Başlıklar
SEBEPLERİN SEBEBİ
Kur’an, Allah’a isnadı açısından insan çabası gerektirmeyen bir sözdür. İçinde bulunan altı binden fazla cümlenin Yüce Allah’a isnadı için ravi zinciri de ayetin ayet oluşu hakkında da sıhhat ölçüsü aranmaz. Ayetleri hakkında “mütevatir ayet, sahih ayet, hasen ayet veya zayıf ayet” diye bir tasnif asla yapılamaz. Hatta öyle ki Kur’an’ı nakledenin kim olduğuna bile bakılmaz. Yani Kur’an’ın hem içeriği hem de nakli açısından sıhhat derecesi hakkında herhangi bir insan çabası asla gerekli değildir.
Kur’an ve hadis arasındaki temel farklar
Fakat Allah resulüne ait olan sözlerin hem elde edilmesi hem de nakledilmesi için kesinlikle insan çabası zorunludur. Hadisi söz olarak değerli hâle getiren şey de bu insan çabasıdır. Eğer o insani çabalar olmasaydı hiçbir hadis değer taşımazdı. Bu yüzden hadisin sıhhati onu taşıyanlar ve onu nakledenler üzerinden belirlenmektedir.
Mesela ravinin birinin sika olmaması durumunda hadisin kendisi ne söylerse söylesin bu hadis ya “zayıf” ya da “mevzu hadis” kapsamına alınmaktadır. Fakat aynı ravinin Kur’an ayetlerini nakletmesi durumunda o ayetler zayıf veya mevzu hadis kapsamına alınmamaktadır.
Kur’an’ın sonraki nesillere aktarılması ile hadislerin sonraki nesillere aktarılması nakil yoluyla olmuştur. Menşei açısından hem Kur’an’ın hem de hadislerin kaynağı Allah resulü Muhammed’dir. Yani Kur’an’ın kendisine isnat edildiği ağız ile hadislerin kendisine isnat edildiği ağız aynı ağızdır. Her iki söz de Allah resulünün mübarek ağzından insanlığa söylenmiştir. Ondan insanlığa söylenen her iki söz de nesilden nesile nakledilmiştir. Fakat aynı kaynaktan çıkan iki sözden biri için herhangi bir ravi zinciri asla şart koşulmaz ken ve nakledenlerin söz üzerinde hiçbir etkisi olamayacağı peşin olarak kabul edilirken diğer söz için ravi zinciri yoksa veya ravi zincirinde muhaddisler tarafından geliştirilen ölçüler bulunmuyorsa içerik değerine bakılmadan bu söz sıhhat derecesini kaybeder.
Hadislerin kayıt altına alınmasının daha erken dönemlerde olduğu söylense de bir disipline bağlı olarak yazılması, tasnif edilerek kayıt altına alınması hicri 3. asırdır. Hicri 3. asırda yaşayan muhaddisler önlerinde kaynağı açısından her ikisi de Allah resulüne isnat edilen sözler bulmaktadırlar: Kur’an ve hadis. Her ikisini de söz olarak söyleyenin Allah resulü olduğu kabul edilmektedir. Fakat bizzat muhaddislerin kendisi kendilerine nakil yoluyla ulaşan iki sözü birbirinden ayırmış, birinin sıhhati açısından hiçbir çaba göstermemiş ve nakledenlerin kimliği hakkında cerh ve tadil usulüne ihtiyaç duymamıştır, diğeri için ise sözün değerini sözü taşıyanlar ve taşınma şekli belirlemiştir. Üstelik iki sözün isnadına baktığımızda Kur’an’ın kaynağına isnadı, hadisin kaynağına isnadı açısından daha zordur. Çünkü hadisin sened zincirinin en son noktası Allah resulü Muhammed iken, Kur’an ayetlerinin sened zinciri onu da aşmakta ve söz Yüce Allah’a isnad edilmektedir. Yani Kur’an’ın naklinde sözün isnad edildiği zat Yüce Allah olduğu için sözün rivayet senedinde Allah resulü Muhammed de ravilerden biri olmaktadır. Hadislerin hicri 3. asırda yazıldığını dikkate alan hadis usulcüleri raviden bağımsız olarak zincirin şu içerikte olmasını şart koşmuşlardır:

Muhaddislerin hepsinin ravi zinciri bu şekildedir. Bu rivayet zinciri, sözün muhaddise hangi nakille ulaştığını gösterir ve bu zincirdeki her bir durak “tabaka” olarak isimlendirilmiştir. Bu rivayet zincirini daha basit bir cümle ile ifade edecek olursak bu zincir, sözün kaç el değiştirerek nakledildiği anlamına gelmektedir. Bu zincir, naklin son noktadan ilk noktaya yani menşeine olan bağıdır. Hadisler nakil yoluyla muhaddise ulaştığı gibi Kur’an da nakil yoluyla muhaddise ulaşmıştır yani yukarıdaki ravi zincirinin bir benzeri Kur’an için de geçerlidir ve Kur’an’ın naklinde isnad zincirinin son noktası Allah resulü Muhammed’dir. Kur’an’ın naklinde Muhammed de bir ravi olmaktadır çünkü Muhammed “Kur’an” diyerek insanlığa naklettiği sözler için “Ben söylüyorum.” dememekte, “Allah buyurdu.” demektedir. Yani Allah’ın kendisine bazı sözler söylediğini nakletmektedir ve naklettiği o sözlere asla “benim sözlerim” dememektedir. İşte buna göre muhaddisler açısından Kur’an’ın naklindeki ravi zinciri şu şekilde olacaktır:

Hicri 3. asırda yaşayan muhaddis, kendisine her ikisi de nakil yoluyla gelen ve her ikisi de aynı tabakalara sahip olan iki söz bulmuştur. Sözün birinin vardığı son nokta ‘qale resulullah’, diğerinin vardığı son nokta ‘qalellah’tır. Kaynağı itibariyle her ikisi de tek bir kişi tarafından derc edilen ‘ehad’ haberdir. Yani hem Kur’an’ın hem de hadislerin ravi zincirinin varıp dayandığı son nokta Allah resulüdür. Yüce Allah’ın Kur’an’ı Muhammed’e aktarışında tek bir tane bile şahit yoktur. Muhaddislere göre; Allah resulü Muhammed’in “Bu benim sözüm değil, bunları bana Allah söyledi, ben de size aktarıyorum.” diyerek söylediği tüm sözlerin ne ravi zincirine ne de başka bir şeye ihtiyacı vardır, kitabın içindeki tüm kelimelerin sıhhat derecesi yani hem kaynağı hem de nakledilme biçimleri hakkında da hiç şüphe yoktur. Muhaddisler kitabın içindeki hiçbir ayeti ne içerik açısından ne de haber değeri açısından tasnife tabi tutmamaktadır fakat hadislerin nakledilmesi hakkında hem kaynağı itibariyle hem de nakletme şekilleri itibariyle daima şüpheleri vardır ve tüm çabaları bu şüphelerini giderme üzerinedir.
Kur’an’ın isnadı ve hadis güvenilirlik kriterleri
Geliştirdikleri metotların tamamı sözün güvenilir hâle getirilmesi üzerinedir. Zaten sözün sıhhat derecesini tespit etmek için metotlar geliştirmeleri, muhaddislerin söz hakkında açık şüphelerinin olduğu anlamına gelmektedir. “Sözün Allah resulüne aidiyeti” hakkında “Kur’an’ın Allah’a aidiyeti” gibi bir kanıya sahip olsalardı hadislerin güvenilirliğini ölçmek için ne metot geliştirirler ne de hadisleri kaynağı ve geliş biçimlerine göre tasnif edip onları derecelendirirlerdi. Kaldı ki hadis mecmuası olan her muhaddisin yüzbinlerce hadisi ezberlerinde bulundurdukları ama ezberlerinde bulunan yüzbinlerce hadisten sadece kendi metotlarına göre emin oldukları birkaç bin hadisi mecmualarına aldıklarını söylemeyen yoktur. Mesela, hadis kitaplarının en güvenilirini yazdığı söylenen Buhari’nin 600.000 hadis topladığı ama sahihine tekrarları ile birlikte sadece 7.397 hadis aldığı söylenmektedir. Bu, şu anlama gelmektedir. Buhari, Allah resulü Muhammed’e isnat edilen 592.603 hadisin hadis olmadığına hükmetmiştir.
