
İmtihanın konusu ‘FASLEL HİTAP’.
İŞTE İMTİHAN TAM DA ONLAR: ‘FASLEL HİTAP’
Davacıların cümlelerinde birçok hata var. Bu hatalar davacının tam olarak neyden davacı olduğunun anlaşılmamasına sebep oluyor. Unutmayalım ki bunların hepsi kurgu.
Davut قَالَ لَقَدْ ظَلَمَكَ بِسُؤَالِ نَعْجَتِكَ اِلٰى ِعَاجِه۪ۜ (Kâle lekad zalemeke bisu-âli na’cetike ilâ ni’âcih(i)) cümlesini kurmazdan önce –ki bu cümlede yargı yanlışı var, sözün anlaşılırlığını sağlamalıydı.
Davut’un cümlesindeki yanlış şudur. ‘Bİ SUELİ’ kelimesi “İSTEMEKLE” anlamındadır. “İSTEMEK” bir şeyi yapmak değildir ama Davut buna rağmen ظَلَمَكَ (zalemeke) demiştir.
“SENİ ÖLDÜRMEK İSTİYOR.” cümlesinden “SENİ ÖLDÜRDÜ.” çıkmaz.
Henüz koyunlar birbirine katılmamış, sadece istenmiş. Bunun yanında davacı kişi “BİR TEK KOYUNUM VAR.” demiyor. نَعْجَةٌ وَاحِدَةٌ (na’cetun vâhidetun) diyor. SAYI, SAYILANDAN SONRA GELİRSE SAYI OLMAZ, SIFAT OLUR yani davacı “Benim bir tek koyunum var.” demiyor, “Benim BENZERSİZ, EŞSİZ / NEVİ ŞAHSINA MÜNHASIR bir KOYUN türüm var.” diyor.
DAVUT bu adamların anlattıklarından onların ‘HULATAİ’ olduğunu anlıyor. ‘HULATA’ kelimesinin anlamı şudur. Ayetteki الْخُلَطَٓاءِ (hulatai) kavramı fiil olarak sulasi mücerred kökünde: “katmak, karıştırmak, harmanlamak, bir şeyi başka bir şeye katmak veya başka şeyle karıştırmak, üremesi için hayvanları çiftleştirmek” gibi manalara gelmektedir. خلية (halitun) kelimesinin çoğulu olan الْخُلَطَٓاءِ (hulatai) kelimesi ise “ortakçı, su veya yol gibi taksimi imkansız şeylerde aynı haklara ortak olma, mülkiyet ortağı, dost, arkadaş, ortak, malı başkasına karışan kişi, karışım, karışık, melez” gibi anlamlara gelmektedir.
DAVACI ADAM, Davut’un ‘faslel hitab’ı anlayıp anlamadığını imtihan ediyor, bilerek söze dikkat etmeyenin yanlış anlamasına sebep olacak şeyler karıştırıyor.
O ‘NACETUN VAHİDETÜN’ diyor; Davut ‘VAHİDETÜN NACETUN’ anlıyor. Onlar فَاحْكُمْ بَيْنَنَا بِالْحَقِّ (fahkum beynenâ bilhakki) diyor. Bunu diyen kişiler ardından وَلَا تُشْطِطْ (velâ tuştit) diyor. Bu iki şey asla birbiriyle uyuşmuyor, davacı melezleştirmekten bahsediyor, dahası davacının elindeki koyun türü sadece müennes’tir yani her halükârda melezleşecek.
Adam, kardeşinin فَقَالَ اَكْفِلْن۪يهَا (fekâle ekfilnîhâ) dediğini diyor. Bu “KOYUNLARINI BANA VER.” anlamında değil, “BENİ ONA BAKICI YAP. / BENİ ONA KEFİL YAP.” anlamındadır.
İLAHİ BİR YOLLA KENDİSİNE ‘FASLEL HİTAP’ VERİLMİŞ, ‘HİKMET’ VERİLMİŞ, HÜKMÜNE BOYUN EĞİLEN BİRİNİN BU KADAR SÖZ HATASINI GÖRMEMİŞ OLMASI TAM DA ÖZÜR DİLENECEK BİR DAVRANIŞTIR.
