Sadece Kur’an Demek Akli Dışlamak Midir

“SADECE KUR’AN” DEMEK AKLI DIŞLAMAK MIDIR?

 

Bilinenin ve sanılanın aksine “Kur’an yeter mi yetmez mi?” tartışması son zamanların bir tartışması değildir. Bu tartışmanın kökenleri ta hicri ikinci yüzyıla kadar inmektedir.

Fakat tarihteki bu tartışmanın tarafları ile günümüzdeki tarafları tam tersi rollere bürünmüşlerdir. Şöyle ki geçmişte “Kur’an yeter.” diyenler genelde HADİSÇİ ve RİVAYETÇİ denilen kesim olmuşken “Kur’an yetmez.” diyenler genelde mutezile veya o düşünceye yakın olanlar olmuştur.

Günümüzde ise durum tam tersine dönmüş mutezili düşünceye sahip olanlar veya ona yakın olanlar “Kur’an yeter.” demekte, hadisçiler ise “Kur’an yetmez.” demektedirler.

Geçmişte “Kur’an yeter.” diyenlerin başını Sufyan es Sevri, Hasan Basri, İmam Malik, İmam Şafi, İmam Ahmed b. Hanbel gibi koyu rivayetçi olanlar çekmişlerdir.

Günümüz bakış açısıyla hem rivayeti neredeyse Kur’an’dan daha yukarıda görmek hem de “Kur’an yeter.” demek bir çelişki gibi görülmektedir.

Öte yandan aklı ve re’y’i temel alan mutezilenin “Kur’an yetmez.” demesi de günümüz bakış açısıyla anlaşılmamaktadır.

Tartışmanın asıl sorusu

Buna biraz açıklık getirmeye çaba sarf edelim:

Günümüzde “hadisçi” olarak bilinen meşhur ulemanın “Kur’an yeter.” söylemi içerik olarak günümüzdeki “Kur’an yeter.” sözüne hiç benzememektedir. Geçmişteki hadisçiler “Kur’an yeter.” derlerken “Kitapta söylenecek ne varsa söylenmiştir, yoruma ve akıl yürütmeye ihtiyaç yoktur dolayısıyla rey’e de kıyasa da gerek kalmamıştır; yapılması gereken şey akıl yürütmek değil kitapta ve kitabın referansı ile hadislerde olanı keşfetmektir.” demek istemişlerdir.

Bunun tam karşısında olan Mutezili akıl ise günümüzdeki tarihselcilerin söylemlerinin tıpatıp aynısını söylemiştir. Onlara göre ise “Kur’an, yaşanılan çağdan çok önce inmiş ve donmuş bir metindir. Oysa insanlık yaşamına devam etmekte, yeni sorunlar ve problemler üretmektedir. Bu problemleri çözmek için kıyasa, reye ihtiyaç vardır. Üstelik Kur’an’ın birçok yerinde ‘Aklınızı kullanmaz mısınız? Akletmez misiniz?’ gibi birçok ayet de aklın ne kadar önemli olduğuna dikkat çekmiştir. ‘Sadece Kur’an.’ diyerek metni merkeze almak, aklı dışlamak hatta aklı yok saymak olacaktır. Kur’an’da meselelerin ana çerçevesini indiği bağlam belirlemektedir. Oysa günümüzde dünya değişmiş ve Kur’an’ın indiği bağlam artık kalmamıştır. Bu yüzden istesek de istemesek de yeni meseleleri çözmek için akla başvurmak zorundayız. Bu yüzden “Kur’an yeter.” demek kesinlikle aklı dışlamak anlamına gelecektir.” demişlerdir.

Günümüzde hadisçilerin söylemini tarihselci veya o bağlamda düşünenler sahiplenmiş, Mutezile’nin görüşünü ise hadisçi ekol sahiplenmiştir. Yani roller tam tersine dönmüştür.

Roller değişmiş olsa bile şu soru hâlâ geçerliliğini korumaktadır: “KUR’AN YETER.” DEMEK AKLI DIŞLAMAK MIDIR?

