Başlıklar
‘SALAT’IN KUR’AN ÜZERİNE ETKİSİ
İki kişinin bir araya gelmesi ve birlikte yaşama iradesi göstermeleri bile zorunlu olarak her ikisinin de üzerinde ittifak ettiği kuralların olmasını mecburi hale getirir. Bu kurallar kişilerin değer verdikleri şeylere takınılacak tavırlardan iş bölümüne, haklardan sorumluluğa ve birbirlerine karşı gösterecekleri davranış kalıplarına kadar uzar gider.
Herkesin herkese ulaşabildiği, herkesin herkesi tanıdığı ve tevarüsün olduğu topluluklarda bu kuralların sözlü kurallar yani yazılı olmayan kanunlar şeklinde olması yeterli olacaktır. Fakat birlikte yaşama iradesi gösteren insanlar çoğaldıkça ve geniş coğrafyalara yayıldıkça üzerinde ittifak edilen kuralların yazılı olması bir zorunluluk haline gelecektir.
Her toplumu oluşturan ana temel kesinlikle o toplumu oluşturan bireylerin gösterdiği “birlikte yaşama iradesi”dir. Kanunlar ve kurallar işte bu birlikte yaşama iradesini korumak için yapılır. Birlikte yaşama iradesini dikkate almayan veya birinin lehine diğerinin aleyhine olan her düzenleme veya kanun o toplumu er ya da geç parçalayacaktır.
Toplumun birlikte yaşama iradesi
Birlikte yaşama iradesi ise toplumu oluşturan bireylerin üzerinde ittifak ettiği bir inanca dayanır. Her toplumun temelinde kesinlikle ve kesinlikle soyut değerlere olan inanç yatmaktadır. Hatta çok rahat bir şekilde “Hiçbir toplum somut değerler üzerine bina edilemez.” şeklinde bir cümle kurabiliriz.
Bu soyut değerlerin “bayrak, vatan” gibi somut sembolleri olabilir ama bu somut sembolleri değerli kılan şey yine onlara yüklenen soyut değerlerdir çünkü “bayrak” denilen şey önünde sonunda bir bez parçasıdır. “Vatan” denilen şey önünde sonunda bir toprak parçasıdır. Mesela, Türkiye’yi Türkler için değerli kılan şey bu topraklara yükledikleri soyut değerlerdir. Kaldı ki bu soyut değerler, toplumlar yer değiştirdikçe değişen değerler değillerdir. Mesela, Türkler daha öncesinde Orta Asya steplerine “Vatan” diyorlardı ve o topraklar uğruna seve seve can veriyorlardı. Ama şimdi Orta Asya toprakları için can vermiyorlar. Bu sefer bir zamanlar üzerinde Romalıların oturduğu Türkiye için can vermekteler. Çünkü “vatan” tanımı soyut ve değişmez bir değerdir. Türkler nereye gitseler “vatan” tanımını beraberinde götüreceklerdir. “Vatan” tanımı içinde aslında toprağın şurası veya burası olması yoktur. O tanımın içinde Türklerin birlikte yaşama iradesi ve bu iradenin dayandığı inanç vardır.
“Birlikte yaşama iradesi gösteren bireylerin oluşturduğu topluluklarda düzenlemeler veya kanunlar olması zorunludur.” demiştik. Hangi kanun ve düzenleme olursa olsun mutlaka 3 ana faktörden oluşmak zorundadır:
- KANUN VE DÜZENLEME MADDELERİNİN TANIMI YANİ VA’Z EDİLMESİ.
- KANUN VE DÜZENLEMELERİN UYGULANMA ŞEKİLLERİ.
- KANUN VE DÜZENLEMELERİN VA’Z VE UYGULANMA ŞEKİLLERİNİN DOĞRU OLUP OLMADIĞINI KONTROL VE İZAH EDEN AÇIKLAMALAR.
Bu 3 faktör günümüzde YASAMA-YÜRÜTME ve YARGI olarak bilinmektedir.
Yani;
- KANUNUN KENDİSİNİ YAPMAK.
- YAPILAN KANUNLARI UYGULAMAK.
- UYGULANAN KANUNLARIN DOĞRU YA DA YANLIŞ UYGULANDIĞINI DENETLEMEK.
Günümüz devletlerinin kanun ve düzenlemeleri kesinlikle bu üç faktör üzerine bina edilmiştir. Fakat biraz önce de dediğimiz gibi bu faktörler güçlerini ve meşruluklarını toplumun üzerinde ittifak ettiği inançtan alırlar -ki bu inançlar her toplumun anayasasında “değişmez yasalar” olarak kendisini gösterir çünkü bunlar tüm kanun ve düzenlemeler için “referans” niteliğindedir. Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın ilk dört maddesinin değişmezliği buna güzel bir örnektir. O dört madde anayasadaki tüm kanun ve düzenlemelerin referansı olduğu için değişmez ve değiştirilmesi teklif dahi edilemez niteliktedir.
Anayasalar ne kadar mükemmel düzenlenirse düzenlensin toplumda yaygınlaşmamış ve toplumun içselleştirmediği her anayasa kesinlikle beraberinde zulüm, haksızlık, kayırma, istismar ve daha başka olumsuz şeyleri getirecektir. Bir kanun gücünü yazım biçiminden değil, o kanuna uyacak insanların onu içselleştirmesinden alır.
Mesela, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın ikinci maddesi şöyledir:
Madde 2 – Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk Devletidir.
Bu anayasa maddesi kendisinden sonra gelecek olan tüm kanun ve düzenlemelerin “referans” maddesidir. Bu maddeyi içselleştirmemiş bir toplumda haksızlık ve zulmün olması kaçınılmazdır.
Anayasanın meşruiyeti ve uygulanması
Kanun maddesinde kendisine “yasa” konulacak olan kişilerin illâ da Atatürk milliyetçiliğine bağlı, demokratik ve laik hukuka inan kişiler olması zorunlu hale getirilmiştir. Eğer birlikte yaşama iradesi göstermiş toplumdaki bireyler Atatürk milliyetçisi, demokratik ve laik hukuka inanmıyorsa bireyler ile kanun arasında bir çelişki olacağı gayet açıktır.
Türkiye’deki hemen herkes hatta Atatürkçüler bile bilmektedir ki Türkiye’de Atatürkçü olmayan, demokrasi ve laikliğe inanmayan kişi sayısı buna inananlardan ve bunu içselleştirenlerden çok çok daha fazladır.
Fakat böyle olmasına rağmen bu anayasa uygulanmakta ve hatta Atatürkçü olmayanlar bile bu temeller üzerine oturmuş bir devlet için çabalamakta ve hatta yeri geldiğinde ölmekte ve öldürmektedir, peki bu nasıl mümkün olabilmektedir?
Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın hiçbir maddesinde Türkiye’de birlikte yaşama iradesi göstermiş insanların dini olan İslam’dan bahsetmez ve o dinin temel değerlerini yok sayar. “Allah, ahiret, Kur’an, resul vs.” gibi İslam’ın olmazsa olmazları, “şeriat” gibi İslam’ın pratik uygulamaları hiç dikkate alınmaz ve yok sayılır. Peki böyle olmasına ve halkının büyük çoğunluğu da Müslüman olmasına rağmen nasıl olur da bu anayasa hâlâ kendisine zemin bulabilir? Bunun ana sebebi nedir?
Bunun sosyolojik ve psikolojik pek çok sebebi sayılabilir ama kanaatimce en başa “BİLİNMEZLİK”in konulması gerekmektedir.
Şu bir realite olarak durmaktadır: Dünyadaki tüm insan ürünü anayasalar HALKLAR tarafından bilinmemektedir.
Ne Türkiye halkları ne dünyadaki diğer ülkelerin halkları nasıl bir anayasaya göre yaşadıklarını bilmemektedirler çünkü dünyadaki tüm insan ürünü anayasalar sıradan insanların tartışmasına açık değildir.
Kaldı ki zaten anayasaların tamamının ilk maddelerinin hemen ardından şöylesi bir madde gelmektedir:
Madde 4 – Anayasanın 1 inci maddesindeki Devletin şeklinin Cumhuriyet olduğu hakkındaki hüküm ile, 2 nci maddesindeki Cumhuriyetin nitelikleri ve 3 üncü maddesi hükümleri değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez.
Bu durumda kahvehanelerde veya sokaklarda 1, 2 ve 3. maddelerin değiştirilmesi yönünde görüş beyan etmek, bu yönde propaganda yapmak veya buna yönelik herhangi bir oluşumun içine girmek “anayasa suçu” işlemek haline gelecektir -ki bu suçu işleyenlerin tanımı “vatan haini” şeklindedir.
Anayasal yaptırımlar ve toplumsal sonuçlar
Buna göre hâlis bir şekilde Allah’a iman eden ve insan yaşamını düzenleyecek olan tüm kanunların kesinlikle “La ilahe illallah” prensibini referans alması gerektiğini söyleyen bizler Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’na göre birer “vatan haini” olmaktayız. Sadece biz değil, Türkiye’de yaşayan ama İslam’ı da Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nı da bilmeyen insanların tamamı da anayasaya göre vatan hainidir.
Şimdi, “Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nda şöyle bir madde olsaydı ne olurdu?” diye bir soru soralım:
Madde 5 – Türkiye Cumhuriyeti’nde yaşayan her vatandaş günde 5 kez (sabah 2, öğle ve ikindi 4, akşam 3, yatsı 4 rekat olmak üzere) tarif edildiği gibi hareketler yapacak ve bu hareketler esnasında kesinlikle Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’ndan maddeler okuyacak, bunu yapmayan her Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı anayasal bir suç işlemiş olacaktır.
O zaman ne olurdu?
(Burada biraz empati yapmamız gerekecek.) Sabahleyin güneş doğmadan kalkan her Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı belirlenen merkezlere koşacak (o merkezler mescit olmayacak tabii ki) bu merkezlerde devletin atadığı bir görevlinin arkasında el pençe divan duracak ve hepsi birlikte Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’ndan kolayına geleni okuyacaklar.
Bu şekilde yapılan hareketlerin en olmazsa olmazı da (yani Fatiha suresi yerine geçeni de) anayasanın ilk dört maddesi olacak. Ne dersiniz, bu durumda Türkiye Cumhuriyeti Anayasası kendisine halk nazarında zemin bulabilir mi?
Türkiye’nin dört bir yanında hatta en ücra köylerinde bile insanlar bu ‘salat’a koşuyor ve ‘salat’ta bu anayasadan parçalar okuyor olsalardı bu anayasa kesinlikle uygulanmaz ve kesinlikle içselleştirilemezdi çünkü bu durumda en cahil köylü bile bu anayasadan haberdar olurdu ve biri düşünmezse mutlaka diğeri, üzerinde düşünürdü.
Şimdi, “İslam’da ‘salat’ yok.” diyenler bir de meseleye bu gözle baksınlar. İslam’ın ‘salat’ı İslam’ın anayasasının en cahil köylü tarafından bile bilinmesini sağlamaktadır. Günümüzde içerikten yoksun olsa bile Türkiye’de yaşayan Müslümanlar anayasadan bihaberdir ama öyle ya da böyle İslam’ın tüm değerlerinden az çok haberdardır ve dahası bu İÇSELLEŞTİRİLMİŞTİR çünkü bir şeyi içselleştirmenin yolu kesinlikle ve kesinlikle her şeyden önce ONDAN HABERDAR OLMAYLA BAŞLAR.