BU KADAR SÖZ HATASINA VE ORTADA İŞLENMİŞ BİR ZULÜM OLMAMASINA RAĞMEN HEM DE TEKİDLE ‘LEKAD ZALEMEKE’ DENMESİ TAM DA ÖZÜR DİLENECEK BİR DAVRANIŞTIR.
ADAM وَعَزَّن۪ي فِي الْخِطَابِ (ve’azzenî fî-lḣitâb(i)) diyor yani “SADECE SÖZDE BANA ÜSTÜN OLDU.” Öyleyse niye خَصْمَانِ بَغٰى بَعْضُنَا عَلٰى بَعْضٍ (ḣasmâni beġâ ba’dunâ ‘alâ ba’din) diyorsun demesi lazımken kalkıp ‘ZALAMEKE’ demek tam da özür dilenecek bir davranıştır.
Üstelik خَصْمَانِ بَغٰى بَعْضُنَا عَلٰى بَعْضٍ (ḣasmâni beġâ ba’dunâ ‘alâ ba’din) cümlesi GRAMER olarak da yanlıştır çünkü ‘EL’ takısı olmadan gelen nekira müptedaları TEHİR ETMEK VACİPTİR. Tehir edilmez ise kendisinden sonraki cümleler sıfat olur ve cümle sadece müpteda ve sıfat olarak kalır, “Haberi nerede?” diye sormak lazım gelir.
خَصْمَانِ بَغٰى بَعْضُنَا عَلٰى بَعْضٍ (ḣasmâni beġâ ba’dunâ ‘alâ ba’din) cümlesi OLDUĞU GİBİ MÜPTEDADIR, HABERİ YOKTUR.
Faslel hitap ve ifade yapısı
Müfessirlerin “Burada MAHZUF bir NAHNU var.” demesi imtihanı görmemek, kurguyu gerçek yerine koymaktır. Bu kıssadaki gramer hatalarını aslında hepsi de görmüş; mesela bakın Zemahşerî bu hataları nasıl düzeltmiş:
- Bu bir kurgudur.
- Bu kurgu imtihandır.
- İmtihanın konusu ‘hikmet’ ve ‘faslel hitap’tır.
- Anlatımda ‘faslel hitap’ve ‘hikmet’ sahibinin birazcık dikkatle kolayca tespit edebileceği birçok anlatım bozukluğu ve yanlış kelime seçimi vardır.
- Kurguyu anlatan cümleler özellikle bu şekilde kurulmuştur.
- Müfessirler kurgu olduğu açıkça belirtilen olayı hakikat olarak almışlardır. (Gerçi Zemahşerî de kurgu olduğunu söylemektedir ama bunu es geçip olayı Davut’un komutanının karısına göz koymasına getirmektedir.)
Önce Davut ve komutanın karısı ile ilgili anlatılan hikayelere sert bir şekilde “Bunları bırakın bir resul hakkında olmasını normal salih bir mümin hakkında bile anlatmak son derece çirkindir.” diyerek mahkûm ediyor ama hemen arkasından şunu diyor:
Yani bu hikayelerin birçok tarafı uydurma ama DAVUT’UN, GÖZ KOYDUĞU KADININ KOCASINA “KARINI BOŞA.” DEMESİ DOĞRU(!) Bir de utanmadan “Hepsi bu kadar.” demez mi! Güya paşamız Davut’a atılan iftiralara karşı çıktı!
Zemahşerî de bu olaya “kurgu” demektedir ama ona göre bu kurgu komutanın karısına göz koymaktan vazgeçirmek için temsili olarak anlatılmıştır yani Davut’un, komutanı URİYA’nın karısına göz koyduğunda hiçbir şüphesi yok. Melekler de onu bundan vazgeçirmek, hatasını ona göstermek için meseleyi KOYUN üzerinden sembolleştirerek anlatıyorlar. “Neden bunu açıkça yapmıyorlar?” sorusunu da soruyor üstelik!
EDEBİ BİR KINAMA ÜSLUBUYMUŞ(!), daha etkiliymiş(!) Adam DAVUT’U Uriya’nın karısının peşine illa takacak!