Aslına bakılırsa bu soru tıpkı “İslam bilimle çelişir mi?” sorusu gibi akla dokunulmazlık kazandıran yani aklı mutlak doğru, Kur’an’ı ise mutlak eksik gören bir temele yaslanılarak sorulmuş bir sorudur. Yani tam da şeytan işi bir sorudur.

Çünkü Kur’an ile akıl ilişkisini anlamaya yarayacak bir soru İLLA da sorulacaksa o sorunun “Kur’an yeter demek aklı dışlamak mıdır?” şeklinde değil, “AKIL KUR’AN’I DIŞLAR MI?” şeklinde sorulması gerekmektedir. Çünkü mutlak dokunulmazlığı olan şey AKIL değil KUR’AN’DIR.

Kaldı ki Kur’an’ı devre dışı bırakarak AKIL denen şeyin sahih ve genel geçer bir tarifi ne geçmişte ne de günümüzde yapılmıştır. Üstelik “Miktarı ve ölçüsü terazi ile belirlenemeyecek olan aklın varlığının veya yokluğunun ölçüsü ne olacaktır?” sorusunu sormak bile kimsenin aklına gelmemiştir.

Şu bir hakikattir ki her akıl sahibinin bizzat kendisi bile sahip olduğu aklın miktarını belirlemede, ona iyi veya kötü sıfatlar yüklemede başıboş davranamaz.

Yine şu bir hakikattir ki hiçbir akıl sahibi o akla sahip olmak için bir bedel ödememiştir.

Akıl, yolda bulunmuş bir meleke, isteyenin gidip pazardan satın alacağı bir nesne değildir. Tıpkı Kur’an gibi akıl da insana BAĞIŞLANMIŞTIR.

Geçmişte ve günümüzde insan türünün derdi hiçbir zaman aklı olmamak veya aklı kullanamamak olmamıştır, tam tersi şu an içinde yaşadığımız dünyanın bu hâli kesinlikle AKLIN SONUCUDUR.

Bu gezegeni içinde yaşanamaz hâle getirenler akılsızlar, aklını kullanamayanlar veya akletmeyenler değildir, tam tersi insan türünün en akıllıları, en seçkinleri dünyayı bu hâle getirmiştir.

Mevcut geleneksel anlayışın hilâfına Kur’an, hiç kimseye akılsız muamelesi yapmamıştır ve hatta öyle tanımlamamıştır hatta kafirliği, müşrikliği, fıskı, fücuru bile bir aklın ürünü olarak görmüştür.

Fakat müktesebat ulemasının ayetlere karşı geliştirdikleri ilkesiz yaklaşımları, hem akıl denen şeyin ne olduğunun anlaşılmasının hem de ona hangi ölçüleri koyduğunun anlaşılmasının önünü kesmiştir.

Müktesebat uleması Kur’an’da 49 kere ve sadece FİİL olarak geçen ‘aqale’ kelimesine akıl anlamı vermiş ve ‘efela ta’qilun’ ifadelerine “Aklınızı kullanmaz mısınız?” şeklinde mana vermiştir.

Oysa Türkçedeki “akıl” kelimesinin Kur’an’daki karşılığı FİİL olarak geçen ‘aqale’ kelimesi değil, isim olarak geçen ‘KALB’ kelimesidir.

‘Aqale’ ve ‘kalb’ kelimelerinin anlamı

‘AQALE’ kelimesi fiil olarak “bağlamak”, isim olarak ‘aqil’ ise “bağ” anlamındadır. Basit bir sözlük taramasında bile bunu görmek çok kolaydır.

Öte yandan Kur’an’da geçen ‘efela ta’qilun’ ifadelerine “Aklınızı kullanmaz mısınız?” şeklinde mana vermek beraberinde bir anlama zorluğu da getirmektedir. Çünkü Allah’a şirk koşmak eğer akla dayalı olarak yapılmıyorsa bu o kişinin aklının olmadığı anlamına gelir ki böylesi kişiler hem bu dünyada hem de ahirette cezai ehliyeti olmayan kişilerdir.

Bu çapraşık durum elbette Kur’an’dan değil, Kur’an kelimelerine özensiz manalar veren ulemadan kaynaklanmaktadır.