Aslına bakılırsa hem muhaddislerin hem de hadis konusunda yetkin olduğu bilinen ulemanın tamamı her hadisin “içtihaden hadis” olduğu hususunda tam bir ittifakı vardır. Fakat her nedense hadis olgusu Müslümanların kafasına öyle bir yerleştirilmiştir ki çağdaş ulemanın birçoğu “Buhari olmasa İslam çöker.” sözünü söylemekte bile bir beis görmemektedir. Şu işe bakın ki hem İslam’ı Muhammed’e gönderen Allah, hem de bu dini insanlığa ulaştırmak için kendisini feda eden sevgili Resulümüz Muhammed (yoluna can feda), Buhari’nin sahihine muhtaç hâle getirilmiştir.
Ne yazık ki Allah resulüne aidiyeti muhaddislerin içtihadına muhtaç olan sözler, söz değerinde her ne varsa hepsinden daha değerli olan ve Allah’a aidiyetinde hiçbir şüphe bulunmayan ayetlerin açıklayıcısı, şerh edicisi olarak görülmüş ve din algısı buna göre oluşturulmuştur. “Sadece Kur’an!” demeyi sapıklık sayan ulema türemiş ve işin acı tarafı ulemanın bu söylemi genel halk kitlesi tarafından kabul görmüştür. Bu kadarla yetinmeyen ulema, hadisleri dayanak noktası olarak alıp mezhep veya içtihad adı altında siyasi, fıkhi ve itikadi hukuklar (mezhepler) oluşturmuştur. Günümüz insanına “İslam” diye pazarlanan din işte bu metotla oluşturulan birikimdir.
Oysa hukuk, kesin bilgi üzerine bina edilmek zorundadır. Kesin bilgi üzerine inşa edilmeyen hukuk ister siyasi ister fıkhi isterse itikadi olsun asla hakka ulaşmayacaktır. Hadislerin tamamı ‘ehad’ haberdir ve her ‘ehad’ haber kesinlikle zannidir. ‘Ehad’ haberlerin zan olmaktan çıkıp kesin bilgi haline gelmesi ise kesin bilgi olduğunu kanıtlamış bir referans merciini gerekli kılmaktadır ki bu merci Kur’an’dan başkası değildir. Üstelik bu sadece hadislerle alâkalı bir durum da değildir. Kur’an her şeyin ölçüsü, her şeyin ayırıcısı ve her şeyin değerini tayin edici bir mercidir. O açıklanan değil açıklayan, o tasnif edilen değil tasnif eden, o ayrılan değil ayıran, o kapalı olan değil kapalı olan her şeyi açan, o anlaşılmaz olan değil anlaşılmaz olan her şeyi anlaşılır kılan, o değer verilen değil değer veren, o mücmel olan değil tüm mücmelleri mübin hâle getirendir.
Müslümanların tasavvurunda referans noktasının tepetaklak olması, Kur’an’ı değil ama bizzat kendilerini hem Yüce Allah’ın hem de insanların nezdinde değersiz hâle getirmiştir. Zengin yer altı ve yer üstü kaynaklara sahip olmalarına, oldukça kalabalık nüfuslarına rağmen Müslümanlar kendi değerlerini bile savunmaktan aciz duruma düşmüşlerdir. Elbette ki dünya hayatındaki başarı “zenginlik ve güç elde etmek” değildir. Her türlü imkana ve Kur’an gibi bir rehbere sahip olmalarına rağmen Müslümanların düçar olduğu izzet ve şeref erozyonunu ifade etmek için kullandığımız bu cümlelerin dünya malı ile bir alâkası yoktur.
Müslümanların içinde bulunduğu bu sefil durumun sebebinin ne olduğu hakkında binlerce argüman geliştirmek ve binlerce farklı sebep bulmak mümkündür fakat kendi varlıklarını, hayat gayelerini, sahip olunan veya olunmayan her şeyin anlamını, soyut ya da somut tüm değerleri Kur’an’dan aldığını iddia eden insanların, değerlerine kaynaklık eden kitap hakkında “yetersiz, anlaşılmaz, hadislere muhtaç, modası geçmiş, aktüel değerini kaybetmiş, çağdaş yaşama ayak uyduramayan, bilimsel gelişmeler karşısında değer erozyonuna uğrayan, yüzlerce yıl önceki Arap aklını aşamayan kitap” şeklinde tanımlamaları hiç şüphesiz ki sebeplerin sebebidir.