Davut kıssası anlatıldıktan sonra şöyle denmesi bu tespitimizi desteklemektedir:
Yâ dâvûdu innâ ce’alnâke ḣalîfeten fî-l-ardi fahkum beyne-nnâsi bilhakki velâ tettebi’i-lhevâ feyudilleke ‘an sebîli(A)llâh(i) inne-lleżîne yadillûne ‘an sebîli(A)llâhi lehum ‘ażâbun şedîdun bimâ nesû yevme-lhisâb(i)
Sınav amaçlı kurulan bu cümlelerde hata olduğunu tespit ettiğimiz “ifade bozukluklarının” Kur’an’ın bize hikmet öğretmek amaçlı kurduğu özel cümlelerdir. İmtihan edilen sadece Davut değil, kıyamete kadar okuyan herkestir. Davacılar aslında davacı değiller, aslında koyun yok, aslında aralarında böyle bir şey yok. Bu kurgunun amacı Davut’un ona verilen ‘hikmet’ ve ‘faslel hitap’a ne kadar vakıf olduğunu ya da olmadığını göstermek (ona kendi kapasitesinin gösterilmesi) çünkü halife ilan edilecek yani o hilafetten önceki son duraktadır.
Söylenen sözde gramer hatası diyeceğimiz bir şey yok, hata gramerde değil, gramerle elde edilen bilginin hayat ile bağını kurmadadır, üstelik SORU SORANLARIN CÜMLELERİNDE HATA ARANMAZ çünkü o sorular sorudur. “BENİ GELİNCE AYAĞA KALKTI.” diye bir cümle kurduktan sonra “Bu cümledeki anlatım bozukluğunu bulunuz.” demek nasıl hata değilse onların kurdukları cümlelerde de hata yok, imtihan var.
MADEM Davut af diledi, bu onun başarısız olduğu, hata yaptığı anlamına gelirse neden bu hatasına rağmen halife kılındı?
- İMTİHAN EDİLDİĞİ ONA SÖYLENMEDİ O KENDİSİ ANLADI. Bunu anlamasına sebep olan şey ise kendisine söylenen cümlelerdeki isnadın hayat ile isnadını açıkça kurmanın imkânsız olduğunu anlamasıdır. Hatasını anladı ama bunu ‘ZALEMEKE’ demeden anlamalıydı.
- Hangi hataları yaptığı da kendisine söylenmedi, bunları da yine kendisi anladı, bu bir başarıdır. Davut’un tek hatası söyleniş biçiminden kurgu olduğu her halinden belli olan bir olayı HAKİKAT SANMASI ve birazcık geç ayıkması. Ona bu hatayı yaptıran şey, hüküm vermek için olmazsa olmaz olan ‘hikmet’i ve ‘faslel hitab’ı en başta ön plana çıkarmaması.
Bugün insanların mahkemelerinde hâkimlerin yaptığı şey tam da ‘faslel hitap’tır. Karşısında bir sanık vardır, ona karşı söylenen iddialar vardır, onun savunmaları vardır ve deliler vardır. Bir hâkim en sonunda delillere göre karar vermez, VİCDANINDA OLUŞAN KANAATE GÖRE KARAR VERİR, ona vicdanında oluşan kanaati ‘faslel hitap’ sağlar.
Birbirinin aynısı olan iki cümle kuracağım:
E.Ö. dedi ki “RAMAZAN DEMİR KABADIR.”
R.D. dedi ki “RAMAZAN DEMİR KABADIR.”
Bu sözün her ikisi de aynıdır ama biri yalan biri doğrudur. Bu sözü söyleyenlerden hangisinin yalan hangisinin doğru söylediğinin anlaşılması bu sözlerin hayatla isnadını kurmaya bağlıdır. Her ikisi de aynı olan sözün hayatla isnadı aynı yere, aynı olaya, aynı amaca, aynı bağlama ait değildir.
Bir sözün doğruluğu, o sözün karşılığı olan hayatın o sözle %100 uyuşmasına bağlıdır. Doğru bir sözün isnadı doğru yere ve doğru bağlama yapılmaz ise dosdoğru bile olsa o söz yalandır.
اِذَا جَٓاءَكَ الْمُنَافِقُونَ قَالُوا نَشْهَدُ اِنَّكَ لَرَسُولُ اللّٰ (İżâ câeke-lmunâfikûne kâlû neşhedu inneke lerasûlu(A)llâh)
Bu sözün çıktığı ağızın sahibi olanların hayatında bu sözün bir karşılığı yoktur daha doğrusu karşılığı ağızlarından çıkanla hiç uyuşmamaktadır, bu yüzden söz doğru olsa bile söyleyen yalancıdır. İşte bu ‘faslel hitap’tır.
Peki, اِذَا جَٓاءَكَ الْمُنَافِقُونَ قَالُوا نَشْهَدُ اِنَّكَ لَرَسُولُ اللّٰ (İżâ câeke-lmunâfikûne kâlû neşhedu inneke lerasûlu(A)llâh) sözünü söyleyen münafıkların hayatlarını bilmesek, haklarında hiçbir şey bilmesek sadece söyledikleri bu doğru sözden onların yalancı olduklarını çıkarabilir miyiz? Kesinlikle çıkarırız. Cümlede bir gramer bozukluğu yoktur, nahiv açısından hiçbir eksiği yoktur ve söz de dosdoğru bir sözdür. O halde nasıl biz bu adamların sadece bu sözünü duymakla yalancı olduklarını çıkarabiliriz ki?
Kur’an’ı anlamaya çalışan herkes için Kur’an’ın cümlelerinden çıkan nahiv veya anlam soruları hakikaten bir armağandır. Şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki Sâd suresindeki DAVUT kıssasındaki bu özellik Kur’an okumalarına dehşet bir genişlik kazandıracaktır.
Ve şedednâ mulkehu ve âteynâhu-lhikmete vefasle-lḣitâb(i)
Bu ayette meal ve tefsirlerin “Mülkünü/iktidarını/hakimiyetini güçlendirdik.” anlamı verdiği ‘ŞEDEDNA MULKEHU’ ne demek? Yani mülkü/iktidarı/hakimiyeti nasıl güçlendirdiler? Oy sayısını mı artırdılar? Davut partisinin üye sayısını mı artırdılar? Halkları Davut’un krallığına ikna mı ettiler? BU İFADEDEN NE ANLAYACAĞIZ?
Şu üç şeye alıcı gözüyle bir bakalım:
- ‘MÜLK’
- ‘HİKMET’
- ‘FASLEL HİTAP’
Bunlardan ‘Mülk’, ‘şededna’ yapılmış. ‘ŞEDEDNA’ fiiline verilecek anlam ‘MÜLK’ kelimesinin anlamını da belirleyecek ya onu soyut bir hakimiyete ya da somut bir hakimiyet alanına çevirecek.
‘Hikmet’ ve ‘Faslel hitap’ verilmiş şeyler fakat çok tuhaf çünkü aslına bakılırsa ‘Mülk’ün verilmesi ‘hikmet’ ve ‘faslel hitab’ın ‘şededna’ yapılması lazım. ‘Hikmet’ ve ‘Faslel hitap’ somut şeyler değil ki verilsin.
SÂD suresinde geçen Davut kıssasının DİZAYNINA baktığımızda Kıssa anlatılırken geriden ileriye doğru değil, ileriden geriye doğru anlatılıyor:
İsbir ‘alâ mâ yekûlûne veżkur ‘abdenâ dâvûde żâ-l-eyd(i)(s) innehu evvâb(un)
İnnâ seḣḣarnâ-lcibâle me’ahu yusebbihne bil’aşiyyi vel-işrâk(i)
Ve-ttayra mahşûra(ten) kullun lehu evvâb(un)
Ve şedednâ mulkehu ve âteynâhu-lhikmete vefasle-lḣitâb(i)
Davut’la ilgili anlatılan bu durumlar ona verilenler, ‘şedadna’ yapılan ‘mülk’ü, davacılar olayından önce değil SONRA. ‘HEL ETEKE NEBEUL HASMİ’ dedikten sonra iki defa kullanılan İZ edatları bunun delilidir.
‘EYD’ SAHİBİ DAVUT KULUMUZU AKLINDAN ÇIKARMA / HATIRLA.
Davacılar kıssasında ‘EYD’ sahibi bir Davut resmi çıkmıyor, tam tersi ‘EYD’ sahibi haline bu kıssadan sonra getiriliyor.
Yâ dâvûdu innâ ce’alnâke ḣalîfeten fî-l-ardi fahkum beyne-nnâsi bilhakki velâ tettebi’i-lhevâ feyudilleke ‘an sebîli(A)llâh(i) inne-lleżîne yadillûne ‘an sebîli(A)llâhi lehum ‘ażâbun şedîdun bimâ nesû yevme-lhisâb(i)
Mülk kavramı ve şedadna tartışması
‘CEALNA’ + ‘KE FİL ARD’. Bu Davut’un TAYİNİDİR ve bu tayin davacılar kıssasından sonra oluyor ve “AKLINDAN ÇIKARMA” dedikleri DAVUT işte bu DAVUT.
Davacılar kıssasının bitişine dikkat ettiğimizde yine tuhaf bir durum var:
Kâle lekad zalemeke bisu-âli na’cetike ilâ ni’âcih(i) ve-inne keśîran mine-lḣuletâ-i leyebġî ba’duhum ‘alâ ba’din illâ-lleżîne âmenû ve’amilû-ssâlihâti ve kalîlun mâ hum ve zanne dâvûdu ennemâ fetennâhu festaġfera rabbehu ve ḣarra râki’an ve enâb(e)
Bu ayetin en sonunda şöyle deniyor: وَظَنَّ دَاوُ۫دُ اَنَّمَا فَتَنَّاهُ فَاسْتَغْفَرَ رَبَّهُ (ve zanne dâvûdu ennemâ fetennâhu festaġfera rabbehu)
DAVUT, BİZİM ONU DENEDİĞİMİZİ ANLADI. RABBİNE AF TALEBİNDE BULUNDU.
İmtihan eden “BİZ”, af talebinde bulunulan ‘RABBEHU’.
Feġafernâ lehu żâlik(e) ve-inne lehu ‘indenâ lezulfâ ve husne meâb(in)
AFFEDEN “BİZ”.
Davut kendisini NAHNULARIN imtihan ettiğini anlıyor ama hepsinden değil RABBİNDEN af talebinde bulunuyor fakat tuhaf bir şekilde rabbi değil de NAHNULAR onu affediyor.
Bundan sonra da ona ‘İNNE CEALNEKE HALİFATEN FİL ARD’ deniliyor.
İşte Davut’un ‘ŞEDADNA’ yapılan ‘MÜLK’Ü bu olsa gerektir çünkü ‘mülk’ ile ilişkilendirebileceğimiz tek kavram ‘HALİFE’ kavramıdır. PEKİ, BU NASIL ŞEDEDNA YAPILIYOR?
Bu sorunun cevabı SÂD suresindeki kıssada anlatılan olayların daha öncesini bize anlatan başka bir DAVUT kıssasında yatıyor. Adres vereyim; KUR’AN ÜLKESİNİN, BAKARA ŞEHRİNDEKİ, DAVUT MAHALLESİNİN, 248 NOLU CADDESİNDEKİ, İLK EVDE GEÇEN ŞU CÜMLE:
اِنَّ اٰيَةَ مُلْكِه۪ٓ اَنْ يَأْتِيَكُمُ التَّابُوتُ ف۪يهِ (inne âyete mulkihi en ye/tiyekumu-ttâbûtu fîhi)
ONUN MÜLKÜNÜN AYETİ, İÇİNDE MUSA VE HARUN ÂLİNİN TEREKESİ BULUNAN, MELEKLERİN TAŞIDIĞI TABUTUN SİZE GELMESİDİR.
Bu söz TALUT için söyleniyor. BU TABUT TALUT’UN MÜLKÜNÜN AYETİ OLARAK GELİYOR MU?
el-CEVAP: TALUT’A GELMİYOR çünkü o ve beraberindeki müminler şöyle diyor:
فَلَمَّا جَاوَزَهُ هُوَ وَالَّذ۪ينَ اٰمَنُوا مَعَهُۙ قَالُوا لَا (felemmâ câvezehu huve velleżîne âmenû me’ahu kâlû lâ)
BUGÜN, CALUT VE ORDUSUNA KARŞI TAKATIMIZ YOK.
Ama yine onların içinden başka bir grup için şöyle deniliyor: قَالَ الَّذ۪ينَ يَظُنُّونَ اَنَّهُمْ مُلَاقُوا (kâle-lleżîne yazunnûne ennehum mulâkû)
Şimdi kıssanın devamında TALUT ordusunun içinde DAVUT’un olduğunu da anlıyoruz. Davut bu iki grubun hangisinin içinde?
CALUT’U öldüren DAVUT olduğuna göre SABREDEN, ALLAH’IN İZNİYLE GALİB GELEN AZICIK YİĞİTLERİN ARASINDA.
Bu olay SÂD suresindeki DAVUT kıssasından önce yaşanan bir olay ve Bakara suresindeki DAVUT kıssası da şöyle bitiyor:
وَقَتَلَ دَاوُ۫دُ جَالُوتَ وَاٰتٰيهُ اللّٰهُ الْمُلْكَ وَالْحِكْمَةَ وَعَلَّمَهُ مِمَّا يَشَٓاءُۜ (vekatele dâvûdu câlûte veâtâhu(A)llâhu-lmulke velhikmete ve’allemehu mimmâ yeşâ(u))
Musa ve Davut ayrımının gerekçeleri
DAVUT CALUT’U ÖLDÜRDÜ, BUNUN ÜZERİNE ALLAH ONA MÜLK VE HİKMET VERDİ, ONA DİLEDİĞİ ŞEYLERDEN ÖĞRETTİ.
ALLAH DAVUT’A MÜLKÜ NASIL VERDİ?
HİKMET DAVUT’A NASIL VERİLDİ?
DAVUT’A NE ÖĞRETİLDİ?
Onun mülkünün ayeti, İÇİNDE …….. BULUNAN TABUT’UN SİZE GELMESİDİR.
SÂD suresinde ‘ŞEDADNA MÜLKEHU’ deniliyor yani Allah ‘mülk’ü vermiş, NAHNULAR ‘şedadna’ yapmış. NAHNULAR ALLAHIN VERDİĞİ ‘MÜLK’Ü NASIL ‘ŞEDADNA’ YAPARLAR?
Şu cümleyi söyleyip gerisini size bırakıyorum. DAVUT KISSALARININ TAMAMINDA ‘DAVUT’ VE ‘VAHY’ KELİMESİ YAN YANA HEMEN HEMEN HİÇ KULLANILMAZ. Davut’la ilgili şeylerin tamamında kullanılan şey ‘ETAYNAHU’ fiilidir. NEDEN?
İnnâ evhaynâ ileyke kemâ evhaynâ ilâ nûhin ve-nnebiyyîne min ba’dih(i)(c) veevhaynâ ilâ ibrâhîme ve-ismâ’île ve-ishâka veya’kûbe vel-esbâti ve’îsâ veeyyûbe veyûnuse vehârûne vesuleymân(e)(c) veâteynâ dâvûde zebûrâ(n)
Bu ayette “SANA VAHYETTİĞİMİZ GİBİ NUH’A VE ONDAN SONRA GELEN NEBİLERE DE VAHYETTİK.” dendikten sonra İBRAHİM, İSMAİL, İSHAK, YAKUP, ESBAT, İSA, EYYÜB, YUNUS, HARUN, SÜLEYMAN sayılıyor ama iş Davut’a gelince ‘VE ETAYNA DAVUTE ZEBURA’ deniliyor yani ‘EVHAYNA’ fiili ile Davut’un ilişiği kesiliyor.
Aynı ayetin hemen devamında Musa da sayılanlardan ayrıştırılıyor:
Ve rusulen kad kasasnâhum ‘aleyke min kablu ve rusulen lem naksushum ‘aleyk(e) ve kellema(A)llâhu mûsâ teklîmâ(n)
Metnin bütünlüğü ve sonuç çıkarımları
Bu iki resulün bu şekilde ayrıştırılmasının sebebi nedir?
Biri ‘KELLEMALLAHU MUSA TEKLİMEN’ cümlesiyle, diğeri ‘VE ETAYNA DAVUT’A ZEBURA’ cümlesiyle diğerlerinden ayrıştırılıyor, üstelik kronolojik sıralamada bu ikisi birbirinin devamıdır. NEDEN İKİSİ DİĞERLERİNDEN AYRIŞTIRILIYOR?
Daha önce ‘KELLEMALLAHU MUSA’ cümlesi üzerinde durmuş, burada “Allah, Musa ile karşılıklı konuştu.” denmediğini belirtmiştik. PEKİ NEDİR?
Tefil babının özelliklerinden birisi hatta en belirgini ve hatta Kur’an’da en fazla kullanılanı, FİİLİN KASTETTİĞİ ANLAMI MEFULE NİSPET ETMEK.
‘Kezzebe’ … Onu yalana nispet etti.
‘Saddaka’ … Onu doğruya nispet etti.
Bu ikisini şöyle anlamalıyız: ONU YALAN/DOĞRU SAHİBİ YAPTI.
‘KELLEMELLEHU MUSA’ … Musa’yı KELAM sahibi yaptı / kelama nispet etti / KELAMLANDIRDI.
‘VEHLUL UKDETEN MİN LİSANİ’ diyen Musa ağzındaki dili mi kastediyor?
Musa ‘LİSANİ’ (benim lisanım) diyor. Bu “ağızdaki dil” anlamında asla değildir. Bu durumda MUSA’NIN LİSANI NEDİR? MUSA HANGİ LİSANA “BENİM LİSANIM.” DİYOR?
Şöyle bir hikâye oluşturup empati yapalım. Yıllar yılı Allah’ın kitabını okudunuz. Ne geçmişte ne de gününüzde hiçbir sultanın o Kur’an’dan hiç korkmadığını gördünüz hatta en azılı zalim bile en sapık fırkalar bile o elinizdeki Kur’an’dan çok rahat bir şekilde delil bulduğunu gördünüz. Oluşturulan fıkıhların hemen hepsinin Allah’a ve onun resulüne dayandırıldığını ama bunların tamamının insanı İSLAM’A güvenmeye değil de güvenmemeye sevk ettiğini gördünüz. Muaviye de Kur’an okudu, Harun Reşid de Kur’an okudu, mutezile de hariciler de Kur’an okudu, İbni Arabi de Seyyid Kutup da Kur’an okudu AMA hepsi bambaşka yollar çizdi. Kur’an’dan çıkarılan toplum düzenleri, anayasalar, fıkıhlar, kelamlar karşı saldırılara yetersiz kaldı ve onların bu yetersizliğinin sebebi Kur’an’a yüklendi. İşte böylesi bir Kur’an’la karşılaştınız. SONRAA…
Sonra biri çıkıp “Yahu bu ‘Kur’an’ dediğiniz Kur’an değil; bunlar kıraat, Kur’an’ın aslı noktasız ve harekesizdir.” dedi. Aklınızı başınızdan alan bu acayip slogan iç dünyanızı alt üst etti ama beraberinde DEVASA bir sorunu da getirdi çünkü tüm yeryüzünde NOKTASIZ VE HAREKESİZ metni öğrenebileceğiniz HİÇ KİMSE YOK.
DAHA sonra O NOKTASIZ VE HAREKESİZ LİSANIN SİZİN ATA LİSANINIZ, TÜM SOYUNUZUN LİSANI, RİSALETİN DEĞİŞMEZ LİSANI OLDUĞUNU ÖĞRENDİNİZ. Nasıl dua edersiniz?
‘VEHLÜL UKDETEN LİSANİ’ … Çünkü bilirsiniz ki eğer ATA diliniz üzerindeki bağları çözmedikten sonra o lisanla size gelen her şey ya bir mealdir ya da birinin anladıklarını size anlatmasıdır.
Firavun(lar) sadece İbrahim, İshak, ismail, Yakup, Yusuf, Esbat’tan gelen kitaptan farklı mezhepler, farklı şeriatlar çıkarmakla YETİNMEDİLER, bir de o kitabın dilini DÜĞÜMLEDİLER.
Kitaptaki yazının üstüne, altına konulan her nokta ve hareke O YAZININ NOKTAYI VE HAREKEYİ KOYANIN ANLAYIŞINA DÜĞÜMLENMESİ/BAĞLANMASIDIR.
Biri çıkar harekesiz olan yazının üstüne sadece bir MERFU işareti koyar, karşınızdaki cümle “ALLAH KİMİ SAPTIRIRSA…” haline geliverir. Tarih boyunca kimse O DÜĞÜMÜ GÖRMEZ hatta onu düğüm olarak bile görmez ama cümlenin ortaya çıkardığı anlam onları kıvrım kıvrım kıvrandırır. “Allah neden saptırsın?” sorusunu tarih boyunca sorarlar. Akılları sıra soruyu cevaplamışlardır ama verdikleri her cevap aslında ifadenin üzerindeki DÜĞÜMÜ daha da sıkı yapmaktan başka hiçbir işe yaramamıştır; üstelik en başlarda soru bir taneyken tarih içinde verilen sözde cevaplar soruları bine, milyona çıkarmıştır.
Şu anda bizler de uzaktan baktığımız noktasız ve harekesiz Kur’an için rabbimize “LİSANIMIZDAKİ DÜĞÜMÜ ÇÖZ.” diye dua etmiyor muyuz?
‘MEHLÜL UKDETEN MİN LİSANİ YEFKAHU KAVLİ’ … Dilimdeki bağı çöz ki beni anlasınlar.
Ne yani Musa, o yaşa gelene kadar kimse senin konuşmalarını anlamıyor muydu?
Firavun’un sarayında dolaşırken kimse senin ne dediğini bilmiyor muydu?
Adam öldürdüğünde kimse seni anlamıyor muydu?
Daha önce kurduğun cümlelerde ne demek istediğini kimse çözemiyor muydu?
Hadi Firavun ve avenesi çözemedi, 10 yıl Medyen’de kaldın, evlendin, çoluk çocuğa karıştın; kimse senin konuşmalarını anlamadı mı?
O ihtiyara başından geçenleri anlattığında cümlelerin bozuk, dilin kekeme, sözlerindeki isnat zinciri anlaşılmayacak şekilde miydi?
‘YEFKAHU KAVLİ’ … KAVLİMİ FIKH ETSİNLER.
‘LEHUM KULUBUHUM LA YEFKAHU BİHA’
İşte MUSA ile DAVUT’un diğer resullerden ayrıştırılmasının ve her ikisine de ‘ETAYNA’ kelimesinin kullanılmasının gerekçesi bunlar olsa gerektir. Davut’a ‘hikmet’, ‘faslel hitap’ veriliyor; veriliyor çünkü bunlar sandıkla beraber kendisine geliyor. Onlar sandığın içindeki MUSA VE HARUN ÂLİNİN TEREKESİ OLAN ZEBUR’UN yani kendisinden öncekinden kendisine intikal eden ANTİKAnın ta kendisi.
Ve o tereke MUSA’NIN lisanındaki düğümleri çözen terekedir, ‘hikmet’ üzeredir ve ‘FURKAN’dır yani ‘FASLEL HİTAP’tır.
Ve hepsinden önemlisi ONDAKİ LİSAN TÜM RESULLERİN LİSANIDIR ÇÜNKÜ BU LİSAN RİSALET KURUMUNUN RESMİ DİLİDİR.
Sâd suresinde daha önceki ayetleri anlamaya çalışırken ‘CİBAL’ ve ‘TAYR’ kelimelerinin anlamları hakkında ikilem içinde kaldım. Şükür ki ‘CİBAL’ kelimesinin anlamı hakkında ikilemim giderildi ama şu an bile ‘ET TAYR’ kelimesi hakkında ikilemim devam ediyor çünkü bu ‘ET TAYR’ kelimesinin “CİNLER” olma ihtimali de var.
O ayette geçen ‘SAHHARNA’L CİBALE YUSEBBİHNE MAAHU… VET TAYR’ ifadesinin açılımını SÜLEYMAN kıssalarında görebiliyoruz çünkü aynı ‘ET TAYR’ Süleyman için de emre amade kılınmış veya istihdam edilmiş hatta bildiğiniz gibi ‘HÜDHÜD’ diye konuşan ve Süleyman’a elçilik yapan bir ‘ET TAYR’ da var. ‘CİBAL’ kelimesinin bir anlamı da “SOYDAŞ”tır hatta kelimeye verilen “DAĞ” anlamının ne kadar uzak bir mana olduğunu da görürsünüz.
(Bu yazı 25.07.2022 tarihli çalışmadan derlenmiştir.)