Bu noktada Kur’an’da sadece fiil olarak geçen ‘TA’QİLUN’ ifadelerine verilmesi gereken en doğru anlamın “İLKELİ DÜŞÜNMEK” olması daha isabetli bir çeviri olacaktır.

Çünkü kelimenin kök anlamlarından biri olan “BAĞ” anlamı bir şeyin ucunu bir yere bağlayan her türlü bağ için değil, “ÖLÇÜSÜ ve AMACI olan bağ” için kullanılmaktadır. Bir ayakkabıya bağ olsun diye geçirilen 4 metrelik bir ip, o ayakkabının bağı olamayacağı gibi 3 cm.lik ipte bağ olmayacaktır. Ayakkabıya bağ olacak bağın hem o ayakkabıya göre bir ölçüye sahip olması hem de işlevini tam olarak yerine getirmesi gerekmektedir.

İşlevsiz ve ölçüsüz her bağ, bağ olmaktan çıkacak, yerine getirmesi gereken işlevin tam tersi bir işleve sahip olacaktır.

Mesela, yine bu kelimeden fiil olarak türeyen ‘İ’TİQAL’ ifadesi “tutuklamak” anlamındadır. Fakat eğer bu “tutuklama” çerçevesi belli bir hükme, çerçevesi belli bir asla, çerçevesi belli bir sebebe ve çerçevesi belli bir gerekçeye dayanmaz ise buna ‘İ’TİQAL KEYFİYYE’ yani “keyfi tutuklama” denir.

Mesela deveyi kösteklemek için kullanılan ipe de ‘İQAL’ denmektedir. Fakat deveyi kösteklemek için kullanılan bu ip eğer devenin ayaklarının kırılmasına veya devenin serbestçe her istediğini yapmasına sebep oluyorsa asla buna ‘İQAL’ denmeyecektir.

‘AQELE’ kökünden mücerred veya mezid fiil, müştak veya camid ne kadar isim varsa hepsinin temelinde “ölçülülük ve amaca uygun işlevsellik” anlamı vardır.

İşte bu durumda Kur’an’da fiil olarak geçen ‘AQALE’ kelimesi hangi formda geçerse geçsin “aklını kullanma” anlamında değil, “BİR ÖLÇÜYE GÖRE DÜŞÜNME” anlamındadır.

“Akıl” denen olgunun en öne çıkan işlevi FARKLAR ARASINDAKİ FARKI FARKETMEKTİR.

Bu da ‘ENESE’ kökünden tür ismi olmuş “İNSAN” kelimesinin anlamıdır.

‘Kur’an yeter.’ demek aklı dışlamak mıdır?” sorusuna geri dönecek olursak; evet Kur’an, herhangi bir ilkeye göre düşünmeyen, belli bir çerçevesi olmayan, işlevsel açıdan bir kararda durmayan her aklı dışlamıştır ve onu YOK HÜKMÜNDE SAYMIŞTIR.

Aslına bakılırsa çerçevesi, ilkesi olmayan, varlığına uygun bir işleve sahip olmayan aklı sadece Kur’an değil, YERYÜZÜNDEKİ HER AKILLI VARLIK DIŞLAMIŞTIR.

Fakat burada şuna dikkat edilmesi gerekmektedir. “Dışlamak” demek onu yok saymak demek değil “MUTEBER saymamak”tır.

Kişilerin akıl çerçevelerini belirleyen şey o kişinin inancıdır. Bir kişinin “Ben Yahudi’yim.” demesi onun hangi futbol takımından olduğunun değil, hangi çerçeveye göre aklını kullandığının ifadesidir.

Aynı şekilde bir kişinin “Ben, demokratım, Atatürkçüyüm, milliyetçiyim, atesitim, agnostiğim, deistim, tarihselciyim, nihilistim, ekzistansiyalistim, Budistim vs.” demesi onun futbol takımını değil, AKLININ ÇERÇEVESİNİ belirleyen ifadelerdir. Hâliyle “ben şuyum” veya “ben buyum” diyen kişinin aklını kendisini nispet ettiği şeye göre kullanması, akıl değerlerini ondan alması gerekmektedir.