Günümüz Türkiye’sinde kimse Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın ne olduğundan haberdar değildir ama Türkiye’de yaşayan her kişi namazın olmazsa olmazının “Kur’an kıraati” olduğunu, Fatiha’sını, rükûsunu ve secdesini kesinlikle bilir.
Günümüz dünyası kesinlikle ve kesinlikle Platoncu seçkinler zümresi temeline dayanmış bir yapı üzerine kurulmuştur. Dünyadaki sıradan insanlar kendi hayatlarını düzenleyen anayasaların maddelerinin hiçbirinden haberdar değillerdir. Oysa yeryüzündeki kafirler bile ‘salat’ üzerinden İslam’ın anayasasından haberdardırlar.
Salatın anayasayı içselleştirmedeki rolü
‘Salat’, İSLAM ANAYASASININ yaygınlık kazanması, bilinmesi ve içselleştirilmesi açısından en hayati rollerden birini oynamaktadır. Bunun içerikten yoksun hale getirilmiş olması onun yokluğunu değil İÇERİĞİNE TEKRAR KAVUŞTURULMASINI GEREKTİRİR.
Bu dinamik güç yeryüzünün hiçbir ideolojisinde, dininde, devletinde, felsefesinde bulunmayan bir güçtür.
Bir gün, ev dışında bir mescitte oğlumla cemaat olmuş akşam namazını kılıyorduk. İki kişi başladığımız namazı yaklaşık 10 kişi ile bitirmiştik. İnsanları böylesine teklifsiz bir şekilde birleştiren ve onları ANAYASALARINDAN HABERDAR eden ikinci bir mekanizma bulmak imkansızdır.
İnsanların namazda okuduklarının içeriğinden habersiz olması, onu bilmemesi ARIZİ bir durumdur. Burada takınılması gereken tavır namazın ortadan kaldırılması değil ARAZIN GİDERİLMESİDİR.
‘Salat’ın kılınış biçimleri yani rekât biçimleri ile ilgili insanların bu şekilleri almasında sanki Kur’an dışındaki bir kaynağa başvurulmuş gibi anlaşılması da son derece yanlıştır. Çünkü bizzat bunu diyenlerin kendisi bile rekât şekillerini hadislerden değil TEVARÜS yolu ile almışlardır. Günümüzde her “Kur’an yeter.” sözünün karşısına “Madem ‘Kur’an yeter.’ diyorsunuz o halde hadis olmadan namazın rekât sayılarını ve bu rekatların şekillerini bildirin.” diyenlerin tamamı namazın rekât sayıları kesinlikle hadislerden değil TEVARÜS’TEN aldılar.
Nasıl ki herkes konuştuğu dili sözlüklerden ve gramer kitaplarından değil de kendisinden önceki nesillerin kendisine tevarüs ettirmesinden öğrenmişse ‘salat’ın rekât sayıları ve kılınış şekilleri de tıpkı böyledir. Günümüz dünyasında yaşayan müminlerin tamamı ister hadisçi ister gelenekçi ister başka bir şey olsun ‘salat’ın rekât sayılarını ve kılınış şekillerini Buhari’den öğrenmediler. Kesinlikle geçmişten tevarüs ettirdiler. “Hadisler olmazsa namaz şekillerini ve rekâtını bilemezsiniz.” diyenlere “Peki, sen hangi hadise göre kılıyorsun, o hadisler nerede geçiyor?” diye bir soru sorsak yüzde yüze yakın kısmı bilmez.
Türkiye’de yaşayan ve başörtülü olanlar baş örtülerini Nûr suresi 31. ayeti ince ince tefsir ederek takmadılar, kesinlikle TEVARÜS yolu ile taktılar. Oruç tutup hacca gidenler Bakara suresindeki ayetleri didik didik ettikten sonra oruç tutup hacca gitmediler, kesinlikle tevarüs ile bunu yaptılar. Bu tevarüslerin yanlışlığını veya doğruluğunu tartışmak ikinci bir meseledir. Zira NASSIN olduğu yerde TÜM AKAN SULAR DURUR.