Kur’an’ın ilkesiz akla bakışı

Nasıl ki “Ben müminim.” diyen bir kişi bunu söylemesine rağmen akıl değerlerini inandığını söylediği dinden almadığında bu hiçbir zaman kabul edilmezse kişinin “Ben agnostiğim, ateistim, Budistim vs.” demesine rağmen o değerler ters bir akıl yürütürse yine kabul edilmeyecektir.

Günümüz Müslümanının (geçmiştekilerinde farkı yok) en temel sorunu aklını kullanamaması veya akıl yetmezliği değil, AKLINI İNANDIĞINI SÖYLEDİĞİ DİNİNİN İLKELERİNE GÖRE BİR ÇERÇEVEYE SOKMAMASIDIR.

Kur’an, kendisine inandığını iddia edenlerin emirleri, nehiyleri, vaatleri ve tehditleri karşısında yürüteceği aklın “İŞİTTİK ve İTAAT ettik.” çerçevesinde olması gerektiğini evire çevire anlatmaktadır. Fakat hem günümüzdeki hem de geçmişteki Müslümanlar tuhaf bir şekilde Kur’an’ın karşısına geçip “BEN BÖYLE DÜŞÜNMÜYORUM.” diyebilmekte ve bu yaptığını da AKIL YÜRÜTME olarak görmektedir.

Bu yüzden müfessir ve meal yazarları hatta o meal ve tefsirleri okuyanlar bile Kur’an kelimelerine keyfi anlamlar verebilmekte hatta metnin kendisini hiç ama hiç dikkate almamaktadırlar.

Kur’an kadar akla hürmet eden ikinci bir öğreti bulmak mümkün değildir. Fakat Kur’an’ın akla hürmet etmesi demek, herkesin aklı kullanma maskesi takarak Kitab’ın kelimelerine istediği manayı beğenmek demek değildir.

Şu unutulmamalıdır ki Kur’an, mutlak akıl sahibi olan Yüce Allah’ın kitabıdır. Kelimeler bu Akıl tarafından seçilmiş, cümleler bu Akıl tarafından kurulmuştur.

Öte yandan Kur’an, iki akıllı varlık türü olan tüm insanların ve tüm cinlerin akıllarını ve hatta akıllarına yardımcı olacak tüm imkanlarını birleştirseler bile bir benzerini getirmeye güç yetiremeyecekleri bir kitaptır. Bu, şu demektir: KİMSE KUR’AN’DAN DAHA AKILLI DEĞİLDİR.

“Akıl” denen olgunun çerçevesiz ve ilkesiz olması, zincirlerini koparmış en vahşi hayvandan daha vahşi bir insan portresi çıkaracağı ve hatta çıkardığı, “insan” denen türün tarihsel tecrübesinde milyarlarca kez tecrübe edilmiştir.

Bir mümin şunu asla unutmamalıdır: KUR’AN KENDİSİNİ AKILLARA YATIRMAK İÇİN GÖNDERİLMEMİŞTİR, TAM TERSİ AKILLARI KENDİSİNE YATIRSIN DİYE GÖNDERİLMİŞTİR.

Kur’an akılların peşinden gitmek için değil, AKILLAR ONUN PEŞİNDEN GİTSİN DİYE GÖNDERİLMİŞTİR.

Çünkü o, her şeyi kuşatmış olan Yüce Allah’ın indinden KILAVUZ olsun diye gönderilmiştir ve Allah’ın gönderdiği kılavuz asla geriden gelmez. O daima öndedir.

Kur’an’ı kitaplığındaki herhangi bir kitap olarak gören günümüz Müslümanı akılsızlık yapmamaktadır ve onun sorunu akılsız olması değildir. BİR İLKEYE, BİR ÇERÇEVEYE VE YARATILIŞ AMACINA UYGUN DÜŞÜNME BİÇİMİNE TAHAMMÜL EDEMEMESİDİR.

Çerçevesi olmayan aklı “özgür düşünce” olarak görmesidir.

‘Kur’an yeter.’ demek aklı dışlamak mıdır?” sorusunu üreten şeytani akıl, Kur’an’ın mutlak akıl sahibi tarafından gönderildiğini unutarak (sonsuz kere hâşâ) Allah’ın aklının da yetmeyeceğini, Yüce Allah’ın kendi bağışı olan aklı yok sayacağını aklından geçirebilmiş ve hatta bunu bir motto halinde Müslümanların diline de aklına da yerleştirebilmiştir.

Oysa çok az bir çabayla “‘Kur’an yeter.’ demek aklı dışlamak mıdır?” sorusu üzerinde biraz düşülse bu sözün “‘ALLAH YETER.’ DEMEK AKLI DIŞLAMAK MIDIR?” sözüne denk olduğu hemen anlaşılacaktır.

Bu noktada “Allah’ın kendisine yetmeyeceği”ni, “Allah ile yetinmenin aklı dışlamak olduğu”nu bırakın dillendirmeyi, aklından bile geçiren bir müminin ALLAH İLE TÜM BAĞLARI KOPMUŞ DEMEKTİR.

“SADECE KUR’AN.” DEMEK, “KUR’AN YETER.” DEMEK KESİNLİKLE VE KESİNLİKLE “ALLAH BANA YETER.” DEMEKTİR.

Kur’an’ın rehberliği ve itaat

Aklını mutlak, Kur’an’ı ise o aklın nesnesi olarak gören her mümin şunu bilmelidir ki böyle yapmakla (sonsuz kere hâşâ) Allah’ın aklını küçümsemiş ve hatta kendi aklını daha doğrusu KENDİ HEVÂSINI İLAH EDİNMİŞ DEMEKTİR.

Allah’a iman ettiğini iddia eden bir mümin, “Kur’an” dendiğinde her şeyden önce kendisine bir çeki düzen verecek, aklının tüm melekelerini ayağa kaldırıp esas duruşa geçirecek, komutanından emir bekleyen sadık bir asker gibi kulağını ve gözünü dört açacaktır. Elindeki kitabın ALLAH’IN “AKLININ” ÜRÜNÜ OLAN BAĞIŞLANMIŞ BİR BİLGİ, ÖNÜNDE GİDEN BİR KILAVUZ, KARANLIKLARDAN ÇIKARAN BİR IŞIK KAYNAĞI OLDUĞUNU PEŞİNEN KABUL EDECEKTİR.

Kur’an’ı karanlıklarla dolu anlaşılmaz bir kitap, kendi aklını da o karanlıkları aydınlatan bir ışık kaynağı gören her akıl sahibi bilsin ki bu KÜFÜRDÜR.

Hiçbir akıl KUR’AN’DAN DAHA AYDINLIK DEĞİLDİR.

Elinde tuttuğu Kitab’ın bir tek kelimesinin hatta bir tek edatının ağırlığının ve değerinin varlığın tamamından daha değerli olduğunu doğal bir refleks olarak aklına yedirememiş akıl asla Kur’an’ı anlayamaz.

Karşımızda çok ciddi, şakası olmayan, çok akıllı, ilminin hesabını kendisinden başka kimsenin bilemeyeceği, son derece ilkeli ve öngörülebilir bir İLAH ve o İlah’ın indinden gelmiş çok ciddi bir kitap vardır. O bize hürmet etmekte ve bize değer vermektedir. Bizim ona vereceğimiz karşılık aynı özende değer vermektir.

O bize “‘EL-ALİM’ olan benim, ‘el-Muhit’ olan benim, ‘el-Latif’ olan benim.” derken bizim şımarık bir çocuk gibi O’nun karşısına geçip “Bana ne bana ne benim de aklım var.” demek bir müminin yapacağı davranış değildir.

Çünkü o bize “Bre ahmak, ‘var’ dediğin o aklı da sana veren Ben’im.” demekte.

Ne diyelim… Allah’ım, aklını da fikrini de düşüncesini de tasavvurunu da Kur’an’ın kılavuzluğunun peşine takan kullar olmamız için bize yardım et.

Kavramlar: