Sema Ve Semavat

SEMA ve SEMAVAT

1. BÖLÜM:

Kur’an hakkında söz söyleyenler veya herhangi bir konuyu Kur’an üzerinden anlamaya çalışanlar veya Kur’an’ı tefsir edenlerin istisnasız hepsi şu kemikleşmiş genel kabulü kendilerine temel alırlar. “Kur’an, cahili adetlerin, ilkel inançların, mitolojik düşüncelerin, hurafe ve efsanelerin egemen olduğu bir dönemde nazil oldu.”

Onlar bu söylemle Kur’an’ın içindeki bazı şeylerin indiği ortama uygun olarak, bu yapıdaki akla hitap ettiğini dolayısıyla Kur’an’da en azından bazı konuların basit ve düşük akıl profilini hedef aldığını ve o söylemlerin ilerleyen zamana ve gelişen insana göre güncellenmesi gerektiğini söylemek istemektedirler. Yine onlara göre modern insan artık hurafeler, cahili adetler, ilkel inançlar, mitolojik düşünceler ve efsanelerden uzak gelişmiş insandır. Bu yüzden eğer günümüz gelişmiş modern çağın insanı Kur’an’ı doğru anlamak istiyorsa Kur’an’ın indiği bu bağlamı mutlaka göz önünde bulundurmak, en azından Kur’an’ın içindeki bazı şeylerin o günün cahil, ilkel, kafası mitlerle ve efsanelerle dolu insanına hitap ettiğini göz önünde bulundurmak ve hatta mümkünse onların o ilkel seviyesine inmek zorundadır.

Mesela; Kur’an’ın indiği ortamda insanlar susuz, kurak çöllerde ve yeşillikten uzak, ekinin bitmediği bir coğrafyada yaşıyorlardı. Bu halde durumda ömür süren, kafası mitlerle ve efsanelerle dolu o günün gelişmemiş ilkel çöl Arabının refah ve mutluluk tanımları; tehlikelerden uzak, su derdi olmayan yemyeşil bahçeler içine kurulmuş bir çadır, çadırda oturan sadık eşler ve çadır önünde oynayan boy boy çocuklar olduğu için, Kur’an’da bu anlayışa uygun olarak cennet tasvirlerini hep bu hayali göz önünde bulundurarak yapmıştır.

Rahman suresi 64-72 ayet mealleri;

O iki cennet koyu yeşil renktedir.

O hâlde, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?

İkisinde de durmadan fışkıran iki kaynak vardır.

O hâlde, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?

İçlerinde her türlü meyve, hurma ve nar vardır.

O hâlde, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?

Onlarda huyları güzel, yüzleri güzel dilberler vardır.

O hâlde, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?

Onlar, çadırlara kapanmış hurilerdir.

(Diyanet İşleri Başkanlığı Meali)

Onlara göre bu ve benzeri ayetlerdeki tasvirlerin hepsi kurak, susuz çöllerde yaşayan ve daima nehir kenarlarında sulak bahçeler hayali kuran o günün cahil, kafası hurafelerle dolu, varlığa mitler ve efsaneler üzerinden bakan cahili Arap anlayışına inmiştir. Günümüz gelişmiş modern insanının refah ve mutluluk ile ilgili hayalleri bunun çok daha ötesinde gelişmiş hayallerdir. Her şeyden önce teknolojinin zirvesini yakalamış günümüz modern insanın mutluluk hayallerinde çöl bedevileri gibi çadırda yaşamak yoktur. Onun refah ve mutluluk anlayışı, kapısında son model arabaların bulunduğu oldukça gösterişli villalar, emrinde bahçıvanlıktan aşçılığa kadar çeşitli görevleri yapan hizmetliler, son teknoloji ürünü elektrikli ve elektronik ev eşyaları, ebeveyn banyolu yatak odaları, bir köşesinde şömine bulunan oldukça gösterişli salonlar, tam ortasında mangalda pişirdiği etleri yiyebileceği çardakların olduğu nazlı nazlı akan nehir kenarlarındaki bahçeler ve mutlaka yüzme havuzlarının bulunduğu meskenler şeklinde tanımlanmaktadır. Hatta bir köşesinde optik kablolarla internet ve wifi hizmetinin bulunmadığı meskenler ne kadar güzel olurlarsa olsunlar artık ilkeldirler.

Doğrusunu söylemek gerekirse bir buçuk milyara yaklaşan Müslümanlardan hiçbirinin, kombi ile ısıttığı banyoları bulunan evleri terk edip, banyo suyunu ateşte ısıttığı çadırlarda yaşamak gibi bir hayali yoktur. Hatta imkansızlıktan dolayı çadırda yaşamak zorunda kalanların hayali bile elini sıcak sudan soğuk suya sokmayacağı evlerdir.

İşte onlara göre Kur’an’ın tüm cennet tasvirlerini günümüz gelişmiş modern insanı için oldukça ilkel kalan bir şekilde yapması, o günün cahil Arapların anlayışlarını göz önünde bulundurmasından dolayıdır.

Kur’an’ın indiği ortamı koyu bir cahiliye olarak niteleyen ve Kur’an’da kullanılan birçok tanımlamaların bu akla hitap ettiğini söyleyen anlayış, teknolojik gelişmeleri ve ulaşılan bilgi seviyesini göz önüne alarak günümüz gelişmiş modern insanını o günkü Arap cahiliye aklının müptela olduğu ilkellikten uzak bir noktaya konumlandırmaktadır. Yani onlara göre günümüzün gelişmiş modern insanı cahili adetlerden, puta tapıcılık gibi ilkel inançlardan, mitolojik düşüncelerden, batıl inançlardan, hurafe ve efsanelerden arınmış selim bir akla sahiptir.

Günümüz insanını seçkin bir yere koyup Kur’an’ın indiği ortamdaki insanları hem medeni hem de akli gelişmişlik olarak oldukça aşağılara yerleştiren bu yaklaşım, elbette ki Kur’an’ı da günümüz dünyasına uyarlanması gereken eski bir metin olarak görecektir. Çünkü onlara göre Kur’an o eski ilkel aklı aydınlığa ulaştırıp ilkellikten kurtarmak için inmiştir. “Son gelen en iyi ve en gelişmiş olandır” cümlesiyle özetleyebileceğimiz bu yaklaşım biçimi, günümüz insanının o eski Arap cahili anlayıştan daha çok çeşitli ve daha karmaşık putlara sahip olduğunu, onlardan daha fazla cahili anlayışlar, batıl inançlar, hurafeler ve efsanelere meftun olduğunu hiç görmek istemez… Toplumların ona uymak için kendilerini paralarcasına heba ettikleri “demokrasi” denilen şeyin kökeninde bile ilkel Yunan mitolojisi olduğunu hiç ama hiç aklına getirmemektedir.

Günümüz toplumlarının eski Arap cahiliyesinden daha karanlık ve daha ilkel bir ortamı yaşadıklarını bir kenara bırakıp, Kur’an’ın bağlamla ilgisini kurmak için çaba sarf edenlerin yaklaşım biçimlerine dönecek olursak, bunlar bazı konularda Kur’an’ın Arap cahili aklının seviyesine hitap ettiğini söylerlerken, özellikle kevni ve kozmik konularda bu sefer tam tersi bir tutum takınarak, bu konuları arap cahili aklın ulaşması asla mümkün olmayacak bir seviyeye taşımaktadırlar.

قُلْ اَئِنَّكُمْ لَتَكْفُرُونَ بِالَّذ۪ي خَلَقَ الْاَرْضَ ف۪ي يَوْمَيْنِ وَتَجْعَلُونَ لَهُٓ اَنْدَادًاۜ ذٰلِكَ رَبُّ الْعَالَم۪ينَۚ
Fussilet 41 / 9

De ki: “Siz mi yeri iki günde (iki evrede) yaratanı inkâr ediyor ve O’na ortaklar koşuyorsunuz? O, âlemlerin Rabbidir.” (DİB meali)

وَجَعَلَ ف۪يهَا رَوَاسِيَ مِنْ فَوْقِهَا وَبَارَكَ ف۪يهَا وَقَدَّرَ ف۪يهَٓا اَقْوَاتَهَا ف۪ٓي اَرْبَعَةِ اَيَّامٍۜ سَوَٓاءً لِلسَّٓائِل۪ينَ
Fussilet 41 / 10

O, dört gün içinde (dört evrede), yeryüzünde yükselen sabit dağlar yarattı, orada bolluk ve bereket meydana getirdi ve orada rızık arayanların ihtiyaçlarına uygun olarak rızıklar takdir etti. (DİB meali)

ثُمَّ اسْتَوٰٓى اِلَى السَّمَٓاءِ وَهِيَ دُخَانٌ فَقَالَ لَهَا وَلِلْاَرْضِ ائْتِيَا طَوْعًا اَوْ كَرْهًاۜ قَالَتَٓا اَتَيْنَا طَٓائِع۪ينَ
Fussilet 41 / 11

Sonra duman hâlinde bulunan göğe yöneldi; ona ve yeryüzüne, “İsteyerek veya istemeyerek gelin” dedi. İkisi de, “İsteyerek geldik” dediler. (DİB meali)

اَوَلَمْ يَرَ الَّذ۪ينَ كَفَرُٓوا اَنَّ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ كَانَتَا رَتْقًا فَفَتَقْنَاهُمَاۜ وَجَعَلْنَا مِنَ الْمَٓاءِ كُلَّ شَيْءٍ حَيٍّۜ اَفَلَا يُؤْمِنُونَ
Enbiya 21 / 30

İnkâr edenler, göklerle yer bitişikken, bizim onları ayırdığımızı ve diri olan her şeyi sudan meydana getirdiğimizi görmediler mi? Hâlâ inanmayacaklar mı? (DİB meali)

Daha başlangıçta birtakım konuları gündeme getirerek, o konularda Kur’an’ın kullandığı basit (!) dili gelişmemiş Arap cahili aklın seviyesine inmek için bir zorunluluk olarak açıklayan yaklaşımlar, konu yukarıya aldığımız ayetlerin bahsettiği gibi Kevni ve kozmik olaylar olunca, ayetlerin Arap cahili aklını muhatap aldığı söylemini bir kenara bıraktıkları gibi, sanki Mekke toplumundaki herkes birer Astro Fizikçiymiş gibi açıklamalar getirmektedirler. Hangi tefsirciye bakılırsa bakılsın yukarıdaki ayetleri açıklarlarken; Batlamyos’tan Copernicus’a, Newton’dan Einstane’ye, Stephan Hawkins’ten Hubble’a ne kadar Astro Fizikçi görüşü varsa hepsini harmanlayarak güya ayetleri daha anlaşılır hale getirmektedirler. Kaldı ki onların anlattıklarını bırakın o günün Arap cahili aklının anlamasını, bugünün gelişmiş modern insanların çok büyük bir kısmının bile anlaması mümkün değildir. Yeri geldiğinde Kur’an’ın Arap cahili aklının seviyesine indiğini söyleyen bu yaklaşımlar iyi niyetli olsalar bile hastalıklı ve en hafif tabirle iki yüzlü yaklaşımlardır.

Tefsirlerinde ayetin bahsettiği konuları Astro Fizikçiler seviyesinde açıklamaya kalkışan tefsircileri, bunu yaparlarken bile iki yüzlülüğü elden bırakmamaktadırlar. Ayeti sağdan soldan devşirdikleri yüksek Astro Fizik ve Kozmoloji bilgileri üzerinden tefsir ederlerken ayetin başında gelen اَوَلَمْ يَرَ الَّذ۪ينَ كَفَرُٓوا “o kafirler görmediler mi?” ifadesini resmen görmezden gelmektedirler. Tek başına bu ifade bile konunun Astro Fizikçiler seviyesinde olmadığını, sonradan ve hatta inanmayan insanların akıllarının alacağı seviyede olduğunu göstermesi açısından yeterli delildir. Çünkü ayet kafirlerin Astro Fizikçi olanlarını değil hiçbir istisna yapmadan tamamını muhatap almaktadır. Yani muhatap alınan o kafirlerin ayetin dikkat çektiği şeyi görmeleri veya anlamaları için Einstein, Stephen Hawking veya Newton gibi yüksek seviyede Kozmoloji bilgisine sahip olmaları gerekmemektedir. Yeri geldiğinde Kur’an’ın üslubunda kullandığı hitap seviyesini Arap cahili aklın ilkel seviyesine indiren bu tür yaklaşımlar, yeri geldiğinde sanki o toplumdaki bireylerin her biri, dehşetengiz kozmoloji bilgisine sahipmiş gibi hareket etmektedirler.

Aslında bu yaklaşım sadece yukarıya aldığımız ayetlerle sınırlı değildir. Kur’an’da özellikle kozmik olaylardan veya yaratılış süreçlerinden bahseden ayetlerin tamamında aynı yaklaşım sergilenmiştir.

Fakat Kur’an’ın tamamına baktığımızda kozmik veya yaratılış ayetleri de dahil tüm sunumların vasat akıl hedef alınarak yapıldığı rahatlıkla görülecektir. Mesela; inanmayan kavminin tamamını muhatap alan Nuh, göklerin yedi tabaka olarak yaratılmasını delil olarak ileri sürmektedir.

اَلَمْ تَرَوْا كَيْفَ خَلَقَ اللّٰهُ سَبْعَ سَمٰوَاتٍ طِبَاقًاۙ
Nuh 71 / 15

‘Görmediniz mi, Allah yedi göğü tabaka tabaka nasıl yaratmıştır? (DİB meali)

Kendi kavmine “görmediniz mi” diye seslenen Nuh, herhalde kavminden Stephen Hawking kadar kozmoloji bilgisine sahip olup olmadıklarını sormamıştır. Bu söylemi göz ardı ederek ayette geçen “yedi göğün tabaka tabaka yaratıldığını” ancak astronomların anlayabileceği bir düzeyde açıklamaya çalışmak, bağlam diye kendilerini paralayanların iki yüzlülüğü adeta deşifre edilmektedir. Oysa basit bir akıl yürütmeyle bile Nuh’un kavminden astronomlara seslenmediği sonucuna rahatlıkla ulaşmak mümkündür.[1]

Fakat konusu Kozmoloji olan her ayetin tefsirinde gelmiş geçmiş astronomlara başvurmuş olsalar da ne geçmişte ne günümüzde “yedi gök” tabirinin neyi ifade ettiğini bir türlü tespit edememişlerdir. Üstelik kendi görüşleri ile itibar ettikleri Astro Fizikçilerin görüşleri daima birbiriyle çelişkili haldedir. Çünkü Kur’an’da geçen سَبْعَ سَمٰوَاتٍ طِبَاقًاۙ (seb’a semavatin tibaka) “tabakalar halinde yedi gök” ifadesinden yola çıkan ulema, gördüğümüz uzay boşluğunun birbiri üstüne bina edilmiş yedi tabaka olduğunu söylerlerken, eski yeni astro fizikçilerin hepsi uzay düzleminin sadece bir tek düzlem olduğunu söylemektedirler. Bu çelişkinin de farkına varan tefsirciler, kendi elleriyle oluşturdukları bu çelişkiyi açıklamaya çalıştıkça yeni çelişkilere sebep olmuşlardır.

Ayetlerde geçen سَبْعَ سَمٰوَاتٍ طِبَاقًاۙ (seb’a semavatin tibaka) “tabakalar halinde yedi gök” ifadesinden yola çıkan müfessirler, yedi göğün nereleri olduğu hususunda 8 farklı görüş ileri sürmüşlerdir. İlerde de ele alacağımız Fussilet 9-11 ve Bakara 29. Ayetlerinden yola çıkan müfessirler aynı zamanda göklerin mi yerin mi önce yaratıldığı hususunda bile onlarca değişik görüş ileri sürmüşlerdir. Onların ayetleri daha anlaşılır hale getirmek için görüşlerine başvurdukları eski yeni Astro Fizikçilerin tamamı bu konuda tek bir şey bile söylememişlerdir. Çünkü müfessirlerin sema ve semavata yükledikleri anlam ile hemen hepsi seküler olan bilim insanlarının uzay düzlemine yükledikleri anlam aynı değildir. İki farklı söylemin temelde birbirinden ayrıldığını görmek istemeyen müfessirler günümüzde bile “bilimsel tefsir” adı altında seküler varlık anlayışı ile ilahi varlık anlayışının arasını bulmaya çalışmaya uğraşmaktadırlar.

Bunun yanında Kur’an’ın sema ve semavat kavramlarını sunuş biçimi, semavatı birbiri üzerinde yedi tabaka olarak gören müfessirleri oldukça zor durumda bırakmış ve hatta bazen görüşlerinden vazgeçmemek uğruna edatlara ve kelimelere hiç olmayacak yönde manalar vermeyi bile göze almışlardır. Mesela, Bakara suresinin 29. ayetini açıklayan Razi ve diğer müfessirler, ayette geçen ve kesinlikle öncelik ve sonralık bildiren sümme edatı hakkında şu akıl almaz yorumu bile yapmışlardır.

هُوَ الَّذ۪ي خَلَقَ لَكُمْ مَا فِي الْاَرْضِ جَم۪يعًا ثُمَّ اسْتَوٰٓى اِلَى السَّمَٓاءِ فَسَوّٰيهُنَّ سَبْعَ سَمٰوَاتٍۜ وَهُوَ بِكُلِّ شَيْءٍ عَل۪يمٌ۟
Bakara 2 / 29

Yeryüzünde ne varsa hepsini siz (inşaların faydasına) yaratan, sonra göğe yönelip de onları yedi gök halinde düzenleyen O (Allah)’dır. O her şeyi hakkıyla bilenidir. (Razi tefsiri meali)

Verilen meale dikkat edilirse, önce yeryüzünün sonra ise yedi göklerin yaratılmış olduğundan bahsedildiği hemen görülecektir. Kendi tefsirinde bile önce bu meali veren Razi, önce yeryüzünün sonra yedi göklerin yaratılmasının aklen imkânsız olduğunu anlamış olacak ki, ayete bu manayı vermeye zorlayan ثُمَّ sümme edatı hakkında şu yorumu yapmıştır.

“Cenabı Hakk’ın هُوَ الَّذ۪ي خَلَقَ لَكُمْ مَا فِي الْاَرْضِ جَم۪يعًا ثُمَّ اسْتَوٰٓى اِلَى السَّمَٓاءِ “Allah yeryüzünde olan herşeyi sizim için yarattı. Sonra semaya yöneldi…” ayeti yeryüzünün ve yerdekilerin yaratılmasının, gökyüzünün yaratılmasından önce olduğuna delalet eder. Yerdeki şeylerin yaratılması ise ancak, yeryüzünün yayılmasından sonra mümkün olur. Buna göre ayet, göğün yaratılmasından önce yeryüzünün yayılmış olmasını gerektirir. Bu durumda bir tenakuz (çelişki) ortaya çıkar. Buna şöyle cevap veririz: Allah’ın: وَالْاَرْضَ بَعْدَ ذٰلِكَ دَحٰيهَاۜ  “yeryüzünü bundan sonra yaydı” (Naziat 30) ayeti, göğün yaratılışının, yeryüzünün yaratılışından önce olmasını gerektirir, ama göğün düzenlenmesinin yeryüzünün yaratılmasından önce olmasını gerektirmez. Buna göre de böyle bir tenakuz (çelişki) kalmaz.

Biri şöyle diyebilir: Allah’ın: ءَاَنْتُمْ اَشَدُّ خَلْقًا اَمِ السَّمَٓاءُۜ بَنٰيهَا۠ (Naziat 27) رَفَعَ سَمْكَهَا فَسَوّٰيهَاۙ (Naziat 28) “Sizi yaratmak mı daha güç, yoksa göğü yaratmak mı? O göğün boyunu yükseltti, derken ona bir nizam verdi” ayeti, gökyüzünün yaratılıp, düzene koyulmasının, yeryüzünün döşenmesinden çnce olduğunu gösterir. Ne var ki yerin döşenmesi, yerin yaratılmasından ayrılmayan bir husustu. Buna göre göğün yaratılıp düzenlenmesi, yeryüzünden öncedir. Bu durumda mesele geri gelir.

En doğru cevap şudur: ثُمَّ (sümme) lafzı, bu ayette tertibi (sıralamayı) göstermez, sadece nimetleri saymak için getirilmiştir.[2]

Aslında ortaya çıkan çelişkiyi çok iyi gören Razi, bu çelişkiden çıkmanın yolunu Kur’an’da 338 kez ve hep sıralama bildiren ثُمَّ (sümme) edatını hiç olmayacak bir şekildesıralama bildirmeyen bir edat haline getirerek çözmüştür. Hemen belirtelim ki bu edatın hiçbir şekilde sıralama bildirmeme gibi bir anlamı yoktur. Kaldı ki sıralama bildirmeyen pek çok bağlaç hem gramerde vardır hem de Kur’an’da pek çoğu kullanılmıştır.

Bu edatın anlamını değiştiren Razi ayetin devamında gelen “yedi gökler” ifadesini ise şu şekilde açıklamaktadır.

“Kur’an bu ayette (Bakara 29), “yedi gök” bulunduğunu göstermiştir. Astronomiciler bize en yakın olan semanın, Ay küresi; onun üzerindeki semanın Utarid küresi; sonra Zühre küresi; sonra Güneş küresi, sonra Merih küresi, sonra Müşteri küresi, daha sonra da Zühal küresi olduğunu söylemişlerdir. Onlar sözlerine devamla şöyle demişlerdir. “Bu sırayı ancak iki şekilde bilebiliriz. Birincisi: Setr (yıldız tutulması) meselesidir. Çünkü aşağıda olan yıldız, bizimle daha yukarıda olan bir yıldızın arasına girip, her ikisi de tek bir yıldız gibi olunca ve aşağıdaki yıldız (tutan), tutulandan – mesela Merih gezegeninin kırmızılığı, Utarid’in sarılığı, Zühre’nin beyazlığı, Müşteri’nin maviliği ve Zuhal yıldızının bulanıklığı gibi – bir vasıfla daha ileri olur. Nitekim eskiler, Ay’ın altı yıldızı; Utarid’in Zühre’yi; Zühre’nin Merih’i tuttuğunu (setrettiğini) keşfetmişlerdir. Bu şekildeki tertib, ay tutulduğu için güneş’in ay’ın üstünde olduğunu gösterir. Ancak güneş’in diğer yıldızların altında mı üstünde mi olduğunu göstermez. Çünkü güneş doğarken diğer yıldızlar kaybolduğu için, bunlardan herhangi biri ile tutulmaz.[3]

Tefsirinde çok daha uzun ve sıradan insanlar için anlaması mümkün olmayan daha uzun açıklamalar yapan Razi’ye göre tabaka halinde bulunan yedi gök tabakaları şu şekildedir. “Ay küresi; onun üzerindeki semanın Utarid küresi; sonra Zühre küresi; sonra Güneş küresi, sonra Merih küresi, sonra Müşteri küresi, daha sonra da Zühal küresi olduğunu söylemişlerdir. Onlar sözlerine devamla şöyle demişlerdir.

Bu arada hemen belirtelim ki Razi’nin yedinci gök olarak tanıttığı Zühal küresi günümüz astronomları tarafından “Satürn” olarak isimlendirilmektedir. Ona göre yedi gök tabakası güneş sistemindeki bir gezegen olan Satürn’de son bulmaktadır.

Onun dediklerini doğru kabul etsek bile birçok ayet bahse konu olan yedi göğün bakmayla görülebilecek açıklıkta olduğunu söylemektedir. Oysa Razi’nin bahsettiklerini görmek veya anlamak için bilgin bir astronom olmak gerekmektedir.

اَلَمْ تَرَوْا كَيْفَ خَلَقَ اللّٰهُ سَبْعَ سَمٰوَاتٍ طِبَاقًاۙ
Nuh 71 / 15

‘Görmediniz mi, Allah yedi göğü tabaka tabaka nasıl yaratmıştır? (DİB meali)

اَوَلَمْ يَرَ الَّذ۪ينَ كَفَرُٓوا اَنَّ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ كَانَتَا رَتْقًا فَفَتَقْنَاهُمَاۜ وَجَعَلْنَا مِنَ الْمَٓاءِ كُلَّ شَيْءٍ حَيٍّۜ اَفَلَا يُؤْمِنُونَ
Enbiya 21 / 30

İnkâr edenler, göklerle yer bitişikken, bizim onları ayırdığımızı ve diri olan her şeyi sudan meydana getirdiğimizi görmediler mi? Hâlâ inanmayacaklar mı? (DİB meali)

Semalar ve Kur’an’daki tasvirler

Ayetlerin söylemi ile müfessir ve bilim insanlarının söylemleri daha temelde birbiriyle çelişmektedir. Çünkü ayetler bahse konu olan yedi göğün her akıl sahibi tarafından görülebilecek kadar açık olduğunu söylerken hem seküler bilim insanları (ki onlara göre gök yedi tane değil bir tanedir) hem de müfessirler yedi göğü anlamak için dehşet bir kozmoloji bilgisini gerekli kılmışlardır. Hatta son yüzyılda bu bir adım daha ileri götürülerek uzay düzlemini daha yakından inceleyen uzay teleskoplarının tespit ettiklerini bilmeyi bile zorunlu hale getirmişlerdir.

Bir şey hakkında asgari bilgi sahibi olmak her akıl sahibi insanın rahatlıkla erişebileceği bir şeydir ama asgari bilginin ötesine geçip daha detaylı bilgiler elde etmek her insanın yapabileceği bir şey değildir. Mesela, yeryüzünde yaşayan her akıl sahibi dünyayı aydınlatan ve ısıtan ışıkların güneşten geldiği bilgisine hiçbir açıklayıcı akla veya yüksek donanımlı aletlere ihtiyaç duymadan sadece gözlem yoluyla ulaşabilir. Ama o ışıkların ve ısının kaynağında nasıl oluştuğu, hangi aşamalardan geçtiği, hedefine nasıl ve ne kadar zamanda ulaştığı bilgisine ancak görünenin ötesine geçmesi ile ulaşabilir. Fakat o ısı ve ışıklar hakkında görünenin ötesine geçmiş bilgiler ne kadar derin ve çok olursa olsunlar sonuçta bilgilerin hepsi görünenin nasıl tezahür ettiği ile alakalıdır.

Kur’an her ne hakkında bilgi verirse versin, verdiği bilgilerdeki sunum dili her akıl sahibinin ulaşacağı düzeydedir. Bu yüzden Kur’an “din adamlığını” kesinlikle tanımaz ve Kur’an üzerinden böyle bir kitlenin ve hatta mesleğin oluşmasına asla sıcak bakmaz.

Şunu belirtelim ki “din adamlarının” ortaya çıkmasında Kur’an’ın anlaşılmaz, kapalı ve anlaması zor bir metin olması yatmaz. Ki zaten Kur’an öyle bir metin değildir. Din adamlarının ortaya çıkmasının sebebi asla Kur’an değil, insanların bizzat kendisidir. Tarih boyunca din adamları üzerinden Kur’an’a ulaşmak gibi kolaycı ve hazırcı bir yöntem izleyen geniş kitleler, Kur’an’ı anlamak için asgari düzeyde mutlaka olması gereken donanımları öğrenmeyi hep gereksiz görmüş, gerekli görse bile daima ötelemiştir. Çünkü her dönem ve çağda ona dini bilgileri veren, anlayış ve tıynetine uygun bir din adamı bulmakta hiç zorlanmamıştır. Din edinmenin yolunu din adamları üzerinden çizen geniş kitleler, hiçbir zaman dinlerini Kur’an’dan edinmemiştir.

Kolaycılığı dindarlık olarak kabul etmiş kitleler, din adamlarının peşine takıldıkça Kur’an’dan daha uzaklaşmış, din adamlarının bir şekilde Kur’an’dan devşirdikleri görüş ve yorumlarını dinin aslı olarak kabul etmişlerdir. Yaşanılan sosyal hayat lafzen olmasa bile fiilen Kur’an öğrenimini hayatın en gereksiz işlerinden ve daima ötelenebilen bir şey olarak görmeye zorlamış ve en nihayetinde Kur’an’ı, kapitalist, tüketime dayalı bir sosyal hayatın içinde platonik ilişki kurulabilen eski bir metin haline getirmiştir. Doğrusu, halkının ezici çoğunluğu kendisini Kur’an’a iman eden kişiler olarak tanımlasa bile, seçilen yaşam biçimleri, devlet düzenleri, dünyaya hâkim olan sistemler yüzünden günlük hayatlarında Kur’an her an ihtiyaç duyulan bir metin olma özelliğini çoktan kaybetmiştir. Çünkü hayat biçimi tercihleri üzerinde Kur’an’ın ya etkisi hiç yoktur ya da bu etki oldukça kısmidir. Kabul etmesi zor gelse de Kur’an’a iman lafızların ötesine geçmemektedir.

İşte kişisel donanım olarak kendisini Kur’an’dan oldukça uzağa konumlandıran geniş halk kitleleri Kur’an’ın özellikle varlıklar hakkındaki sunumlarında kullandığı dili anlamamaktadır. Bunun üstüne kendisi ile Kur’an arasına konumlandırdığı din adamlarının güya ayetleri daha anlaşılır kılmak için kullandıkları çok üst düzey sunumlarda eklenince, muhatap alınan geniş halk kitleleri kendisini Kur’an’ın muhatapları olarak görmemeye başlamışlardır ve hatta görmemektedirler.

Bu yüzden çok basit bir şekilde kavminin tamamını muhatap alan ‘Görmediniz mi, Allah yedi göğü tabaka tabaka nasıl yaratmıştır? (DİB meali) bu çağrısını, Newton’lara, Stephan Hawkins’lere, Einsteine’lere yapılmış çağrı gibi algılamıştır. Kendisiyle Kur’an arasına konuşlandırdığı din adamlarının bu ayetleri açıklarken kullandıkları yüksek kozmoloji bilgisi gerektiren sunumlar da eklenince, gökleri anlamak sıradan insanın ilgisinden tamamen çıkıp gitmiştir. Çünkü o sunumlara göre bu ayetteki gökleri anlamak için evrenin ilk oluşum safhalarını anlatan kozmik nazariyelerin (teorilerin) – ki bu nazariyelerin hepsi de günümüzde “Seküler bir varlık anlayışı” üzerine temellendirilmiştir – hepsini çok iyi bilmek gerekmektedir.

Bu yazdıklarımızdan bizim bilim düşmanlığı yaptığımız sonucuna ulaşmak isteyenler için hemen belirtelim ki söylediklerimizin bilim düşmanlığı veya dostluğu ile hiçbir alakası bulunmamaktadır. Çünkü “bilim” denilen şeyin herhangi bir tarifi yoktur ki ona düşmanlık veya dostluk yapalım. Dahası “bilim” denilen şey homojen yekpare bir şey de değildir. Bugün var olan anlayışa göre varlığın büyük bir patlama ile başladığını söyleyen “big bang” teorisi de bilimdir, bu teoriyi tamamen dışlayan ve onun zıddına nazariyeler ortaya koyan “kum saati” teorisi de bilimdir. Esasen “bilim” kavramı çağdaş putlardan müsemması olmayan ilah gibidir. Her isteyenin kolayca takabileceği aldatıcı bir maskeden başka bir şey değildir. Esasen “bilim” denilen şey çeşitli dünya görüşlerine sahip uzman kişilerin deney ve gözlem yoluyla varlıklar hakkında elde ettiği bilgilerdir. Kendilerine bilim insanı denilen bu kişilerin varlıklar hakkında elde ettikleri bilgilerin tamamı ya askeri ya da yeryüzüne hâkim olan kapitalist, tüketime dayalı hayat biçiminin ihtiyaçlarını karşılayacak eşyaların üretiminin hizmetindedir. Bilim insanlarının elde ettiği bilgilerin tamamı yeryüzünü yaşanılmaz hale getiren, tabi dengeyi bozan, savaşlar çıkarıp binlerce insanın ölümüne sebep olan şeyleri üretmiştir. Açlığı, zulmü, adaletsizliği, tabi dengenin bozulmasını, haksızlıkları evrensel olgu olarak kabul eden bilim hiçbir şekilde bu sorunları çözecek bir bilgi üretmemiştir. Çünkü bilim denilen sahte ilah daima kapitalist kodamanların emrinde bir emir eri olmaktan öteye şahsiyet takınmamıştır. Bilim insanları, Yüce Allah’ın gönderilen ayetlerini suiistimal eden din adamlarının, varlık ayetlerini suiistismal eden ikiz kardeşleridir. Sonuçta biri Yüce Allah’ın gönderilen ayetlerindeki bilgileri, diğeri Yüce Allah’ın varlık ayetlerine yerleştirdiği bilgileri suiistimal etmektedir. Nasıl ki İlkesiz, çerçevesiz, aldatıcı din adamlarına ve din anlayışına karşı olmak din düşmanlığı değilse, ilkesiz, çerçevesiz, kapitalist kodamanların emir eri olan bilim adamlarına düşmanlık beslemek de bilime düşman olmak değildir. Bilim adı altında pazarlanan ve insanları tamamen bir tüketim kölesine çeviren anlayışa karşı çıkmak asla bilim düşmanlığı değildir.

Ne yazık ki bugün Kur’an’da bahsedilen kozmik varlığı anlamak işte bu iki sömürgeci grubun kıskacındadır. Tarafsız bir gözle bakıldığında her iki kesimin de varlığı tanımlamak için yaptıkları sunumlar sıradan insanı hiç ama hiç ilgilendirmemiştir. Güneş ışığının fotonlarının güneşin merkezinde 1,5 milyon yıl önce oluşmaya başladığı bilgisi, ışınların dünyaya gelişinin 8 dakika sürdüğü bilgisi güneşi Allah’ın yaratıklarından bir yaratık olarak algılayan sıradan insanın güneşe bakışında ve ona karşı tavır geliştirmesinde etkisi neredeyse yok gibidir.

Bilim insanlarının, tarihçilerin ve din adamlarının el birliğiyle geçmiş insanları güneşi bir ilah olarak görecek kadar ilkel oldukları bilgisi ise tam bir aldatmacadır. Çünkü Yüce Allah, en azından ilk resulden başlayarak güneşin Yüce Allah’ın yaratıklarından bir yaratık olduğu bilgisini mütemadiyen ulaştırmıştır. Biraz önce günümüzden binlerce yıl önce yaşamış Nuh’un kendi kavminin dikkatini “tabaka halindeki yedi göğe” çekmesi bunun en basit örneğidir.

Varlık anlayışını Yüce Allah’tan soyutlama üzerine temellendirmiş Seküler bilim, varlıkların bir yaratanı olmadan oluştuğunu, hangi yollarla ortaya çıktığı belli olmayan insan türünün daima başıboş olduğunu, insan türünün konuştuğu diller de dahil olmak üzere bilgiyi edinme ve bir diğerine aktarma yollarının tesadüfen geliştiğini zaten temel olarak almaktadır. Varlığı daha en baştan Yüce Allah’ın iradesinden soyutlayan bu anlayışın Kur’an ayetleriyle örtüşen bir varlık anlayışına ulaşması asla mümkün değildir.

Kur’an’ın varlıklar, kozmoloji, evren hakkında verdiği bilgilerin hepsi, bunlar hakkında bilgisiz olan insanı bilgilendirmek için değildir. Bu bilgilerin tek bir amacı vardır “varlık Yüce Allah tarafından var edilmiştir” ve hiçbir şey tesadüfü, plansız, programsız değildir. Yoksa bunlar “malumat” değildir. İşte bu yüzden Yüce Allah uzaydan, gök cisimlerinden, dağlardan, nehirlerden, bitkilerden, hayvanlardan vs. bahsederken sunumlarını hep sıradan insanı hedef alarak yapmıştır. Çünkü güneşin tapınılacak bir ilah olmadığını anlamak için astronom olmaya asla gerek yoktur. Bunun için “salim bir akıl” yeterlidir.

اِنَّ ف۪ي خَلْقِ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَاخْتِلَافِ الَّيْلِ وَالنَّهَارِ وَالْفُلْكِ الَّت۪ي تَجْر۪ي فِي الْبَحْرِ بِمَا يَنْفَعُ النَّاسَ وَمَٓا اَنْزَلَ اللّٰهُ مِنَ السَّمَٓاءِ مِنْ مَٓاءٍ فَاَحْيَا بِهِ الْاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا وَبَثَّ ف۪يهَا مِنْ كُلِّ دَٓابَّةٍۖ وَتَصْر۪يفِ الرِّيَاحِ وَالسَّحَابِ الْمُسَخَّرِ بَيْنَ السَّمَٓاءِ وَالْاَرْضِ لَاٰيَاتٍ لِقَوْمٍ يَعْقِلُونَ
Bakara 2 / 164

Şüphesiz, göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde, insanlara yarar sağlayacak şeylerle denizde seyreden gemilerde, Allah’ın gökyüzünden indirip kendisiyle ölmüş toprağı dirilttiği yağmurda, yeryüzünde her çeşit canlıyı yaymasında, rüzgârları ve gökle yer arasındaki emre amade bulutları evirip çevirmesinde elbette düşünen bir topluluk için deliller vardır (DİB meali)

Göklerin ve yerin yaratılmasından, yağmurla canlanan tabiata kadar uzanan bu panoramik ayetlerin muhatap aldığı kitlenin özelliği, ayetin sonunda gelen لِقَوْمٍ يَعْقِلُونَ (li kavmin ya’kilune) ifadesi ile özetlenmiştir. Bu ifade aklı olan her insanı ayetin muhatabı haline getirmektedir. Her biri dehşetengiz semantik derinliğe sahip bu konuları insanlığın gündemine sokan Kur’an, asgari düzeyde bunları anlamak için gerekli olan tek şeyin akıl olduğunu ifade etmektedir. Bu ayette kullanılan dil anlamak için gerekli olan alt limiti sunmuş ve dilini ona göre belirlemiş ama üst limiti belirlememiştir. Çünkü üst limit her insanın yapabileceği bir şey değildir. Ama alt limit her insanın yapabileceği bir şeydir. İşte bu alt limitten sonra elde edilen bilgilerin tamamı, tüm insanların erişebileceği bu alt limit üzerine temellendirilmek zorundadır.

Kur’an’ın kozmik olayları sunarken hedef aldığı bu alt limit ayetleri anlamanın olmazsa olmaz düzeyidir. Eğer Kur’an’ın bahsettiği konular ilk önce bu düzeyde anlaşılmıyorsa, ondan sonra oluşturulacak bilgilerin hepsi temelden yoksundur demektir. Ne yazık ki, Kur’an bilgilerinin pek çoğu ulema (!) eliyle oluşturulan çerçevesiz bir zemine oturtulmuştur. Bu konuda verebileceğimiz pek çok örnek olmasına rağmen bu yazının konusu Kur’an’da geçen “Sema, Semavat, Yedi Semavat, Yedi tabaka Semavat ve Ard” kavramlarının ifade ettiği şeylerin anlaşılmasına çalışılmasıyla sınırlıdır.

2. BÖLÜM:

Her şeyden önce başımızı kaldırdığımızda gördüğümüz Sema’nın birbiri üzerine yedi kat olması ve hatta ayetlere göre bunun bakılınca görülebilen bir şey olması gerektiği bilgisine rağmen geleneğin oluşturduğu müktesebatta “yedi semavat” hakkında biri diğerini tutmayan 8 farklı görüş ileri sürülmüştür. Fakat bunca müktesebata ve hatta seküler bilime rağmen “yedi semavat” neresidir? sorusu hala cevapsızdır.

Hemen belirtelim ki Kur’an’ın gördüğümüz gökleri biri diğeri üzerine yedi kat olarak sunması, eski – yeni tüm seküler nazariyelerle çelişmektedir. Çünkü seküler bilim insanları tüm varlığın tek bir uzay düzleminde olduğunu söylemektedir. Bu yönüyle Kur’an, seküler bilimin uzay (sema) sunumlarıyla daha en başta çelişmiş olmaktadır. Garip olan şudur ki; böyle olmasına rağmen müfessirlerin tamamı Kur’an’da geçen “yedi semavat” ifadelerini hep uzayın tek bir düzlem olduğunu söyleyen seküler bilimin tanımlamaları üzerinden anlamaya çalışmıştır. Fakat onca çabaya rağmen biraz önce de belirttiğimiz gibi “yedi göklerin” neresi olduğu sorusu hala cevapsız bir soru olmaya devam etmektedir.

YEDİ GÖK

Müfessirlerin gökler hakkında getirdikleri görüşler tüm Kur’an’a yayılmış olmasına rağmen, göklerin üst üste binmiş yedi tabaka halinde olduğuna dair getirdikleri açıklamalar göklerin yedi kat olduğunu belirten az sayıdaki ayet üzerinden olmuştur. Kur’an’da tek bir istisnası dahi olmadan tüm müfessir ve meal yazarlarının “yedi gök” anlamını verdikleri سَبْعَ سَمٰوَاتٍ (seb’a semavat) ifadeleri şu ayetlerde geçmektedir.

1. Bakara 29

2. Fussilet 12

3. Talak 12

4. Mülk 3

5. Nuh 15

Bu ayetlerin hepsinde ifade nekira olarak ve sayı-temyiz[4] şeklinde geçmektedir. Aynı ifade Mü’minun 86. ayette marife halde sıfat mevsuf[5] olarak السَّمٰوَاتِ السَّبْعِ (Es-Semavati’s Seb’a) şeklinde geçmektedir. Bunun yanında Mü’minun 23/17 ayette geçen şu ifadeler de kimi müfessirler tarafından “yedi gökler” olarak anlaşılmıştır.

وَلَقَدْ خَلَقْنَا فَوْقَكُمْ سَبْعَ طَرَٓائِقَۗ وَمَا كُنَّا عَنِ الْخَلْقِ غَافِل۪ينَ
Mü’minun 23 / 17

Andolsun, biz sizin üzerinizde yedi yol yarattık. Biz yarattıklarımızdan habersiz değiliz. (DİB meali)

وَبَنَيْنَا فَوْقَكُمْ سَبْعًا شِدَادًاۙ
Nebe 78 / 12

Üstünüze yedi sağlam gök bina ettik. (DİB meali)

Bu iki ayete dikkat edilirse her iki ayetin metninde السَّمٰوَاتِ (es-semavat) kelimesinin olmadığı görülecektir. Fakat böyle olmasına rağmen müfessir ve meal yazarlarının tamamı, ayete tıpkı yukarıdaki meallerde olduğu gibi “yedi sağlam gök” şeklinde mana vermişlerdir. Bu ayetler üzerinde ilerleyen bölümlerde daha detaylı duracağımız için konuya devam ediyoruz.

İşte bu ayetlerden ve Kur’an’da 182 kez marife ve çoğul olarakالسَّمٰوَاتِ  (es-semavat) şeklinde geçen kelimelere dayanarak, müfessirlerin tamamı başımızı kaldırdığımızda gördüğümüz uzay düzleminin biri diğerinin üzerinde yedi tabaka halinde olduğunu söylemişlerdir. Haliyle bu söylem beraberinde yedi göğün nereler olduğu sorusunu da beraberinde getirmiştir. Giriş bölümünde ilmi çevreler tarafından çok muteber sayılan Razi’nin yedi gökleri şu şekilde tanımladığını belirtmiştik.

Kur’an bu ayette, “yedi gök” bulunduğunu göstermiştir. Astronomiciler bize en yakın semanın Ay küresi; onun üzerindeki semanın Utarid küresi, sonra Zühre küresi; sonra Güneş küresi, sonra Merih küresi, sonra Müşteri küresi, daha sonra da Zühal küresi olduğunu söylemişlerdir.[6]

Elbette ki günümüz teknolojik imkanlarına sahip olmayan Razi’nin yedi göklerin en sonuncusunu Satürn (Zühal küresi) olarak açıklaması, günümüz astronomları tarafından oldukça gülünç bulunmaktadır. Yine ilmi çevreler tarafından oldukça muteber kabul edilen Kurtubi ise “yedi gökler” ile alakalı şu açıklamaları getirmiştir.

“Tirmizi’nin rivayetine göre Ebu Hureyre şöyle demiştir; Allah’ın peygamberi ve ashab-ı kiram birlikte otururlarken bir bulutun geldiğini görürler. Allah’ın peygamberi (salat ve selam ona) şöyle buyurdu; “Bunun ne olduğunu biliyor musunuz?” Ashab-ı kiram: Allah resulü daha iyi bilir deyince Hz. Peygamber şöyle buyurdu: “Bu bulut işte bunlar yerin sulayıcılarıdırlar. Allah, bu bulutu kendisine şükretmeyen, kendisine de dua etmeyen bir topluluğun bulunduğu yere sürekler. – Devamla Hz. peygamber şöyle buyurdu-: “Üstünüzde neyin olduğunu biliyor musunuz?” Hz. Peygamber şöyle buyurdu: “Üstünüzde er-raki (dünya seması)’dır. Bu korunmuş bir tavan ve etrafı birleştirilmiş bir dalgadır. Daha sonra şöyle sordu. “Sizinle bu sema arasındaki uzaklığın ne kadar olduğunu biliyor musunuz?” Ashabı kiram “Allah resulü daha iyi bilir” dediler. Hz. Peygamber şöyle buyurdu: “Sizinle bu sema arasında beş yüz yıllık bir mesafe vardır.” Sonra şöyle sordu: “Bunun da üstünde ne olduğunu biliyor musunuz?” Ashabı-ı kiram yine “Allah ve resulü daha iyi bilir” dediler. Hz. Peygamber şöyle buyurdu: Bunun üstünde aralarında beş yüzer yıllık mesafe bulunan iki sema daha vardır. Hz. Peygamber bu şekildeki açıklamalarını yedi semaya kadar sürdürdü. Ve her iki sema arasındaki uzaklık yer ile gök arasındaki uzaklık kadardır. Hz. Peygamber daha sonra şöyle sordu. “Bunun da üstünde neyin olduğunu biliyor musunuz?” Onlar: “Allah ve resulü daha iyi bilir” dediler. Hz. Peygamber şöyle buyurdu: “Bunun da üzerinde arş vardır. Arş ile sema arasında ise her iki sema arasındaki uzaklık kadar vardır.”[7]

Her iki anlatımın ortak noktası göklerin biri diğeri üzerine kurulu olduğu yedi kat halinde olmasıdır. Kurtubi Razi’den farklı olarak hangi ölçü birimi olduğunu belirtmese de göklerin tabakaları arasındaki mesafenin beş yüzer yıllık uzaklıkta olduğunu söylemiştir. Bu beş yüzer yıllık mesafenin yaya, eşek, at, deve yürüyüşüyle mi yoksa başka bir şeyle mi alakalı olduğunu belirtmeyen Kurtubi’nin bu açıklamaları Allah Resulünün dilinden aktarmış olduğuna dikkat çekmek isteriz.

Eski-yeni müfessir veya ulemanın hiçbiri yedi semanın katlarının nerede başlayıp nerede bittiğini söylememiş olsa da aşağıdaki ayetlerde geçen السَّمَٓاءَ الدُّنْيَا (es semaa’d dünya) ifadelerinden birinci kat semayı tespit etmişlerdir.

فَقَضٰيهُنَّ سَبْعَ سَمٰوَاتٍ ف۪ي يَوْمَيْنِ وَاَوْحٰى ف۪ي كُلِّ سَمَٓاءٍ اَمْرَهَاۜ وَزَيَّنَّا السَّمَٓاءَ الدُّنْيَا بِمَصَاب۪يحَۗ وَحِفْظًاۜ ذٰلِكَ تَقْد۪يرُ الْعَز۪يزِ الْعَل۪يمِ
Fussilet 41 / 12

Böylece onları, iki günde (iki evrede) yedi gök olarak yarattı ve her göğe kendi işini bildirdi. En yakın göğü kandillerle süsledik ve onu koruduk. İşte bu, mutlak güç sahibi ve hakkıyla bilen Allah’ın takdiridir. (DİB meali)

وَلَقَدْ زَيَّنَّا السَّمَٓاءَ الدُّنْيَا بِمَصَاب۪يحَ وَجَعَلْنَاهَا رُجُومًا لِلشَّيَاط۪ينِ وَاَعْتَدْنَا لَهُمْ عَذَابَ السَّع۪يرِ
Mülk 67 / 5

Andolsun biz, en yakın göğü kandillerle donattık. Onları şeytanlara atılan taşlar yaptık ve (ahirette de) onlara alevli ateş azabını hazırladık. (DİB meali)

Bu ve benzeri ayetlere verilen meallere göre içinde dünya gezegenin, güneşin, uzak yakın yıldızların kısacası görebildiğimiz tüm gök cisimlerinin bulunduğu uzay düzlemi birinci kat sema olmaktadır. Diğer altı kat sema ise bu birinci katın daha ötesindedir. Hatta bazı meal yazarları bundan o kadar emindirler ki içinde birinci kat sema ifadesi geçmediği halde bazı ayetlerde tek başına geçen sema kelimesine “birinci kat sema” anlamı vermekte hiçbir beis görmemişlerdir.

وَلَقَدْ جَعَلْنَا فِي السَّمَٓاءِ بُرُوجًا وَزَيَّنَّاهَا لِلنَّاظِر۪ينَۙ
Hicr 15 / 16

(Birinci kat) Gökte yıldızlar (burçlar) oluşturduk. Seyredenler için onları süsledik. (Süleymaniye Vakfı meali)

Giriş bölümünde السَّمَٓاءِ (es-sema) kelimesinin tüm Kur’an’da tekil olarak 120 kez geçtiğini, bunun yanında çoğul olarak geçen سَمٰوَاتٍ (semavat) kelimesinin ise 190 kez geçtiğini belirtmiştik. Semavat kelimesi tekil olarak geçen Sema kelimesinden çok daha fazla olsa da “kuşların uçtuğu, rüzgarların estiği, bulutların yürüdüğü, güneş, ay, gezegenler, tekil ya da çoğul yıldızların olduğu, burçların bulunduğu yerin sadece sema olduğu belirtilmiştir. Yani müfessirlerimize göre tüm gök cisimleri birinci kat Semada bulunmaktadır. Kur’an’ın tamamında çoğul olarak geçen Semavatta hem akıllı hem de akılsız varlıkların bulunduğu söylenmektedir ama tek bir ayette bile semada bulunan şeylerin Semavatta olduğuna dair herhangi bir anlatım geçmemektedir.

İşte tam da bu durum sema ve semavat kavramlarının ifade ettiği mekanların kesin hatlarla belirlenmesini zorunlu kılmaktadır. Çünkü eğer gördüğümüz tüm gök cisimleri birinci kat semada ise ve diğer altı sema birinci kat semanın daha ötesindeyse, çok ötelerde olan o gökleri bırakın çıplak gözle görmeyi günümüz en gelişmiş teleskopları bile henüz görmemişlerdir.

اَلَمْ تَرَوْا كَيْفَ خَلَقَ اللّٰهُ سَبْعَ سَمٰوَاتٍ طِبَاقًاۙ
Nuh 71 / 15

‘Görmediniz mi, Allah yedi göğü tabaka tabaka nasıl yaratmıştır? (DİB meali)

Kafirlere “görmediniz mi” diye eleştirisel bir soru soran bu ayet, kafirlerden asla göremeyecekleri bir şeyi görmelerini mi istemektedir?

اَوَلَمْ يَرَ الَّذ۪ينَ كَفَرُٓوا اَنَّ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ كَانَتَا رَتْقًا فَفَتَقْنَاهُمَاۜ وَجَعَلْنَا مِنَ الْمَٓاءِ كُلَّ شَيْءٍ حَيٍّۜ اَفَلَا يُؤْمِنُونَ
Enbiya 21 / 30

İnkâr edenler, göklerle yer bitişikken, bizim onları ayırdığımızı ve diri olan her şeyi sudan meydana getirdiğimizi görmediler mi? Hâlâ inanmayacaklar mı? (DİB meali).

Bu ayet, bırakın yerle göklerin bitişik halini görmeyi, ayrı hallerini bile görmekten aciz olan kişileri, hiç göremeyecekleri bir şey üzerinden mi kınamaktadır.

اَوَلَمْ يَنْظُرُوا ف۪ي مَلَكُوتِ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَمَا خَلَقَ اللّٰهُ مِنْ شَيْءٍۙ وَاَنْ عَسٰٓى اَنْ يَكُونَ قَدِ اقْتَرَبَ اَجَلُهُمْۚ فَبِاَيِّ حَد۪يثٍ بَعْدَهُ يُؤْمِنُونَ
Araf 7 / 185

Onlar göklerdeki ve yerdeki sınırsız hükümranlık ve nizama, Allah’ın yarattığı her şeye, ecellerinin yaklaşmış olabileceğine hiç bakmadılar mı? Peki, bundan sonra artık hangi söze inanacaklar? (DİB meali)

Göklerin neresi olduğunu bile bilmeyenlerin, o göklerin melukutuna bakması nasıl mümkündür ki?

قُلِ انْظُرُوا مَاذَا فِي السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۜ وَمَا تُغْنِي الْاٰيَاتُ وَالنُّذُرُ عَنْ قَوْمٍ لَا يُؤْمِنُونَ
Yunus 10 / 101

De ki: “Göklerde ve yerde neler var, bir baksanıza.” Fakat ayetler ve uyarılar, inanmayan bir topluma hiçbir fayda sağlamaz. (DİB meali)

Birinci kat semadan başkasını görmelerinin imkânı olmayanlara kalkıp da “göklerde neler var bir baksanıza” demenin mantığı nedir? Eğer gökler birinci kat semanın daha ötesinde ise orayı görmek nasıl mümkündür?

وَكَاَيِّنْ مِنْ اٰيَةٍ فِي السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ يَمُرُّونَ عَلَيْهَا وَهُمْ عَنْهَا مُعْرِضُونَ
Yusuf 12 / 105

Göklerde ve yerde nice deliller vardır ki yanlarına uğrarlar da onlardan yüzlerini çevirerek geçerler. (DİB meali)

Birinci kat semanın da ötesinde bulunan göklerdeki ayetlerin yanından, aldırmadan geçip gitmek nasıl mümkündür?

Görüldüğü gibi yıldızların, burçların, gök cisimlerinin bulunduğu semanın birinci kat sema olduğu ve diğer altı kat semayı da birinci kat semanın ötesinde olduğu söylenince yukarıya aldığımız ve almadığımız birçok ayet anlaşılamaz bir hale gelmektedir.

Bu durumu seküler bilimle açıklamaya çalışanlar, seküler bilimin “evren düzlemi” dediği uzay boşluğunu birinci kat sema olarak almakta ve bu semanın ötesinde altı tane daha sema olduğunu söylemektedirler. Bu yaklaşım biçimi çoklu evren teorisine uygun gelse de “görmediniz mi? bakmadılar mı? baksanıza” şeklinde gelen ayetlerle taban tabana çelişmektedir. Çünkü bu şekilde başlayan ayetler, bahse konu edilen yedi göklerin görülebilecek şekilde olduğunu göstermektedir. Gördüğümüz semanın daha ötesini görmeye henüz hiç kimse muktedir olamamıştır.

Gördüğümüz semanın birbiri üzerine yedi tabaka halinde oluşu, seküler bilimin tüm nazariyelerini üzerine temellendirdiği tek bir uzay düzlemi bilgisi ile taban tabana çeliştiğini biraz önce belirtmiştik. Kozmoloji hakkında Kur’an ile seküler bilimin daha en başta çeliştiğini gören müfessirler, bu çelişkiyi giderebilmek için bir hayli çaba sarf etmişlerdir. Çelişkileri giderme adına yapılan bu çabalar “yedi gökler” hakkında bir hayli farklı görüşün ortaya çıkmasına neden olmuştur. Razi ve Kurtubi gibi eski müfessirlerin konuya açıklık getirmek için söyledikleri şeylerin, konuyu açıklamaktan ziyade daha da anlaşılmaz bir hale soktuğunu az önce görmüştük. Aslına bakılırsa Kur’an’da geçen “yedi gökler” tabirinden yola çıkarak uzay düzlemini birbiri üstüne yedi kat olarak tarif ettikten sonra, yine Kur’an’da geçen “semae’d dünya” ifadelerinden de birinci kat semanın yıldızların, ayın, gezegenlerin, takım yıldızlarının, galaksilerin, nebulaların bulunduğu uzay düzlemi olduğu, geri kalan altı kat semanın ise bu semanın daha da ötesinde bulunduğu söylemi daha en baştan hem Kur’an hem de seküler bilim ile çelişmektedir. Çünkü az önce de gördüğümüz gibi birçok ayet bahse konu olan semaların gözlemlenebilir olduğunu bildirmektedir.

Biraz önce eski – yeni müfessirlerin tamamının Kur’an’da geçen “yedi gökler” tabirini daima çağdaşları olan kozmoloji bilginlerinin görüşleri üzerinden açıkladıklarını söylemiştik. Kozmoloji hakkındaki bilgiler her çağda değiştikçe, yeni şeyler keşfedildikçe, farklı nazariyeler ortaya atıldıkça, müfessirler de görüşlerini çağlarının kozmoloji ilmine göre yenilemişlerdir. Bu durum Kur’an’da geçen “yedi gökler” tabiri hakkında birbirinden farklı binlerce görüşün ortaya çıkmasına neden olmuştur. Tek başına bunları derlemek bile devasa bir çalışma gerektirmektedir. Bütün bunlara rağmen konu sıradan insanın anlayamayacağı kadar karışık bir hal almıştır. Dahası tüm çabalara rağmen yedi göğün nereler olduğu hakkında hiçbir ilerleme kaydedilmemiştir. Tam burada konunun ulema tarafından nasıl ortaya konulduğunun aktarılması gerekmektedir. Fakat konu çağlar boyunca gelişen kozmoloji ilmine göre hep yeniden ve geçmişten farklı olarak takdim edildiği için ulema görüşlerini aktarırken eskiler ve yeniler olarak ayrım yapılması gerekmektedir. Bunun yanında müfessirlerin konuyu farklı Kur’an perspektiflerinden açıklamaya çalışırlarken rivayet tefsiri, dirayet tefsiri, ilmi tefsir gibi izledikleri farklı metotlar, konunun derli toplu bir şekilde aktarılmasını zorlaştırmaktadır. Hemen belirtelim ki hangi metodu benimserlerse benimsesinler müfessirlerin tamamı göklerin birbiri üzerine yedi tabaka olduğu hakkında hem fikirdirler. Fikir ayrılıkları göklerin yedi tabaka oluşunda değil, tabakaların hangileri olduğu, hangi tabakanın nerede başlayıp nerede bittiği hakkındadır. Bu görüşleri aktarırken eski – yeni ayrımı yapmak sanırız yerinde olacaktır.

YEDİ GÖK TABİRİ HAKKINDA SÖYLENENLER

Aslına bakılırsa neye göre eski – yeni ayrımı yapılacağı sınırları belli olan bir ayrım değildir. Çünkü konu hep neredeyse her gün yeni şeyler keşfeden, durmadan gelişen seküler bilimin kozmoloji hakkında söyledikleri üzerinden açıklandığı için dün söylenenler bile bugüne göre eski olmaktadır. Mamafih, biz eski – yeni ayrımını itibar görmüş müfessirlerin söylemleri üzerinden yapacağız.

1. Kurtubi ve onun gibi düşünenlerin tefsirlerine aldıkları rivayet üzerinden geliştirdikleri yedi sema açıklaması her biri arasında beş yüzer yıllık mesafe bulunan yedi tabaka halindeydi. Rivayeti ve Kurtubi’nin görüşlerini giriş bölümünde aktarmıştık. Hemen belirtelim ki mesafeleri ölçen ölçü birimleri arasında “yıl” gibi bir ölçü birimi bulunmamaktadır. Çünkü yıl mesafeleri ölçmek için değil zamanı ölçmek için kullanılan bir kavramdır. Anlatım “beş yüz yıllık insan yürüyüşü mesafesi, beş yüz yıllık at yürüyüşü mesafesi, beş yüz yıllık deve yürüyüşü mesafesi” şeklinde olsaydı söylenen sözden ne kast edildiği anlaşılır olurdu. İfadedeki bu eksikliği fark eden kimi ulema “beş yüz yıllık mesafe” tabirinin herhangi bir ölçü birimi olmadığını çokluktan kinaye olsun diye söylenmiş bir söz olduğunu söylemişlerdir. Yoksa günümüzde 13,8 milyar ışık yılı uzaklığındaki yıldızları bile gözlemleyen günümüz kozmoloji bilgisine göre Kurtubi’nin Allah Resulü Muhammed’in dilinden aktardığı şeyler oldukça komik olacaktır.

2. Kendi çağının kozmoloji bilgisini temel alan Razi gibi alimler yedi gökleri şu şekilde ifade etmişlerdir. “Astronomiciler bize en yakın semanın Ay küresi, onun üzerindeki semanın Utarid küresi, sonra Zühre küresi, sonra Güneş küresi, sonra Merih küresi, sonra Müşteri küresi, daha sonra da Zühal küresi olduğunu söylemişlerdir.” Kendisi de kozmoloji ilmine vakıf olan Razi ve onun gibi düşünenlerin “yedi gökler” hakkında getirdikleri bu tanımlama dünyadan 1.275.000.000 km uzaklıktaki Satürn’de son bulmaktadır. Kaldı ki bu şekilde düşünen ulemaya göre ayetlerde geçen “yedi semavat” ifadesindeki 7 sayısı da bildiğimiz manada bir sayıyı ifade etmekten çok, kesretten kinaye olarak algılanmıştır. Yani onlara göre gökler yedi de olabilir yedi yüz de. Ayetlerin yedi sayısını ifade etmesi bunun önünde engel değildir. Hemen belirtelim ki belki de müfessirler arasında yedi gökler hakkında konuyu birçok yönden açıklamaya çalışan Elmalılı Hamdi Yazır da yedi sayısı hakkında tıpkı onlar gibi düşünmektedir.

3. Yedi gökleri İbn-i Abbas’tan gelen bir rivayete dayanarak günümüzde “çoklu evren” şeklindeki görüşle örtüşür şekilde açıklayanlar. İbn-i Abbas’tan gelen rivayet Talak suresinin 12. ayeti bağlamında sorulan bir soru ile alakalıdır. Ayet ve peşinden gelen rivayet şu şekildedir.

اَللّٰهُ الَّذ۪ي خَلَقَ سَبْعَ سَمٰوَاتٍ وَمِنَ الْاَرْضِ مِثْلَهُنَّۜ يَتَنَزَّلُ الْاَمْرُ بَيْنَهُنَّ لِتَعْلَمُٓوا اَنَّ اللّٰهَ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَد۪يرٌۙ وَاَنَّ اللّٰهَ قَدْ اَحَاطَ بِكُلِّ شَيْءٍ عِلْمًا
Talak 65 / 12

Allah, yedi göğü ve yerden bir o kadarını yaratandır. Allah’ın emri bunlar arasından inip durmaktadır ki, Allah’ın her şeye kadir olduğunu ve Allah’ın her şeyi ilmiyle kuşattığını bilesiniz. (DİB meali)

Gök katları kavramının yorumları

Mücahid’in rivayet ettiğine göre, İbn Abbas’a bu ayetin anlamı sorulduğunda, o “sizlere bu ayetin tefsirini açıklarsam inkâr ve küfre saplanırsınız” demiştir. Buna rağmen İbn Cerir, İbn Ebi Hatim, Hâkim ve Beyhaki Ebu Duha’dan farklı lafızlar ile İbn Abbas’ın açıklamasını nakletmişlerdir. “Her âleme, tıpkı bizim peygamberlerimiz gibi Âdem, Nuh, İbrahim, İsa gibi peygamberler gelmiştir.[8]

Mevdudi, Tefhimu’l Kur’an adlı eserinde bu rivayeti aktardıktan sonra eski alimlerin “ulemanın bir kısmı bir rivayetin yalan ve uydurma olduğunu söylemişlerdir. Molla Aliyyul Kari “bu söz İbn Abbas’a ait olsa bile İsrailiyattandır” şeklindeki itirazlarını da aktarır ve kendi görüşü olarak şunu söyler: “Bu rivayetin reddedilmesindeki temel gerçek, akla sığmayışıdır. Oysa bunda akla muhalif bir şey yoktur. Allame Alusi tefsirinde şöyle yazar: Bu yorumu kabul etmeyi aklen ve şeran engelleyen bir şey yoktur.” Yani her alemde yaşayan canlılar vardır ve insanın Âdem’e raci oluş gibi, onlar da kendi asıllarına racidir. Ayrıca bizim dünyamızda nasıl Nuh, İbrahim gibi insanlar arasından seçilen peygamberler varsa, her alemde de kendi aralarında seçilmiş peygamberler vardır. Alusi şöyle devam ediyor: “Yeryüzünün ve gökyüzünün sayısının 7’den fazla olması mümkündür. Zira 7 sayısını kesin bir niteleme olarak anlamak zorunlu değildir. Yani bu sayının daha fazla olmasını nefyetmez.” Nitekim bazı hadislerde bir sema ile diğer sema arasında 500’er yıllık mesafe olduğu ifade edilmiştir. Alusi burada da kast olunanın mesafe tayini olmadığını söylüyor. Belki de maksat bir gerçeği aklın kavrayabileceği şekilde anlatmaktadır. Bu noktada Amerika’da RAND şirketinin teleskop aracılığıyla, iklim vs. şartları bizimkine benzer olan canlı yaratıkların yaşama ihtimalinin bulunduğu 600.000.000 yıldız ve gezegen tespit etmiş olması oldukça dikkate değerdir.[9]

Yedi göğü bu ifadeler üzerinden açıklamaya çalışanların söyledikleri özetle şöyledir: “Kur’an’da geçen “seb’a semavatin” ifadeleri göklerin tabaka tabaka olduğunu belirtmekle beraber, tabaka tabaka olan göklerinin sayısının “yedi” ile sınırlı olması gerekmemektedir.

§  Çok itibar görmese de Kur’an’da geçen “yedi semavat” ifadesinin Asya, Afrika, Avustralya, Kuzey Amerika, Güney Amerika, Kuzey Kutbu, Güney Kutbu gibi yeryüzünün denizle ayrılmış kıtalarını ifade ettiğini söyleyenler de bulunmaktadır.

§  Yedi gök ifadesi üzerinde en fazla açıklama yapan müfessir olduğunu belirttiğimiz Elmalılı, Talak suresi 12. ayet bağlamında yedi gök tabirinin ifade ettiği farklı anlamları şu şekilde dile getirmiştir.

“Allah bilir ya bunun nüktesi şu şekilde olabilir: Gök, yükseliş̧ meydanı, yükselme sahası olan üst tarafı; arz, ağırlık menzili ve düşüş yeri olan alt tarafı işaret etmektedir. Emrin iniş̧ hükmüne göre hikmet ölçeğinde her oluşum için iniş ve düşüş merkezinin bir noktadan ibaret olması sebebiyle, bize göre altımızda bir iniş noktası, düşüş ve ağırlık merkezi olan arzımız tek olup buna karşı tepemizde duyularımızla yansıyan, ruh ve şuurumuza delil ufuklarından doğarak kalbimizi şahitler ötesindeki gayb hakikatine yükseltmek veya yere indirmek için kuşatıp çırpındıran gökler birden fazladır. Böylece cisimlerin hangisinden bakılsa yine yeri teşkil eden arz bir ve onu çepeçevre kuşatan gökler birden çoktur ve bunların hepsi de Allah Teâlâ’nın ilim ve kudretiyle ihata edilmiştir. Onun için ifadeye öyle bir şekil verilmiş̧ ki bir zemin üzerinde türlü türlü manzaralarıyla bakışları kuşatan ve neresinden bakılırsa bakış noktası gözetilmek şartıyla yüksek hakikatler arz eden yedi gök gibi sekil ve tabakaları ihtiva etmektedir.”[10]

Eğer من beyâniyye olursa “el-Arz’dan maksat, lâmın cins için olup arz cinsini ifade ettiğini, bu cinsin yahut bazısının yedi göğe olan benzerliğini ve o yedinin bizim arzımızla olan cins birliğini anlatır. Bu yöndeki benzerliğin yalnız sayıdan ibaret olmayıp, bazı hususi vasıflarda da olduğu anlaşılmaktadır. En sahih olarak kabul edilen bu ihtimale göre, arzımızın gezegenlerle, gezegenlerin de arzımızla bir cins birliği ve göklerle de bir benzerliği bulunduğu neticesi ortaya çıkar. Bundan da arzımızın bir gezegen ve gezegenlerin de az çok arzımız gibi, kendi alemlerinde birer ağırlık merkezi, bazı yaratıklara mesken ve bazı eserlere konak yeri olan maddi ve en azından maden ve nebatları içeren birer cisim oldukları sezilebilir. İkinci bir ihtimal de, الارض ’daki “lâm”ın ahd için olduğunu, arzın yalnız bizim arzımızdan ibaret olduğunu ifade eder ve buna nazaran da arzımızın kıtaları, tabakaları ve bölgeleri itibâriyle yedi göğe benzerliğini gösterir ki bu da bizi birçok araştırma yapmaya sevk eder. Bu manalarda من ‘in ba’ziyyet manası da düşünülüp düşünülmemesine göre birer fark meydana gelir.

Diğer bir durum daمن  ‘in iptidaiye olmasıdır ki bu surette de “Onu topraktan yarattı, sonra ol dedi artık olur”…”Sizi ondan yarattık “[11] ayetleri kabilinden olarak arzdan insanın yaratılışını ve onun nefsinde, üstündeki gökleri hususi ve mantıklı bir şekilde cisimlendiren ve düşündüren şuur ve idrak görüntülerinin yaratılışını ifade etmiş olur ki bu da beş duyu, akıl ve vahiyle birlikte yediden aşağı değildir. Ve yedi gök tabakasının böyle birbirine uygun olan ruhi işlere ait mertebelere göre düşünülmesi gibi bizim için pek önemli olan bir bakış̧ açısını da gösterir ki, göğe ait haberlerde tesadüf edilen sözleri bir dereceye kadar tasavvur edebilmek için bunun faydası vardır.”[12]

“Aralarına yavaş yavaş emir iniyor”… “Ve her göğe emrini vahyetti…”[13] buyurulduğu şekilde o yedi gökle arzdan da bir o kadarı arasında gerek hepsine ve gerek her biriyle ilgili olan, umumi, hususi bütün hareket ve sükûnları, hadise ve işleriyle tedbir ve iradelerine, kısacası kaza ve kaderleriyle  alakalı olan ilahi emir ve rabbani vahiy inip duruyor. Buradaki تنزل – امر – بين kelimelerine de dikkat etmek gerekir. Burada bizim arzımızla beraber, dahil olduğumuz ve güneş sistemi diye ifade ettiğimiz cisimler manzumesinin genel ve özel konumlarına bir işaret ve yaratılmalarından sonra onlarda beraberce yahut tek olarak veya karşılıklı bir denge halinde cereyan eden bütün mukadderatın, gerek onlarda kalan ve gerek bize kadar gelen ışık, hararet vesaire gibi bütün işlerin, onların tabiatlarında olan bir iş olmayıp bu manzumeden daha yüksekleriyle de ilgili olarak “De ki ruh rabbimin emrindedir…”[14] ayetinde buyurulan ruh gibi Allah katından inen bir emir olduğuna, böylece Kur’an’ın, bu emirlerin de gökler üstünden inen nur gibi Hz. Muhammed’in kalbine indirilmiş bulunduğuna tenbih edilmiştir.”[15]

Elmalılı’nın bu anlaşılması zor açıklamalarından Kur’an’da geçen “seb’a semavat” ifadelerinin manevi birtakım durumları gösterdiğini söylediği anlaşılmaktadır. Aslına bakılırsa Elmalılı bu söyleminde yalnız değildir. Eski yeni birçok müfessir onun bu görüşünü dillendirmiştir.

§  Kozmoloji ilminin baş döndürücü bir hızla geliştiğini gören bazı son devir uleması, Fussilet 41/53 ayetine dayanarak “yedi gökler” ifadesi hakkında şu yorumlarda bulunmuşlardır.

سَنُر۪يهِمْ اٰيَاتِنَا فِي الْاٰفَاقِ وَف۪ٓي اَنْفُسِهِمْ حَتّٰى يَتَبَيَّنَ لَهُمْ اَنَّهُ الْحَقُّۜ اَوَلَمْ يَكْفِ بِرَبِّكَ اَنَّهُ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ شَه۪
Fussilet 41 / 53

Varlığımızın delillerini, (kâinattaki uçsuz bucaksız) ufuklarda ve kendi nefislerinde onlara göstereceğiz ki, o Kur’an’ın gerçek olduğu onlara iyice belli olsun. Rabbinin, her şeye şâhit olması yetmez mi? (DİB meali)

Biz onlara (gelecek asırlardaki insanlara; Güneş sisteminin gökcisimlerinin ve yerkürenin yuvarlaklıklarını) göstereceğiz.” İfadesinde gelecek asırlardaki insanların, teleskop ve diğer uzay araçlarına sahip olacaklarına işaret vardır. Zirâ bu ayetin bildirdiği görmelerin hepsi de günümüzde gerçekleşti (uzaydan çekilen resimler vb. vâsıtasıyla).”

Genel olarak yukarıdaki Fussilet suresi ayetini bu şekilde yorumlayan ulema, karşılaştırma olarak bir başka ayeti de kendilerine dayanak olarak aldıktan sonra şunları söylemektedirler.

وَقُلِ الْحَمْدُ لِلّٰهِ سَيُر۪يكُمْ اٰيَاتِه۪ فَتَعْرِفُونَهَاۜ وَمَا رَبُّكَ بِغَافِلٍ عَمَّا تَعْمَلُونَ
Neml 27 / 93

De ki: “Hamd Allah’a mahsustur. O, ayetlerini size gösterecek ve siz de onları tanıyacaksınız. Rabbin, yaptıklarınızdan habersiz değildir.” (DİB meali)

“Yukarda bahsi geçen, Fussilet suresi ayetindeki سَنُر۪يهِمْ Onlara (gelecekteki insanlara gökcisimlerinin ve yerkürenin yuvarlaklıklarındaki ayetlerimizi- kudretimizin belgelerini-) göstereceğiz.” Fiil kelimesinin başında, ilerde göstermeyi bildiren;س “sin” harfi getirildiği gibi, Neml suresindeki:  سَيُر۪يكُمْ “Allah size, (gelecekteki siz insanlara zerrecik mahlukat ayetlerini) gösterecek.” Fiil kelimesinin başında da ilerde göstermeyi bildiren: س “sin” harfi getirilmiştir. Bu س “sin” harfi, gelecekteki göstermeyi bildiren istikbal edatıdır. Birinci gaip sığasıyla gelen: سَنُر۪يهِمْ fiil kelimesinin sonundaki هِم “onlar” zamiri gibi, ikinci muhatap hazır sığasıyla gelen: كُمْ “size” zamiri de teknolojik cihazlara sahip olan ve evvelki insanlara göre gayb sayılan şimdiki insanları kastetmektedir. Allah’ın bu zerrecik mahlukat ayetlerinden Güneş̧ sistemi gezegenlerini teleskopla ve dünyanın yuvarlaklık çevresini uzaya (Ay’a) çıkmakla görenler ve zerrecik mahlukat ayetlerini mikroskop cihazıyla görenler geleceğin şimdiki insanlarıdır. Her iki zamirde gelecekteki insanları kastediyor…

O halde سَيُر۪يكُمْ اٰيَاتِه۪ “Biz onlara (gelecekteki insanlara afaktaki mahlukat) ayetlerimizi ilerde göstereceğiz” ifadesi ile سَيُر۪يكُمْ “Allah size, çıplak gözle görülmeyen zerrecik yaratıklarını gelecekteki siz insanlara gösterecek” ifadesi, vaad niteliği taşımaktadır. Allah’ın çıplak gözle görülmeyen mahlukat ayetlerinin ilerde gösterileceğine yönelik bu ilahi vaadin, evvelki insanlara karşı değil, gelecek insanlara râci olduğu, bu görmelerin çoğunun bu günlerde gerçekleşmesinden ortaya çıkar.”[16]

Bu şekilde düşünen pek çok çağdaş ulemaya göre de Kur’an’da geçen “seb’a semavat” kelimelerinin anlamları henüz çözülmemiştir ama günümüzden çok daha fazla teknolojik imkanlara sahip gelecekteki insanlar tarafından çözülecektir. Nitekim onlara göre Fussilet 41/53 ve Neml 27/93 ayetleri bu duruma işaret etmektedir.

Kur’an’da geçen “seb’a semavat” ifadelerini tamamen günümüz kozmoloji bilimi üzerinden açıklayan çok sayıda ulema bulunmaktadır. Bunların hepsi söylemlerini şu ayetler üzerine bina etmişlerdir.

§  “O ki yedi göğü tabaka tabaka yaratandır.” Mülk 67/3

§  “… Sonra semaya doğruldu ve onu yedi kat olarak sağlamca tesvi ve tanzim etti. O, her şeyi hakkı ile bilendir.” İsra 17/29

§  “Yedi kat gök, dünyâ ve bunlarda bulunan herkes, O’nu tesbih eder. O’na hamd etmeyen, tesbih etmeyen bir şey yoktur.” İsra 17/44

§  “Görmediniz mi? Allah yedi kat göğü nasıl birbirleriyle ahenkli bir şekilde yaratmıştır.” Nuh 71/15

§  “Üstünüzde yedi kat sağlam semâ binâ ettik.” Neb’e 78/12

§  “Andolsun ki sizin üstünüzde yedi yol yarattık. Biz yaratmaktan habersiz değiliz.” Mü’minun 23/17

Görüşlerini ifade etmeye bu ayetlerle başlayan ulema, Enbiya suresinin 32. ayetinde geçen وَجَعَلْنَا السَّمَٓاءَ سَقْفًا مَحْفُوظًاۚ bu ifadeye “Sema’yı koruyucu tavan yaptık”anlamını verdikten sonra atmosfer tabakalarına dikkat çekerek, Kur’an’da geçen “seb’a semavat” ifadelerinin atmosfer tabakalarını gösterdiğini söylemişlerdir.

Atmosferimiz gözle görmediğimiz gazlardan oluşmuştur. Uzaydan dünyamıza her gün irili ufaklı milyonlarca meteor düşmektedir. Atmosferimiz, bu meteor bombardımanına karsı şeffaf yapısına rağmen, âdeta çekilen bir set gibi karsı koymaktadır. Atmosferin bu özelliği olmasa dünyamızda yaşam olmazdı.

Kur’an’da geçen “seb’a semavat” ifadelerinin atmosfer tabakaları olduğunu söyleyen çağdaş ulema, ardından o tabakaların neler ve nereler olduğunu şu şekilde açıklamışlardır.

Troposfer: Atmosferin Dünya’mıza en yakın katmanıdır. Bu tabakanın kalınlığı kutuplarda 6 km’ye kadar inmekte, ekvatorda 12 km’ye kadar çıkmaktadır. Atmosferin gazlarının %75’i bu katmandadır. Hava olayları troposferin 3-4 km’lik kısmında oluşur. Troposferin üzerinde 50 km kadar yüksekliğe ulasan Stratosfer vardır. Üçüncü olarak Ozonosfer, Ozon tabakası olarak da anılır ve canlılar için öldürücü olan mor ötesi ısınları tutar. Bunun üzerinde Mezosfer vardır. Mezosferin üstünde Termosfer, Termosferin üzerinde yeryüzünden 500 km kadar yükseklikteki İyonosfer vardır. Bu tabaka radyo dalgalarını yansıttığı için yeryüzündeki haberleşmeyi mümkün kılmaktadır. Atmosferin en üst katı ise Eksozfer’dir. Bin km’ye kadar uzanır. Bu katmanda gaz oranı iyice azalmış ve iyonlara ayrılmış durumdadır.

Sayıyı tutturmak için bu kadar çaba sarf eden bu tür ulemaya karşı çıkan diğer ulema, atmosfer tabakalarının sayısının yedi değil beş olduğunu, Ozonosfer ve İyonosfer tabakalarının ayrı tabakalar olmadığını, Ozonosferin Mezosfer tabakasında olduğunu ve hatta ayrıca Mezosfer tabakasında “Kemosfer” tabakasının olduğunu da söylemişlerdir. Yedi göklerin atmosfer tabakaları olduğu hususunda sayıyı tutturamayan ulema tıpkı biraz önce görüşlerini aktardığımız ulema gibi 7 sayısının bir sayıyı ifade etmediğini, kesretten kinaye olduğunu söylemişlerdir.

Buraya kadar anlattıklarımızı özetleyecek olursak, ulemanın Kur’an’da geçen “seb’a semavat” ifadeleri hakkındaki söylemleri şu şekildedir.

1. Ayetlerde kastedilen yeryüzünün ve gökyüzünün tabakalarıdır. Modern bilimde bu tabakaların neler olduğunu daha önceden izah etmiştik. Gökyüzünün ve yeryüzünün tabakaları ya sayı ya da bu tabakaların birbirlerini kuşatmaları itibâriyle birbirlerine benzerler. Bu durumda da iki ihtimal söz konusudur. Ayetlerdeki 7 rakamı ya asıl manasında kabul edilir ve tabakalar tam olarak 7 sayısıyla eşleştirilir ya da 7 rakamının çokluktan kinâye olduğu kabul edilir.

2. Eski müfessirlerden bazıları yerin katmanlarını açıklarlarken; toprak, çamur ve yer kabuğunu yerin ayrı ayrı katmanları olarak kabul ederler ve ayette geçen “yerden de bir o kadarını…”317 ifadesini bunlarla açıklamaya çalışırlar. Bu durumda yedi gök ifadesi karşısında yerin tabakalarının 3 tane kabul ederler ki bunu da Arapça’da ba’ziyyet kuralıyla açıklarlar. Yani gökler yedi’dir; yer ise bu rakamın bir kısmı kadardır yani 3 tanedir.

3. Ayetlerden kastedilen; yedi gezegen, kürsi ve de Atlas felekleridir. Bu manada yedi çokluktan kinayedir. Bu feleklerin sayısı daha da fazla olabilir.

4. Yedi kat semavat ve arzdan kastedilen yedi gezegen ve bunların her birinin kendine ait olan alanları, cazibe merkezleri, gökteki konumlarıdır. (Ekalim-i Seb’a)

5. Yedi kat semavattan kasıt fezadaki gezegen ve yıldızlardır. Yer ibaresinden kasıt Dünya’mızdır.

6. Kur’an’ı Kerim’de السَّمَٓاءَ الدُّنْيَا “en aşağı gök” veya “Dünya göğü” nü; Merih (Mars), Zühre (Venüs), Müşteri (Jüpiter) ve Utarit (Merkür) gezegenlerini de aynı kategoriden sayarak 1. gök olarak kabul ederiz. Bu durumda Zuhal (Satürn) gezegeni alanını 4. gök, Uranüs Gezegen’ini 5. gök, Neptün gezegeni alanını da 6. gök kabul ederiz. Işığı bize kadar ulaşmayan “sevâbit” denen yıldız ve gezegenleri de 7. gök olarak telakki ederiz. Böylece Kur’an’da belirtilen yedi kat semavat ve arz mefhumu anlaşılmış olur.

7. Ayetlerde kastedilen yedi tane güneş sistemi benzeri yıldız sistemleri veya yedi galaksidir (samanyolu galaksisi gibi).

8. Yedi kat semavat ve arzdan kasıt Dünya dışındaki tüm kâinattır veya içinde dünyanın da bulunduğu, kâinatın bir kısmıdır.

9. Yedi yerden kastedilen kendisinde hayat bulunan 7 farklı gezegendir. yedi gökten kastedilen ise nasıl ki Dünya’nın atmosferi varsa her gezegenin kendine ait olan atmosferidir (göğü). İbn Abbas hadisini esas alan bir kısım müfessirlere göre bu farklı dünyalarda farklı canlılar bulunabilir.

 3. BÖLÜM

Günümüz veya geçmiş müfessirler, hangi yola veya hangi bilgi kaynağına başvurmuş olurlarsa olsunlar, Kur’an’a yaklaşım biçimlerinde rivayet, dirayet veya bilimsel tefsir gibi hangi metodu izlemiş olurlarsa olsunlar Kur’an’ın inişinden bu yana yazılan onca kitaba, oluşturulan devasa müktesebata rağmen Kur’an’da geçen “seb’a semavat” ifadelerinin neyi ya da nereleri ifade ettiği anlaşılmamış bir gerçek olarak hala durmaktadır. Tarih boyunca Kur’an’ı daha anlaşılır kılma adına yapılan tüm açıklamalar konunun anlaşılmasına zerre kadar yardım etmediği gibi, getirilen her açıklama, anlamanın önünde engel olmaktan başka bir işe yaramamıştır. Tarih boyunca başvurulan kozmoloji ilminin bilgileri de konuya açıklık getirmeye yetmemiş tam tersi konuyu Kur’an’da sunulan düzeyden çok daha başka ortamlara sürükleyerek Kur’an’a iman etmek isteyen sıradan insanı gündeminden çıkarıp, soğuk ilmi tartışmaların, uzun ve anlaşılmaz kozmik açıklamaların nesnesi haline getirmiştir.

Her şeyden önce Kur’an; buraya kadar “yedi gökler” ifadesi hakkında özetlemeye çalıştığımız görüşlerin hepsiyle daha konunun en başında çelişmektedir. Çünkü Kur’an, birçok ayette konuyu astro fizikçilerin değil, sıradan insanların dikkatine sunmuştur.

سَنُر۪يهِمْ اٰيَاتِنَا فِي الْاٰفَاقِ وَف۪ٓي اَنْفُسِهِمْ حَتّٰى يَتَبَيَّنَ لَهُمْ اَنَّهُ الْحَقُّۜ اَوَلَمْ يَكْفِ بِرَبِّكَ اَنَّهُ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ شَه۪
Fussilet 41 / 53

Varlığımızın delillerini, (kâinattaki uçsuz bucaksız) ufuklarda ve kendi nefislerinde onlara göstereceğiz ki, o Kur’an’ın gerçek olduğu onlara iyice belli olsun. Rabbinin, her şeye şâhit olması yetmez mi? (DİB meali)

وَقُلِ الْحَمْدُ لِلّٰهِ سَيُر۪يكُمْ اٰيَاتِه۪ فَتَعْرِفُونَهَاۜ وَمَا رَبُّكَ بِغَافِلٍ عَمَّا تَعْمَلُونَ
Neml 27 / 93

De ki: “Hamd Allah’a mahsustur. O, âyetlerini size gösterecek ve siz de onları tanıyacaksınız. Rabbin, yaptıklarınızdan habersiz değildir.” (DİB meali)

Bu ayetlerde “ayetleri afakta ve kendi nefislerinde göstereceğiz” hitabı ile “ayetlerini size gösterecek” hitabı sadece muhatap alınan topluluğun içindeki astro fizikçiler değil, aklı olan herkestir. Bu ayetlerde “Allah ayetlerini onların içindeki astro fizikçilere gösterecek, onlarda sıradan insanlara anlatacak” denilmemiştir.

اَلَمْ تَرَوْا كَيْفَ خَلَقَ اللّٰهُ سَبْعَ سَمٰوَاتٍ طِبَاقًاۙ
Nuh 71 / 15

‘Görmediniz mi, Allah yedi göğü tabaka tabaka nasıl yaratmıştır? (DİB meali)

اَوَلَمْ يَرَ الَّذ۪ينَ كَفَرُٓوا اَنَّ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ كَانَتَا رَتْقًا فَفَتَقْنَاهُمَاۜ وَجَعَلْنَا مِنَ الْمَٓاءِ كُلَّ شَيْءٍ حَيٍّۜ اَفَلَا يُؤْمِنُونَ
Enbiya 21 / 30

İnkâr edenler, göklerle yer bitişikken, bizim onları ayırdığımızı ve diri olan her şeyi sudan meydana getirdiğimizi görmediler mi? Hâlâ inanmayacaklar mı? (DİB meali)

Müfessirlerin sürekli görüşlerine temel aldıkları bu ayetler kafirlerin içindeki astro fizikçilere değil tamamına seslenerek ve üstelik kınama üslubuyla “görmediniz mi, görmediler mi?” demektedir. Seb’a semavat hakkında az önce görüşlerini yukarıya alıntıladığımız müfessirlerin hiçbiri ayetin “görmediniz mi, görmediler mi” şeklinde başladığını dikkate almamış, sanki konu sadece astro fizikçilerin konusuymuşcasına ne kadar kozmik nazariye varsa hepsini ayetlerin açıklaması olarak tefsirlerine almışlardır. Kur’an’da 188 defa geçen semavat kelimelerinin 180 tanesi السَّمٰوَاتِ şeklinde “marife” olarak gelmiştir. Bir kelimenin marife gelme sebebini herkesten çok daha iyi bilen müfessirler, gökleri bilinmezliklerin kucağına atmakta hiçbir beis görmedikleri gibi “marife” olan bir kelime nasıl bilinmez? gibi bir soru sorma zahmetine bile katlanmamışlardır. Bu haliyle bile içinden çıkılmaz bir halde olan konu, müfessirlerin yedi göklerin yaratılması meselesinde söyledikleri ile daha da içinden çıkılmaz bir hale gelmiştir. 

YEDİ GÖKLERİN YARATILMASI HAKKINDAKİ GÖRÜŞLER

Göklerin yaratılması ile ilgili müfessirlerin neler söylediğine geçmeden hemen belirtelim ki, hem Bakara 29 hem de Fussilet 12 ayetlerini açıklayan ulema, semavatın (göklerin)’mı yoksa Ard’ın (yeryüzünün)’mı önce yaratıldığı hususunda da ihtilaflıdırlar. Müfessirlerin içine düştükleri ihtilaf kendi aralarında ya da kozmoloji ilmi ile onlar arasındaki bir ihtilaf değil Kur’an ile müfessirler arasındaki bir ihtilaftır. Çünkü birazdan aktaracağımız o ayetlerde Kur’an bir şey demekte onlar ise bambaşka bir şey demektedirler. O ayetlerde müfessirlerin hepsi bir seçim yapmak zorunda kalmışlardır. Ya Kur’an’ın dediğini olduğu gibi anlayıp türlü zahmetlerle oluşturdukları fikirlerinin yanlış olduğunu kabul edip meseleye yeni baştan başlayacaklardır ya da Kur’an’ın kelimelerine hiç olmayan manalar vererek Kur’an’ı kendi görüşlerine uyduracaklardır…

Ne yazık ki hiçbiri seçimini Kur’an’dan yana yapmamıştır!..

فَقَضٰيهُنَّ سَبْعَ سَمٰوَاتٍ ف۪ي يَوْمَيْنِ وَاَوْحٰى ف۪ي كُلِّ سَمَٓاءٍ اَمْرَهَاۜ وَزَيَّنَّا السَّمَٓاءَ الدُّنْيَا بِمَصَاب۪يحَۗ وَحِفْظًاۜ ذٰلِكَ تَقْد۪يرُ الْعَز۪يزِ الْعَل۪يمِ
Fussilet 41 / 12

Böylece onları, iki günde (iki evrede) yedi gök olarak yarattı ve her göğe kendi işini bildirdi. En yakın göğü kandillerle süsledik ve onu koruduk. İşte bu, mutlak güç sahibi ve hakkıyla bilen Allah’ın takdiridir. (DİB meali)

هُوَ الَّذ۪ي خَلَقَ لَكُمْ مَا فِي الْاَرْضِ جَم۪يعًا ثُمَّ اسْتَوٰٓى اِلَى السَّمَٓاءِ فَسَوّٰيهُنَّ سَبْعَ سَمٰوَاتٍۜ وَهُوَ بِكُلِّ شَيْءٍ عَل۪يمٌ۟
Bakara 2 / 29

Yeryüzünde ne varsa hepsini siz (insanların faydasına) yaratan, sonra göğe yönelip de onları yedi gök halinde düzenleyen O (Allah)’dır. O her şeyi hakkıyla bilenidir. (Razi tefsiri meali)

Müfessirlerin hepsi yukarıdaki bu iki ayete DİB mealinde olduğu gibi mana vermişlerdir. Fakat ayetlere verilen bu manalar kozmoloji ilmi üzerinden oluşturulan “yedi gökler” açıklamalarını yerle bir eden ifadeler taşımaktadır. Şöyle ki; her iki ayette de öncelik ve sonralık bildiren ثُمَّ (sümme) edatı bulunmaktadır. Bu edat, kendisinden önce anlatılan şeylerin önce, kendisinden sonra anlatılanların ise sonra olduğunu ifade eden ve kesinlikle sıralama bildiren bir edattır. Fakat bu edatın yukarıdaki ayetlerde olması gerektiği gibi öncelik – sonralık şeklinde bir sıralama bildirmesi durumunda sema, semavat ve ard hakkındaki kurguların hepsi yerle bir olmaktadır. Çünkü edatın öncelik ve sonralık bildirmesi durumunda yeryüzü ve ondaki her şeyin yaratılmasının sema ve semavat’tın (en azından) düzenlenmesinden önce olduğu gibi bir durum ortaya çıkmaktadır. Meselenin daha da anlaşılması için Fussilet 41/12 ayetini önceki ayetlerle birlikte okumak gerekmektedir.

قُلْ اَئِنَّكُمْ لَتَكْفُرُونَ بِالَّذ۪ي خَلَقَ الْاَرْضَ ف۪ي يَوْمَيْنِ وَتَجْعَلُونَ لَهُٓ اَنْدَادًاۜ ذٰلِكَ رَبُّ الْعَالَم۪ينَۚ
Fussilet 41 / 9

De ki: “Siz mi yeri iki günde (iki evrede) yaratanı inkâr ediyor ve O’na ortaklar koşuyorsunuz? O, âlemlerin Rabbidir.” (DİB meali)

وَجَعَلَ ف۪يهَا رَوَاسِيَ مِنْ فَوْقِهَا وَبَارَكَ ف۪يهَا وَقَدَّرَ ف۪يهَٓا اَقْوَاتَهَا ف۪ٓي اَرْبَعَةِ اَيَّامٍۜ سَوَٓاءً لِلسَّٓائِل۪ينَ
Fussilet 41 / 10

O, dört gün içinde (dört evrede), yeryüzünde yükselen sabit dağlar yarattı, orada bolluk ve bereket meydana getirdi ve orada rızık arayanların ihtiyaçlarına uygun olarak rızıklar takdir etti. (DİB meali)

Bu ayetlere verilen meallere göre yeryüzü (yani üzerinde yaşadığımız gezegen) iki günde yaratılmış, dört günde yeryüzündeki dağlar, bolluk ve bereket meydana getirilmiş, ihtiyaç duyacaklar için rızıkların hepsi takdir edilmiştir. Takdir edilmelidir ki burada herhangi bir istisna yapılmadığı için anlatılanlardan yaratılanların insan dışındaki varlıkların tamamı olması gerekmektedir. Yani nehirler, bitkiler, hayvanlar gibi varlıklar en azından rızık olarak adlandırılan her şey yaratılmıştır.

ثُمَّ اسْتَوٰٓى اِلَى السَّمَٓاءِ وَهِيَ دُخَانٌ فَقَالَ لَهَا وَلِلْاَرْضِ ائْتِيَا طَوْعًا اَوْ كَرْهًاۜ قَالَتَٓا اَتَيْنَا طَٓائِع۪ينَ
Fussilet 41 / 11

Sonra duman hâlinde bulunan göğe yöneldi; ona ve yeryüzüne, “İsteyerek veya istemeyerek gelin” dedi. İkisi de, “İsteyerek geldik” dediler. (DİB meali)

Sonra ifadesiyle başlayan bu ayet ise yeryüzündeki varlıklar yaratıldığı sırada sema yani dünya gezegenin de üzerinde bulunduğu uzay düzlemi henüz oluşumunu tamamlamamıştır ve “duman” halindedir. İşte tam burada şu soru çıkmaktadır. Kendisi de uzay düzleminde bir cisim olan yeryüzü gezegeni ve üzerindeki her şey duman halinde yani düzenlenmemiş, bugün gördüğümüz durumda olmayan bir sema’da nasıl var olabilmişlerdir? Dahası bu durum bir sonraki ayette daha da karmaşık hale gelmiştir.

فَقَضٰيهُنَّ سَبْعَ سَمٰوَاتٍ ف۪ي يَوْمَيْنِ وَاَوْحٰى ف۪ي كُلِّ سَمَٓاءٍ اَمْرَهَاۜ وَزَيَّنَّا السَّمَٓاءَ الدُّنْيَا بِمَصَاب۪يحَۗ وَحِفْظًاۜ ذٰلِكَ تَقْد۪يرُ الْعَز۪يزِ الْعَل۪يمِ
Fussilet 41 / 12

Böylece onları, iki günde (iki evrede) yedi gök olarak yarattı ve her göğe kendi işini bildirdi. En yakın göğü kandillerle süsledik ve onu koruduk. İşte bu, mutlak güç sahibi ve hakkıyla bilen Allah’ın takdiridir. (DİB meali)

Bu ayette geçenالسَّمَٓاءَ الدُّنْيَا  (es-semae’d dünya) ifadesi tüm müfessirler tarafından başımızı kaldırdığımızda gördüğümüz uzay düzlemi olarak anlaşılmıştır. Ayete verilen meale göre “yıldızların oluşumu” bile dünya gezegeni ve insan dışında üzerindeki her şeyin yaratılmasından sonra olmuş olmaktadır. Bu nasıl olmaktadır? Oysa bilindiği kadarıyla üzerinde yaşadığımız dünya gezegeninin hem var olması hem de varlığına devam etmesi uzay düzlemindeki yıldızlara bağımlı olmasından dolayıdır. Önce onların var olması sonra yeryüzü ve içindekilerinin yaratılması gerekmektedir. Bu çelişkiyi fark eden müfessirler kendilerini zor duruma sokan ve Kur’an’da geçtiği diğer yerlerin tamamında öncelik ve sonralık bildiren ثُمَّ (sümme) edatı hakkında şunu söylemişlerdir.

“Cenabı Hakk’ın هُوَ الَّذ۪ي خَلَقَ لَكُمْ مَا فِي الْاَرْضِ جَم۪يعًا ثُمَّ اسْتَوٰٓى اِلَى السَّمَٓاءِAllah yeryüzünde olan her şeyi sizin için yarattı. Sonra semaya yöneldi…” ayeti yeryüzünün ve yerdekilerin yaratılmasının, gökyüzünün yaratılmasından önce olduğuna delalet eder. Yerdeki şeylerin yaratılması ise ancak, yeryüzünün yayılmasından sonra mümkün olur. Buna göre ayet, göğün yaratılmasından önce yeryüzünün yayılmış olmasını gerektirir. Bu durumda bir tenakuz (çelişki) ortaya çıkar. Buna şöyle cevap veririz: Allah’ın: وَالْاَرْضَ بَعْدَ ذٰلِكَ دَحٰيهَاۜ  “Yeryüzünü bundan sonra yaydı” (Naziat 30) ayeti, göğün yaratılışının, yeryüzünün yaratılışından önce olmasını gerektirir, ama göğün düzenlenmesinin yeryüzünün yaratılmasından önce olmasını gerektirmez. Buna göre de böyle bir tenakuz (çelişki) kalmaz.

Biri şöyle diyebilir: Allah’ın: ءَاَنْتُمْ اَشَدُّ خَلْقًا اَمِ السَّمَٓاءُۜ بَنٰيهَا۠ (Naziat 27) رَفَعَ سَمْكَهَا فَسَوّٰيهَاۙ (Naziat 28) “Sizi yaratmak mı daha güç, yoksa göğü yaratmak mı? O göğün boyunu yükseltti, derken ona bir nizam verdi” ayeti, gökyüzünün yaratılıp, düzene koyulmasının, yeryüzünün döşenmesinden önce olduğunu gösterir. Ne var ki yerin döşenmesi, yerin yaratılmasından ayrılmayan bir husustu. Buna göre göğün yaratılıp düzenlenmesi, yeryüzünden öncedir. Bu durumda mesele geri gelir.

En doğru cevap şudur: ثُمَّ (sümme) lafzı, bu ayette tertibi (sıralamayı) göstermez, sadece nimetleri saymak için getirilmiştir.[17]

İstisnasız müfessirlerin hepsi Razi gibi düşünmektedirler. Hepsine göre kesinlikle sıralama bildirmesi gereken ve Kur’an’da geçtiği 379 yerde hep sıralama bildiren ثُمَّ (sümme) edatı, bu iki ayette sıralama bildirmemektedir. Peki hakikaten bu edatın Razi’nin dediği gibi sıralama bildirmeme gibi bir işlevi var mıdır? Baktığımız onlarca gramer kitabının hiçbirinde bu edatın öncelik ve sonralık bildirmenin dışında (Razi’nin dediği gibi) bir anlama sahip olduğuna rastlamadık. Razi’nin bu edat hakkında söylediği “ ثُمَّ (sümme) lafzı, bu ayette tertibi (sıralamayı) göstermez” açıklaması gramer temelli bir açıklama değil, yedi gökler hakkında en başından beri söylenenlerin zorlaması ile ortaya çıkan bir açıklamadır. Çünkü bu edata “sonra” anlamı verilmesi durumunda “yedi gökler” hakkında bin bir zahmetle oluşturulan devasa müktesebat çökecektir. Razi burada müktesebat uğruna edata bambaşka bir mana vermeyi seçmiştir. Oysa tek başına bu edat bile müfessirlerin “sema, semavat ve ard” kavramları hakkında yanlış yolda olduğunu göstermeye yeterli delildir.

Bu ayetlerde geçen ثُمَّ (sümme) edatına tıpkı Razi gibi anlam veren Kurtubi’nin “yedi göklerin” birbiri üzerine tabaka tabaka kurulmuş halde olduğunu, her tabaka arasında da beş yüzer yıllık mesafe olduğunu bir rivayet üzerinden tanımladığını önceki dosyad aktarmıştık. Tüm söylemlerinde daha yedi göğün nereler olduğunu bile açıkça söyleyemeyen Kurtubi; iş nereleri olduğunu bilmediği semavatın yaratılmasına gelince inanılmaz derecede net bilgiler vermektedir!

“Böylece onları yedi gök olmak üzere iki günde yarattı (Fussilet 41/12)Yani onları tamamladı ve bitirdi. Onları sağlamlaştırdı, muhkem kıldı diye açıklanmıştır.

“İki günde” yani yeri yarattığı dört günün dışında iki günde. Böylece göklerle yerin yaratılması altı günde tamamlanmış olmaktadır. Nitekim Yüce Allah daha önce el-Araf suresinde açıklandığı gibi “gökleri ve yeri altı günde yarattı” (7/54) diye buyurmaktadır.

Mücahid dedi ki: Bu altı günün bir günü sizin saymakta olduğunuz bin yıl gibidir. Abdullah b. Selam’dan da şöyle dediği rivayet edilmiştir. Allah yeri iki günde yarattı. Orada gıdaları da iki günde takdir etti, gökleri de iki günde yarattı. Yeri pazar ve pazartesi gününde yarattı, gıdalarını orada salı ve çarşamba günleri takdir etti, gökleri de perşembe ve cuma günleri yarattı. Cuma gününün son anında da Yüce Allah Âdem’i acelece yarattı. İşte kıyametin içinde kalkacağı son saatte budur. Yüce Allah’ın yaratmış olduğu bütün canlılar – insanlarla cinler müstesna – cuma günü mutlaka korkar ve dehşete kapılırlar.

Tefsir bilginleri bunu kabul etmişlerdir. Ancak Müslim’in rivayet ettiği Ebu Hureyre yoluyla gelen hadiste şöyle denilmektedir; “Resulullah (sav) elimi tuttu ve: “Allah toprağı cumartesi günü yarattı…” diyerek hadisi zikretmektedir.[18]

Kurtubi’nin henüz duman halindeki bir gökyüzünde, henüz düzenlenmemiş yedi göklerde ve henüz düzenlenen yeryüzünde neyi ölçü alarak her biri bin yıl tutan haftanın günlerini pazar, pazartesi, palı, çarşamba, perşembe, cuma ve cumartesi olarak tanımladığı bir sır değildir. Bu ifadeleri Yahudilerden aldığı gün gibi aşikardır.

Başlangıçta Tanrı göğü ve yeri yarattı. Yer boştu, yeryüzü şekilleri yoktu; engin karanlıklarla kaplıydı. Tanrı’nın Ruhu suların üzerinde hareket ediyordu. 

Tanrı, “Işık olsun” diye buyurdu ve ışık oldu. Tanrı ışığın iyi olduğunu gördü ve onu karanlıktan ayırdı. Işığa “Gündüz”, karanlığa “Gece” adını verdi. Akşam oldu, sabah oldu ve ilk gün oluştu. 

Tanrı, “Suların ortasında bir kubbe olsun, suları birbirinden ayırsın” diye buyurdu. Ve öyle oldu. Tanrı gök kubbeyi yarattı. Kubbenin altındaki suları üstündeki sulardan ayırdı. Kubbeye “Gök” adını verdi. Akşam oldu, sabah oldu ve ikinci gün oluştu. 

Tanrı, “Göğün altındaki sular bir yere toplansın, kuru toprak görünsün” diye buyurdu ve öyle oldu. Kuru alana “Kara”, toplanan sulara “Deniz” adını verdi. Tanrı bunun iyi olduğunu gördü. 

Tanrı, “Yeryüzü bitkiler, tohum veren otlar, türüne göre tohumu meyvesinde bulunan meyve ağaçları üretsin” diye buyurdu ve öyle oldu. Yeryüzü bitkiler, türüne göre tohum veren otlar, tohumu meyvesinde bulunan meyve ağaçları yetiştirdi. Tanrı bunun iyi olduğunu gördü. Akşam oldu, sabah oldu ve üçüncü gün oluştu. 

Tanrı şöyle buyurdu: “Gök kubbede gündüzü geceden ayıracak, yeryüzünü aydınlatacak ışıklar olsun. Belirtileri, mevsimleri, günleri, yılları göstersin.” Ve öyle oldu.  Tanrı büyüğü gündüze, küçüğü geceye egemen olacak iki büyük ışığı ve yıldızları yarattı.  Yeryüzünü aydınlatmak, gündüze ve geceye egemen olmak, ışığı karanlıktan ayırmak için onları gök kubbeye yerleştirdi. Tanrı bunun iyi olduğunu gördü.  Akşam oldu, sabah oldu ve dördüncü gün oluştu. 

Tanrı, “Sular canlı yaratıklarla dolup taşsın, yeryüzünün üzerinde, gökte kuşlar uçuşsun” diye buyurdu. Tanrı büyük deniz canavarlarını, sularda kaynaşan canlıları ve uçan çeşitli varlıkları yarattı. Bunun iyi olduğunu gördü. Tanrı, “Verimli olun, çoğalın, denizleri doldurun, yeryüzünde kuşlar çoğalsın” diyerek onları kutsadı. Akşam oldu, sabah oldu ve beşinci gün oluştu. 

Tanrı, “Yeryüzü çeşit çeşit canlı yaratık, evcil ve yabanıl hayvan, sürüngen türetsin” diye buyurdu. Ve öyle oldu. Tanrı çeşit çeşit yabanıl hayvan, evcil hayvan, sürüngen yarattı. Bunun iyi olduğunu gördü. 

Tanrı, “Kendi suretimizde, kendimize benzer insan yaratalım” dedi, “Denizdeki balıklara, gökteki kuşlara, evcil hayvanlara, sürüngenlere, yeryüzünün tümüne egemen olsun.”

Tanrı insanı kendi suretinde yarattı, onu Tanrı’nın suretinde yarattı. Onları erkek ve dişi olarak yarattı. Onları kutsayarak, “Verimli olun, çoğalın” dedi, “Yeryüzünü doldurun ve denetiminize alın; denizdeki balıklara, gökteki kuşlara, yeryüzünde yaşayan bütün canlılara egemen olun. İşte yeryüzünde tohum veren her otu, tohumu meyvesinde bulunan her meyve ağacını size veriyorum. Bunlar size yiyecek olacak. Yabanıl hayvanlara, gökteki kuşlara, sürüngenlere –soluk alıp veren bütün hayvanlara– yiyecek olarak yeşil otları veriyorum.” Ve öyle oldu. Tanrı yarattıklarına baktı ve her şeyin çok iyi olduğunu gördü. Akşam oldu, sabah oldu ve altıncı gün oluştu.

Gök ve yer bütün öğeleriyle tamamlandı. Yedinci güne gelindiğinde Tanrı yapmakta olduğu işi bitirdi. Yaptığı işten o gün dinlendi. Yedinci günü kutsadı. Onu kutsal bir gün olarak belirledi. Çünkü Tanrı o gün yaptığı, yarattığı bütün işi bitirip dinlendi. 

Göğün ve yerin yaratılış öyküsü: RAB Tanrı göğü ve yeri yarattığında, yeryüzünde yabanıl bir fidan, bir ot bile bitmemişti. Çünkü RAB Tanrı henüz yeryüzüne yağmur göndermemişti. Toprağı işleyecek insan da yoktu. Yerden yükselen buhar bütün toprakları suluyordu. RAB Tanrı Adem’i topraktan yarattı ve burnuna yaşam soluğunu üfledi. Böylece Âdem yaşayan varlık oldu.[19]

Yahudilerin hezeyanlarını tefsir adı altında Kur’an’a giydirmeye çalışan bu sözde Kur’an’i anlayış, daha yedi göklerin neresi olduğu hakkında net bir şey söyleyemezken, onların hangi günlerde nasıl yaratıldığını tespit edecek dakikliği sergilemektedir. “Gökleri ve yeri altı günde yarattı” ifadelerinde geçen “yevm” kelimesini her biri bin yıl süren altı gün olarak tanımlayan Kurtubi, her şeye rağmen bu bin yıllık dönemleri haftanın günleri üzerinden tanımlamakta bir beis görmemiştir. Hem Kur’an’da geçen yevm kelimelerini bin yıl olarak tanımlamak hem de o bin yıllara haftanın günlerinin isimlerini vermek nasıl bir savrulmadır anlaşılır gibi değildir. İsrailiyatı (aslında Yahudiliği) başvurulacak temel kaynak olarak gören bu anlayışı Allah’a havale ediyoruz.

Kurtubi de dahil eski – yeni müfessirlerin tamamı “gökleri ve yeri altı günde yarattı” ifadelerinde geçen “yevm” kelimelerini, bildiğimiz manada 24 saatlik gün olarak değil, evre, etap olarak anlamışlardır. Zamanının kozmoloji ilmine vakıf olan Razi, tefsirinde Araf 7/54 ayeti bağlamında geçen “altı gün” ile ilgili önce soruları ortaya koymuş, sonrada bu soruları kendi zaviyesinden cevaplamıştır.

MEZKÛR YEDİ SUAL ve RAZİ’NİN CEVAPLARI

Birisi şöyle diyerek bir soru sorabilir: “Bir şeylerin altı günde yaratılmış olmasını, yaratıcıyı ispat için bir delil kılmak imkansızdır!” Bunu birkaç yönde açıklayabiliriz…

1. Sonradan var olan bu şeylerin, bir yaratıcının varlığına delâlet ediş yönü ya onların sonradan meydana gelişleri ya onların mümkin oluşları ya da bu ikisinin toplamıdır. Onların altı günde veya tek günde meydana gelişlerinin, bu hususta kesinlikle bir manası yoktur.

2. Akıl, bütün bu hallerin hadis (sonradan) olmalarının caiz (mümkin) olduğuna delalet eder. Bu böyle olunca, bu durumda bu sonradan oluşun, altı günde meydana geldiğine, ancak bir muhbir-i sadıkın (doğru bir habercinin) verdiği haberlerle kesin olarak hükmetmek mümkün olur. Bu ise, hür ve irade sahibi bir ilahın varlığını bilmeye dayanır. Binâenaleyh biz bunu, yaratıcının ispatı için bir mukaddime yaparsak, o zaman devr-i fasid gerekir.

3. Göklerin ve yerin bir defada yaratılmaları, altı günde meydana gelmelerinden daha fazla Allah’ın kudretinin ve ilminin mükemmelliğine delâlet eder. Anlattığımız üç husus, bu şekilde sabit olunca deriz ki: Yaratıcının varlığına delalet eden şeyi ispat hususunda Cenab-ı Hakk’ın, gökleri ile yeri altı günde yaratmış olduğunu zikretmesinin hikmeti nedir?

4. Allah Teâlâ’nın burada, sadece göklerin ve yerin yaratılışını zikretmekle yetinip, diğer varlıkların yaratılışından bahsetmeyişinin sebebi nedir?

5. Gün, geceden ancak güneşin doğuşu ve batışı ile ayrılır. Binâenaleyh güneş ve ay yaratılmazdan önce “günlerin” olduğu nasıl düşünülebilir?

6. Allah Teâlâ “Ve bizim emrimiz, birdir, bir göz kırpması gibidir” (Kamer 50) buyurmuştur. Bu adeta, O’nun “gökleri ve yeri altı günde yaratan…” buyruğuna zıt gibidir.

7. Allah Teâlâ, gökleri ve yeri birbirini izleyen bir zaman içinde yaratmıştır. Öyleyse, onları yaratma işini altı günle kayıtlamanın hikmeti nedir?

“Biz deriz ki: Biz ehl-i sünnet ve’l cemaatin mezhebine göre, bütün bu sorular hakkında verilecek cevap, gayet kolay ve açıktır. Çünkü Allah Teâlâ, istediğini yapar, dilediği hükmü verir. Yaptığı hiçbir şey hususunda O’na itiraz edilemez. O’nun yaptığı hiçbir şey için, (tarafımızdan) “neden, niçin?” diye sorulamaz.”

Razi böyle dedikten sonra soruların cevabını da vermiştir, onları aktarmaya devam edeceğiz. Fakat ortaya haklı sorular koyduktan sonra cevaplara yukarıda söylediği gibi “Çünkü Allah Teâlâ, istediğini yapar, dilediği hükmü verir. Yaptığı hiçbir şey hususunda O’na itiraz edilemez. O’nun yaptığı hiçbir şey için, (tarafımızdan) “neden, niçin?” diye sorulamaz” şeklinde bir cümleyle başlamak hem soruları hem de cevapları anlamsız, boş ve kötü niyetli sorular haline getirmektedir. Kaldı ki bu soruların hiçbiri (haşa) Allah’ı sorgulama çabaları değil, O’nun bahsettiği, resuller aracılığıyla bize ulaştırdığı vahiyleri anlama çabalarıdır. Soruların cevaplarına böyle bir paragrafla başlayan Razi, cevabı çok kolay dediği yukarıdaki yedi soruyu şu şekilde yanıtlamıştır.”

Birinci soruya şöyle cevap veririz: Allah Teâlâ, Tevrat’ın baş kısmında, gökleri ve yeri altı günde yarattığını bildirmektedir. Araplar, Yahudilerle temas halindeydiler. Görünen odur ki, onlar bunu o Yahudilerden duymuşlardır. Bu sebeple de Cenab-ı Hakk sanki “putlara ve heykellere tapmakla meşgul olmayın. Çünkü sizin rabbiniz, bilgili olan insanlardan, alabildiğine geniş ve büyük olan bu gökleri ve yeri altı günde yarattığını duyduğunuz zattır” demek istemiştir.

Modern kozmoloji ve tefsir ilişkisi

Altı gün yerine bir defada yaratmak daha büyük delil olurdu.[20]

Üçüncü soruya şöyle cevap veririz: Bundan maksat şudur: Hak Teâlâ, her ne kadar bütün şeyleri bir anda yaratmaya kâdir ise de O her şeye muayyen bir sınır ve zaman tayin etmiştir. Binâenaleyh O, o şeyleri varlık alemine, ancak bu tarzda sokar. O, kendisine itaat edenlere mükafatlarını o anda ulaştırmaya, günahkarlara da cezalarını, aynı anda yetiştirmeye kadir ise de ancak ne var ki O, bu iki şeyi belirli ve muayyen bir zaman erteler. Bu erteleme işi, Allah Teâlâ’nın kullarını ihmal ettiğinden dolayı değil, aksine daha öncede bahsettiğimiz gibi, O’nun her şeyi, meşietinin önceliğinden dolayı muayyen bir vakte tahsis etmesinden dolayıdır. Binâenaleyh o şey, o vakitten ayrılıp onun dışına çıkamaz. İşte bu hususa, O’nun Kaf suresinde, önce “biz bunlardan evvel nice nesilleri helak ettik ki, onlar kuvvetçe kendilerinden daha güçlü idiler. (Öyle ki ölümden kurtulmak için) memleketlerde delikler aramışlardı. (Fakat) kaçıp kurtulmaya bir (çare) var mıydı? Şüphesiz bunda aklı olan yahut kendisi huzur içinde olarak kulak veren kimseler için elbette bir öğüt vardır” (Kaf 36-37) buyurup, sonra da “Andolsun ki biz gökleri, yeri ve ikisi arasında bulunan şeyleri altı günde yaratmışızdır. Bize hiçbir yorgunluk da dokunmamıştır. (Öyleyse) sende söyledikleri her şeye karşı sabret” (Kaf 38-39) buyurması da delâlet eder. Böylece Cenab-ı Hakk onlara, kendisine şirk koşan ve peygamberlerini tekzib edip yalanlayan kimselerden olmak üzere, Arapların müşrik olanlarından daha güçlü kuvvetli olanları da helak ettiğini haber vermiştir. Ancak ne var ki, kendisinde bulunan bir maslahat ve faydadan ötürü, o müşriklere mühlet vermişti. Bu tıpkı, Cenab-ı Hakk’ın gökleri, yeri ve ikisi arasında olanları, mühlet tanıma hususunda kendisine ârız olan bir yorgunluk söz konusu olmaksızın, ard arda altı günde yaratması gibidir. Allah Teâlâ bu yolla, alemi aynı anda değil yavaş yavaş yarattığını beyan edince, bundan sonra “şirk ve yalanları konusunda ne derlerse sen sabret. Onarın cezalandırılması hususunda acele etme. Bilakis, Allah’a tevekkül ve işleri O’na havale et” buyurmuştur. Bu, müfessirlerin söylemiş olduğu şu sözün manasınadır. Allah Teâlâ, sırf kullarına işleri hususunda yumuşaklığı ve sabrı öğretmek, bir de sevap ve cezanın gecikmesinin mükellefi, işleri ihmal etmeye sürüklenmemesi için, alemi altı günde yaratmıştır. Alimler arasında, bu hususta bundan başka şu iki izahı yapanlar da bulunmaktadır.

Birinci İzah: Bir şey, bir anda yaratılıp, sonra da yaratılma ve meydana getirme işi kesilince, belki insanların kalbine, bu işin tesadüf olarak meydana geldiği fikri gelebilir. Ama, eşya maslahat ev hikmete uygun olarak ard arda, peş peşe meydana geldiğinde bu onların kadim, hâkim, kadir ve rahim olan bir var edenin var etmesiyle geldiğine daha fazla delalet etmiş olur.

İkinci İzah: Delil ile sabittir ki, Allah Teâlâ önce akıllı varlığı yaratır sonra da gökler ve yeri yaratır sonra akıllı varlık da her an her zaman, ard arda peş peşe birtakım şeylerin meydana geldiğini müşahede ederse, bu onun ilmini ve basiretini daha fazla kuvvetlendirir. Çünkü bu delil, ard arda, peş peşe olarak onun aklında tekerrür eder. Böylece de bu, yakin ifade etme hususunda daha kuvvetli bir yol olmuş olur. 

Dördüncü soruya şöyle cevap veririz: Bu ayette göklerin ve yerin yaratılması ifadesi, o ikisi arasında kalanların yaratılmasını da ihtiva etmektedir. Bunun delili, Cenab-ı Hakk’ın diğer ayetlerde, diğer mahlukatı da yaratmış olduğundan bahsetmiş olmasıdır. Mesela Allah Teâlâ, “Allah gökleri ve yeri ve bunların arasında olan şeyleri altı günde yaratan sonra hükmü arşı istiva edendir. Sizin ondan başka dostunuz ve yardımcınız yoktur” (Secde 4): “Ölmeyen O Baki’ye güvenip dayan, O’na hamd ile tespih et. Onun kullarının günahlarından hakkıyla haberdar olması yeter. O, gökleri ve yeri, aralarında olan şeyleri altı günde yaratan…dır” (Furkan 58-59) ve “Andolsun ki biz gökleri, yeri ve ikisi arasında bulunan şeyleri altı günde yaratmışızdır…” (Kaf 38) buyurmuştur.

Beşinci soruya şöyle cevap veririz: Bundan murad, Cenab-ı Hakk’ın, gökleri ve yeri, altı gün miktarında yaratmış olmasıdır. Bu Allah’ın “Orada sabah akşam (rızıkları da ayaklarına gelecektir)” (Meryem 63) buyruğu gibidir ki bundan murad da “dünyadaki sabah akşam miktarınca…” manasınadır. Zira orada henüz ne gece bulunmaktadır ne de gündüz.

Altıncı soruya şöyle cevap verilir: Hak Teâlâ’nı “Ve bizim emrimiz, birdir, bir göz kırpması gibidir…” (Kamer 50) buyruğu zatlardan her birini yaratma ve onlardan her birini yok etme manasınadır. Çünkü, bir zatı (varlığı) yaratmak, var olan bir şeyi de yok etmek farklı farklı vakitlerde olmaya müsait değildir. Dolayısıyla onları ancak bir defada yapmak mümkündür. Ama mühlet tanıma ve müddete gelince, ancak bir zaman içinde elde edilir.

Bu müddetin altı gün olarak takdir edilmesi şeklindeki yedinci soruya gelince, böyle bir soru vardi değildir. Zira Cenab-ı Hak, gökleri ve yeri, zamanın son cüzünde yaratmış olsaydı, böyşe bir soru tekrar gündeme gelirdi. Hem bazı alimler yedi sayısının büyük şerefi haiz olduğunu söylemişlerdir. Bu husus kadir gecesinin (ramazanın) yirmiyedinci gecesi olduğunun anlatıldığı yerde zikredilmiştir. Bu sabit olunca onlar şöyle demişlerdir: “Altı gün, alemin yaratılması: yedinci gün ise mülkün ve hükümranlığın mükemmelliğinin meydana gelmesi hususunda söz konusudur. İşte bu yolla mükemmellik ve kemal, yedinci gün içinde meydana gelmiş olur. Soruların cevapları böylece tamamlanmış olmaktadır.[21]

Bu satırların sahibi olan Razi kendisini sorulara cevap vermiş saymaktadır ama tüm uğraşılarımıza rağmen verilen cevapların, sorulan sorularla bir alakasını biz kuramadık. Aslında Razi’nin şu sayfalar dolusu yazdıklarından neye dair söz söylediği de anlaşılamamaktadır. Tefsirin bu bölümünde göklerin yaratılması ile ilgili ayetlerde geçen “altı gün” ifadesine açıklık getirmeye hiç değinilmemiş, konu laf kalabalığına kurban edilmiştir. Bu satırlarda yerlerin ve göklerin altı günde yaratılması ile alakalı söylenen tek söz, ayette geçen gün kavramının bildiğimiz manada gün anlamına gelmediği, Razi’nin de tıpkı diğerleri gibi “yevm” kelimesine “devir, etap, dönem” manası verdiğidir. Sonuçta cevaplara “çok kolay” diyerek başlayan Razi, hiçbir şeye cevap vermemiş, hiçbir konuya açıklık getirmemiştir. Geleneği kutsayanlara tabir ağır gelecektir ama Razi sadece zırvalamıştır. O da tıpkı Kurtubi gibi “göklerin ve yerin altı günde yaratılması” hususunda Yahudilerin anlatımlarını referans olarak almıştır.

Razi, “evre, devir, etap” anlamını verdiği “yevm” kelimesi ile ilgili görüşünü Fussilet 41/9-12 ayetlerinin tefsiri bağlamında ise şöyle açıklamaktadır.

“Ehl-i eser (hadisçiler), Allah Teâlâ’nın yeryüzünü pazar ve pazartesi günlerinde, yerdeki şeyleri salı ve çarşamba günlerinde, gökleri ve göktekileri perşembe ve cuma gününde yarattığını, cuma gününün son saatinde, hepsinin yaratılışını tamamladığını ve bu son saatte Âdem’i yarattığını söylemişlerdir ki son saat, kıyametin koptuğu saattir.

İmdi, “yevm” (gün), bir gece ve gündüzün toplamıdır. Bu ise ancak güneşin doğması ve batmasıyla meydana gelir. Gökler, güneş ve ay yaratılmazdan önce, “gün” kavramı nasıl düşünülebilir?” denilirse, biz deriz ki: “Bu, “eğer ortada bir gezegen ve güneş bulunmuş olsaydı, bu yaratma müddeti, bir günlük bir miktar kadar olurdu” demek olan bir zaman dilimi manasınadır.”[22]

İlke yok, kural yok, çerçeve yok!.. Bu sözler güya Kur’an’ı daha anlaşılır kılmak için tefsir sayılmaktadır. Yahudiliğin Kur’an tefsiri adı altında yutturulmasından başka bir anlamı olmayan bu zırvalar çağlar boyunca itibar görmüş ve hala da itibar görmeye devam etmektedir.

Giriş kısmında Kur’an’ın gökler ve yer hakkındaki tüm sunumlarının sıradan insan aklına hitaben olduğunu, eski – yeni tüm müfessirlerin de bu sunumu astro fizikçilerin bilgisi seviyesine taşıdığını söylemiştik. Kendisi de çağının astronomi ilmine vakıf olan Razi’nin bu satırlarından sonra, konunun hiçbir akıl seviyesinde sunulmadığını tam tersi hayal ve hezeyan seviyesine çekildiğini söylemek asla hakaret değildir…

Haddinden fazla yer verdiğimiz Razi’nin hezeyanlarını bir kenara bırakalım…

Kur’an’da geçen “gökler” tabiri hem yaratılış hem de tabaka tabaka olması yönünden mevcut kozmoloji bilgilerinin tamamı ile çelişmektedir. Çünkü hem geçmişte hem de günümüzde uzay düzleminin birden fazla olduğunu, bunların biri diğeri üzerinden yedi kat olduğunu söyleyen tek bir astronom dahi çıkmamıştır. Kozmoloji ilminin günümüzde ulaştığı bilgilere göre uzay düzlemi tek bir tanedir ve günümüz teknolojisine göre konuşacak olursak bu düzlemin bir ucundan diğer ucuna uzaklığı 14,8 milyar ışık yılı mesafesindedir. (Bu bilgileri tasvip ettiğimiz için değil, müfessirler ile kozmoloji ilmi arasındaki çelişkiyi göstermek için ifade etmekteyiz.) Yedi gökler ifadesini bilimsel yönden ve günümüz kozmoloji bilimine göre açıklayan çağdaş ilahiyatçılara göre, Kur’an’ın “semae’d dünya” (en yakın sema – dünya seması – birinci kat sema) dediği şey kozmoloji ilminin “uzay düzlemi” dediği şeydir. Gök cisimlerinin tamamı bu düzlemde bulunmaktadır. Nitekim Kur’an’ın tamamında yedi göklerde herhangi bir yıldızın bulunduğuna dair açık bir ifade bulunmamaktadır. Evet birçok ayette “lehu ma fis semavat” (göklerdeki akılsız varlıklar onundur) veya “lehu men fi’s semavat” (göklerdeki akıllı varlıklar onundur) gibi ifadeler bulunmaktadır ama açık olarak göklerde bir yıldızın veya güneş, ay, gezegenler gibi gök cisimlerinin bulunduğuna dair tek bir ifade dahi yoktur. Kur’an’ın tamamında “kuşların uçtuğu, rüzgârın estiği, bulutların yürüdüğü, güneş, ay, yıldızlar ve gezegenlerin bulunduğu mekân” hep “es-sema” (gök) olarak tekil şekilde ifade edilmiştir.

Günümüz kozmoloji ilmi, uzay düzleminin yaratılması ile ilgili getirdiği en uç nazariye herkesin bildiği “Big bang / Büyük patlama” nazariyesidir. Bu nazariyeye göre 14,8 milyar yıl önce bir patlama ile hem uzay düzlemi hem de o uzay düzlemi üzerindeki gök cisimleri oluşmaya başlamıştır. Bu oluşum birdenbire olmamış hem uzay düzlemi hem de onun üzerindeki varlıklar çok uzun zamanlarda ve aşama aşama oluşmuştur. Fakat her ne olursa olsun uzay düzlemi tek bir tanedir.

Uzay düzlemine bakan her insan ne yöne bakarsa baksın merkeze üzerinde yaşadığımız dünya gezegenini almak zorundadır. Üzerinde yaşadığımız gezegenin merkeze alınması, gezegenin uzay düzleminin merkezinde olmasından dolayı değildir. İnsan türünün bir şeye bakarken kendisine bir nirengi noktası belirleme zorunluluğundan dolayıdır. Nitekim üzerinde yaşadığımız gezegenin evrenin merkezinde olduğunu söylemek, evrenin tamamını bilmeyi gerekli kılmaktadır. Aksi halde Dünya gezegenin, tamamını bilemediğimiz uzay düzleminin merkezinde olduğunu söylemek anlamsız olacaktır.

Günümüz kozmoloji ilmine göre, müfessirlerimizin “es-semae’d dünya” dedikleri uzay düzlemi bile insan türü için sonu gelmez bilinmezliklerle doludur. Yine müfessirlerimize göre “en yakın sema olan” (semae’d dünya) dedikleri uzay düzlemin de ötesinde bulunan diğer altı gök ise hayal edilse bile kavranamayan bir olgu olarak ortada durmaktadır. Fakat kozmoloji ilmi ve müfessirlere göre bir tanesi bile sonsuz sayıda bilinmezliklerle dolu olan gök ve gökler, Kur’an tarafından bilinen, görünen, kavranabilen bir şey olarak takdim edilmiştir.

اَوَلَمْ يَنْظُرُوا ف۪ي مَلَكُوتِ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَمَا خَلَقَ اللّٰهُ مِنْ شَيْءٍۙ وَاَنْ عَسٰٓى اَنْ يَكُونَ قَدِ اقْتَرَبَ اَجَلُهُمْۚ فَبِاَيِّ حَد۪يثٍ بَعْدَهُ يُؤْمِنُونَ
Araf 7 / 185

Onlar göklerdeki ve yerdeki sınırsız hükümranlık ve nizama, Allah’ın yarattığı her şeye, ecellerinin yaklaşmış olabileceğine hiç bakmadılar mı? Peki, bundan sonra artık hangi söze inanacaklar? (DİB meali)

اَوَلَمْ يَرَوْا اَنَّ اللّٰهَ الَّذ۪ي خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ قَادِرٌ عَلٰٓى اَنْ يَخْلُقَ مِثْلَهُمْ وَجَعَلَ لَهُمْ اَجَلًا لَا رَيْبَ ف۪يهِۜ فَاَبَى الظَّالِمُونَ اِلَّا كُفُورًا
İsra 17 / 99

Onlar, gökleri ve yeri yaratan Allah’ın kendileri gibilerini yaratmaya kadir olduğunu görmediler mi? Allah onlar için, hakkında hiçbir şüphe bulunmayan bir ecel belirlemiştir. Fakat zalimler ancak inkârda direttiler. (DİB meali)

اَلَمْ تَرَ اَنَّ اللّٰهَ يُسَبِّحُ لَهُ مَنْ فِي السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَالطَّيْرُ صَٓافَّاتٍۜ كُلٌّ قَدْ عَلِمَ صَلَاتَهُ وَتَسْب۪يحَهُۜ وَاللّٰهُ عَل۪يمٌ بِمَا يَفْعَلُونَ
Nur 24 / 41

Göklerde ve yeryüzünde bulunan kimselerle, sıra sıra (kanat çırparak uçan) kuşların Allah’ı tespih ettiğini görmez misin? Her biri duasını ve tesbihini kesin olarak bilmektedir. Allah, onların yapmakta olduğu şeyleri hakkıyla bilendir. (DİB meali)

اَلَمْ تَرَ اَنَّ اللّٰهَ يَسْجُدُ لَهُ مَنْ فِي السَّمٰوَاتِ وَمَنْ فِي الْاَرْضِ وَالشَّمْسُ وَالْقَمَرُ وَالنُّجُومُ وَالْجِبَالُ وَالشَّجَرُ وَالدَّوَٓابُّ وَكَث۪يرٌ مِنَ النَّاسِۜ وَكَث۪يرٌ حَقَّ عَلَيْهِ الْعَذَابُۜ وَمَنْ يُهِنِ اللّٰهُ فَمَا لَهُ مِنْ مُكْرِمٍۜ اِنَّ اللّٰهَ يَفْعَلُ مَا يَشَٓاءُ
Hac 22 / 18

Görmedin mi ki şüphesiz, göklerde ve yerde olanlar, güneş, ay, yıldızlar, dağlar, ağaçlar, hayvanlar ve insanların birçoğu Allah’a secde etmektedir. Birçoğunun üzerine de azap hak olmuştur. Allah, kimi alçaltırsa ona saygınlık kazandıracak hiçbir kimse yoktur. Şüphesiz Allah, dilediğini yapar. (DİB meali)

وَلَنُسْكِنَنَّكُمُ الْاَرْضَ مِنْ بَعْدِهِمْۜ ذٰلِكَ لِمَنْ خَافَ مَقَام۪ي وَخَافَ وَع۪يدِ
İbrahim 14 / 14

Allah’ın, gökleri ve yeri hak ve hikmete uygun olarak yarattığını görmedin mi? Dilerse sizi giderir ve yeni bir halk getirir. (DİB meali)

Bunlar ve benzeri daha onlarca ayet “semavat” denilen şeyin insan soyunun görüş alanında olduğunu ifade etmektedir. Yoksa insan türünün görüş alanında olmayan bir şey için “görmediniz mi, bakmadınız mı? gibi şeyler söylenmesi, insan aklının asla konumlandıramayacağı, dolayısıyla hiçbir karşılığı bulunmayan anlamsız ifadeler olacaktır.

4. BÖLÜM

Yüce Allah Kur’an’da hem yaratılan her bir varlık hem de resuller aracılığıyla insanlığa ulaştırdığı vahiylerindeki her bir kelime, her bir cümle için “ayet” kavramını kullanmaktadır. Buna göre varlıklar için “yaratılan ayetler”, resuller aracığıyla insanlara ulaştırılan vahiyler için “gönderilen ayetler” tabirini kullanmak yanlış olmayacaktır.

Her ikisi de yapı olarak farklı karakterde olmasından dolayı “ayet” olarak adlandırılmasına rağmen, farklı yaklaşım biçimlerini gerekli kılmaktadır. Kur’an karşımızda kelimelerden ve cümlelerden oluşmuş bir metin olarak dururken varlık ayetleri, bizzat asli halleriyle karşımızda durmaktadır. Fakat farklı yapılarda olmasına rağmen her iki ayeti de anlama yolu, bizzat ayetlerin kendisini incelemek ve anlamaya çalışmaktır. Varlık ayetleri asli halleriyle karşımızda durduğu için o varlıkları inceleme biçimimiz ile gönderilen ayetleri inceleme biçimimiz sadece inceleme araçları yönünden birbirinden farklılık arz etmektedir.

Basit bir şekilde “bir varlığı veya bir anlamı gösteren işaret” anlamını verebileceğimiz ayet kelimesi, anlatılmak istenen şeyin kendisi değil, anlatılmak istenen varlığı veya bir anlamı gösteren işarettir. Yaratılan ayetleri, bir varlığı gösteren işaretler olarak tanımlarsak, gönderilen ayetleri de bir anlamı gösteren işaretler olarak tanımlamak doğru olacaktır. Yaratılan ayetlerin her biri somut varlıklar olarak karşımızda dururken, gönderilen ayetlerin her biri ses dizimi, kelime, cümle olarak somut anlamları işaret eden soyut varlıklar olarak karşımızda durmaktadır. Evet kelimeler ve cümleler, kast edilen anlamın soyut ifade biçimleridir.

Yaratılan ayetler ile gönderilen ayetleri anlamak için geliştireceğimiz yaklaşım biçimlerimizin farklı olması gerektiğini az önce belirtmiştik. Her şeyden önce gönderilen ayetler işaret, kelime ve cümlelerden oluşmuş somut anlamı işaret eden şeylerdir. Bu yüzden gönderilen ayetleri incelemek isteyenlerin ayetlerin gönderildiği dilin kelime ve cümle bilgisine asgari düzeyde sahip olmaları şarttır. Aslında bu durum sadece gönderilen ayetlerle alakalı bir durum değildir. Herhangi bir dilin kelimeleri ve cümleleri üzerinde araştırma yapan herkesin o dili en azından asgari düzeyde bilmesi şarttır. Yoksa İngilizce bilmeyen birinin İngilizceyi, Rusça bilmeyen birinin Rusçayı, Çince bilmeyen birinin Çinceyi araştırması, o dile ait soyut kelimelerin kast ettiği somut manalarla ilişkisini tam olarak tespit edebilmesi mümkün değildir. Yani, hangi dilde olursa olsun, herhangi birinin o dile ait kelimeler üzerinden somut bir sonuca gidebilmesi ancak o dili bilmesi durumunda olabilecek bir şeydir.

Fakat, Yüce Allah’ın yarattığı varlıkları incelemek, en azından asgari düzeyde bilgi sahibi olmak için insanın sahip olduğu akıl dışında ekstra bir donanıma ihtiyaç yoktur. Her insanın sahip olduğu akıl, varlıkları doğru anlamaya yetecek düzeydedir. Bunun için yapılması gereken tek şey varlıkların farkına varmak ve varlıklar hakkındaki bilgilere bizzat varlıkların kendisi üzerinden ulaşmaktır. Her insanın akıl yoluyla varlıklar hakkında edineceği asgari düzeydeki bu bilgi, onu o varlıkların alimi yapmayacaktır ama kişinin o varlıkla doğru bir ilişki kurmasına yetecektir.

İnsanın anatomik yapısı, içinde yaşadığı varlıkla tezat oluşturacak şekilde değildir. Tam tersi insanın anatomik yapısı ile varlıklar tam bir uyum içindedir. İnsana bir göz yapısı verilmiştir ve varlık da o göz yapısının görebileceği şekilde dizayn edilmiştir. İnsana bir akciğer verilmiştir ve varlık da insanın yaşamasını sağlayan akciğerin ihtiyaç duyduğu şekilde dizayn edilmiştir. Yani varlığın yapısıyla insanın yapısı tam bir uyum içindedir. Hatta insanın atmosfer dışında nefes almaya, gıda edinmeye, ayaklarını bir yere basmaya uygun ortamların bulunmaması bile insanın anatomik yapısıyla uyumludur. Çünkü atmosfer dışındaki varlıkların tamamı, atmosfer altında yaşayan insanın anatomik yapısının ihtiyaç duyduğu şeyleri hazırlayacak ve devamlılığını sağlayacak uygun ortamın oluşması için küçük veya büyük roller oynamaktadır. Mesela; insanın güneşe gidip onun üzerinde koloni kurması mümkün değildir ama güneşin yapısı, izlediği rota, dünyaya olan uzaklığı, oluşturduğu çekme ve itme kuvveti, ışınlarının dünyaya ulaşma zamanı ve ulaşma biçimi insanın atmosfer altında yaşamak için ihtiyaç duyduğu şeyler için olmazsa olmaz konumdadır. Tabiri caizse uzay düzleminde bulunan varlıkların tamamı el birliği içinde belli bir anatomik yapıda yaratılmış insanın anatomisinin ihtiyaç duyduğu şeyleri oluşturmak için çalışmaktadır.

Biraz önce Kur’an’ın yaratılan her bir varlığı “ayet” olarak isimlendirdiğini, ayet kelimesinin ise başka bir varlığı veya anlamı gösteren işaretler olduğunu belirtmiştik. Bu durumda insanın anatomisi ile akıl almaz boyutlarda uyumlu olan yaratılmış ayetler neyi veya kimi gösteren işaretlerdir (ayetlerdir)? sorusu elzem bir soru olarak karşımıza çıkmaktadır…

Ayet olan bu yaratılmış varlıkların gösterdiği anlam; varlıkların insana hizmet etmesi midir? Yani her biri bir işaret olan varlıklara baktığımızda anlamamız veya görmemiz gereken işaret, varlıkların insana hizmet eden şuursuz yaratıklar olduğu mudur? Yoksa görmemiz gereken işaret, o varlıkları insanın anatomik yapısı ile uyumlu hale getirip insana hizmet ettireni mi göstermektedir? Daha da açık bir ifade ile soracak olursak, işaretler varlıkların kendisinde bulunan özellikleri mi yoksa o özellikleri onlara vereni mi işaret etmektedir?

اِنَّ ف۪ي خَلْقِ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَاخْتِلَافِ الَّيْلِ وَالنَّهَارِ وَالْفُلْكِ الَّت۪ي تَجْر۪ي فِي الْبَحْرِ بِمَا يَنْفَعُ النَّاسَ وَمَٓا اَنْزَلَ اللّٰهُ مِنَ السَّمَٓاءِ مِنْ مَٓاءٍ فَاَحْيَا بِهِ الْاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا وَبَثَّ ف۪يهَا مِنْ كُلِّ دَٓابَّةٍۖ وَتَصْر۪يفِ الرِّيَاحِ وَالسَّحَابِ الْمُسَخَّرِ بَيْنَ السَّمَٓاءِ وَالْاَرْضِ لَاٰيَاتٍ لِقَوْمٍ يَعْقِلُونَ
Bakara 2 / 164

Şüphesiz, göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde, insanlara yarar sağlayacak şeylerle denizde seyreden gemilerde, Allah’ın gökyüzünden indirip kendisiyle ölmüş toprağı dirilttiği yağmurda, yeryüzünde her çeşit canlıyı yaymasında, rüzgârları ve gökle yer arasındaki emre amade bulutları evirip çevirmesinde elbette düşünen bir topluluk için deliller vardır (DİB meali).

اِنَّ رَبَّكُمُ اللّٰهُ الَّذ۪ي خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ ف۪ي سِتَّةِ اَيَّامٍ ثُمَّ اسْتَوٰى عَلَى الْعَرْشِ يُغْشِي الَّيْلَ النَّهَارَ يَطْلُبُهُ حَث۪يثًاۙ وَالشَّمْسَ وَالْقَمَرَ وَالنُّجُومَ مُسَخَّرَاتٍ بِاَمْرِه۪ۜ اَلَا لَهُ الْخَلْقُ وَالْاَمْرُۜ تَبَارَكَ اللّٰهُ رَبُّ الْعَالَم۪ينَ
Araf 7 / 54

Şüphesiz sizin Rabbiniz, gökleri ve yeri altı gün içinde (altı evrede) yaratan ve Arş’a kurulan, geceyi, kendisini durmadan takip eden gündüze katan, güneşi, ayı ve bütün yıldızları da buyruğuna tabi olarak yaratan Allah’tır. Dikkat edin, yaratmak da, emretmek de yalnız O’na mahsustur. Âlemlerin Rabbi olan Allah’ın şanı yücedir (DİB meali).

اَللّٰهُ الَّذ۪ي رَفَعَ السَّمٰوَاتِ بِغَيْرِ عَمَدٍ تَرَوْنَهَا ثُمَّ اسْتَوٰى عَلَى الْعَرْشِ وَسَخَّرَ الشَّمْسَ وَالْقَمَرَۜ كُلٌّ يَجْر۪ي لِاَجَلٍ مُسَمًّىۜ يُدَبِّرُ الْاَمْرَ يُفَصِّلُ الْاٰيَاتِ لَعَلَّكُمْ بِلِقَٓاءِ رَبِّكُمْ تُوقِنُونَ
Rad 13 / 2

Allah, gökleri gördüğünüz herhangi bir direk olmadan yükselten, sonra Arş’a kurulan, güneşi ve ayı buyruğu altına alandır. Bunların hepsi belli bir zamana kadar akıp gitmektedir. O, her işi (hakkıyla) düzenler, yürütür, âyetleri ayrı ayrı açıklar ki Rabbinize kavuşacağınıza kesin olarak inanasınız (DİB meali).

Bunlar ve daha onlarca ayet, varlıkların “o varlıkları insanın hizmetine veren kişiyi” gösteren işaretler olduğunu göstermektedir. Yani her bir varlığın içinde, o varlıkları insan anatomisi ile uyumlu hale getiren kişiyi işaret etme potansiyeli vardır. Kur’an’ın tamamında, insanın varlıklardaki bu potansiyeli görmesi veya anlaması için gerekli olan tek şeyin “akletmek” olduğu onlarca kez vurgulanmaktadır.

Varlık ayetlerinden bahseden Kur’an’ın içine serpiştirilmiş birçok gönderilen ayet, “bakmazlar mı? görmezler mi? bakmaz mısın? görmüyorlar mı?” hitabıyla başlamaktadır. Bu hitap bahse konu olan yaratılmış ayetlerin bilginlerine veya alimlerine değil asgari akla sahip olan herkesedir. Çünkü varlıkların bizzat kendisine yerleştirilmiş “yaratıcıyı gösteren işaret olma” potansiyelini görmek için ilim sahibi olmak değil akıl sahibi olmak yeterlidir. Bu, ayet olan varlıklardan asgari olarak anlaşılması gereken şeydir ve varlıklar hakkında kimi nasıl işaret ettiğinin detaylı bilgisine ulaşmak bu asgari zeminde olmak zorundadır. Varlıkları Yüce Allah’ı işaret eden işaretler olarak görmeyen ama buna rağmen varlıklar hakkında detaylı bilgi sahibi olmak için varlıkları inceleyen her yaklaşım biçimi, varlıklar hakkında yüzde yüz doğru bilgi edinse bile elde edilen o bilgiler asla doğruya (hak/gerçek) hizmet etmeyecek, sahte bir varlık anlayışının ayartıcı bilgileri olarak kalacaktır.

Mesela; Gözü ve aklı olan her bir insan güneşin her gün aynı şeyleri yaptığını rahatlıkla gözlemleyebilir. Güneşin ışınlarının dünyadaki hayatın devamı için çok gerekli olduğunu da gözlemleyebilir. Güneş olmadan dünya gezegeni üzerinde herhangi bir canlının yaşayamayacağını da rahatlıkla gözlemleyebilir. Bunları gözlemleyen birinin tüm bu oluşumların kendi başına olmadığını, mutlaka bir idare edicisi olduğu bilgisine ulaşmaması için taş kalpli olması gerekmektedir. Kaldı ki şu varlığın neresine bakılırsa bakılsın tüm bunların tesadüf eseri olduğuna ve tesadüf eseri varlığını devam ettirdiğine inanması da söz konusu olamaz.

İşte her insan, bu asgari bilgileri sadece gözünü ve aklını kullanarak elde edebilir. Ama güneş ışınlarının belli bir eğimle ve belli bir süratle dünyaya (8 dakikada) ulaştığı, bir güneş ışığının oluşması için fotonların güneşin merkezinde bir buçuk milyon yıl önce oluşmaya başladığı, güneşin merkezindeki ısının 5 milyon derece olduğu bilgisini elde etmesi için, konunun uzmanı olması gerekmektedir. Kur’an’ın yüzlerce ayetinde insanın dikkatine sunulan yaratılan ayetlerdeki kullanılan üslup veya sunum biçimi konunun uzmanlarına değil, görebilen ve akledebilen her kişiyi muhatap almaktadır. Konu hakkında uzmanlaşmış kişiler de dahil olmak kaydıyla her aklı olanın bilgilerini derinleştireceği asgari zemin, yaratılan ayetlerin her birinin kendilerini yaratana işaret ettiğidir. Bu zemin, varlıkları anlamanın ve onlarla doğru ilişki kurmanın olmazsa olmaz şartıdır.

Bu arada bir karışıklığı önlemek için insanlık tarihinin gelişimi ile ilgili de birkaç söz etmek gerekmektedir. Çünkü hem varlık üzerinde herhangi bir yaratıcının tasarrufunun bulunmadığı söyleyen “seküler bakış açısı” hem de son zamanlarda seküler bilimin gelişmesi karşısında ezilen sözde ilahiyatçılar, geçmişteki insanların vahşi, bilgisiz, cahil, tabiat olaylarını anlamayan, anlamadığı için güneşe, aya, taşa, tahtaya tapınanlar olarak göstermektedir. Yani onlara göre ilk insanlar mesela tepelerinde gördükleri güneşin, ayın, yıldızların birer gök cismi mi yoksa tanrı mı olduklarını ayırt edemeyecek cehalette oldukları için onları ilah olarak kabul etmiş ve onlara tapınmışlardır. Nitekim arkeolojik kazılar sonucu ortaya çıkarılan her buluntu bu ön kabul üzerinden bir okumaya tabi tutulmuş ve tüm dünyada okutulan tarih ilmi bu çerçeve üzerinden oluşturulmuştur.

Bu söyleme balıklama dalan geçmiş ve günümüz çağdaş uleması bile bu bakış açısı üzerinden beşer – insan kelimelerini “beşer, insanın insan olmadan önceki hali” şeklinde okumuştur. Yani onlara göre de insanı Yaratan Yüce Allah, ilk önceleri onların hayvanlar gibi yaşamalarına müsaade etmiş, onları yaratıp dünya denen gezegene salıvermiştir. İşte onlara göre tüm insanlığın bugünkü çağdaş gelişimi bu zemin üzerinden olmuştur.

Hemen belirtelim ki insanlığın gelişimini böyle bir düzleme oturtanların Kur’an ile hiçbir alakaları bulunmamaktadır. Yani bu bakış açısı Kur’an’ın bakış açısı değildir. İlk insanların akıl kapasiteleri ile günümüz insanına verilen akıl kapasiteleri arasında zerre kadar fark söz konusu değildir. Yüce Allah ilk yarattığı insan ile son yaratacağı insan arasında ne anatomik açıdan ne de akıl kapasitesi açısından hiçbir farklı yaratmada bulunmamıştır ve bulunmayacaktır.

اِنَّا عَرَضْنَا الْاَمَانَةَ عَلَى السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَالْجِبَالِ فَاَبَيْنَ اَنْ يَحْمِلْنَهَا وَاَشْفَقْنَ مِنْهَا وَحَمَلَهَا الْاِنْسَانُۜ اِنَّهُ كَانَ ظَلُومًا جَهُولًاۙ
Ahzab 33 / 72

Şüphesiz biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar onu yüklenmek istemediler, ondan çekindiler. Onu insan yüklendi. Çünkü o çok zalimdir, çok cahildir (DİB meali).

Bu ayetin noktalanması, harekelenmesi ve verilen mealler üzerinde ciddi bir çalışma gerekse de ayetin insan denilen türün tamamını muhatap aldığı açıktır. Bu ayet cahil, vahşi, bilgisiz bir türden bahsetmemektedir veya ilk insan türü hariç de dememektedir. Ayette tekil olarak geçen الْاِنْسَانُۜ (el-insan) kelimesi tek bir ferdi bile dışarıda kalmayacak şekilde tüm insan türünü kapsayan bir kelimedir. Bu demektir ki ilk insan da son insan da bu ayette bahsedilen şeylerin muhatabıdır.

İnfitar 82/6-7-8

يَٓا اَيُّهَا الْاِنْسَانُ مَا غَرَّكَ بِرَبِّكَ الْكَر۪يمِۙ

اَلَّذ۪ي خَلَقَكَ فَسَوّٰيكَ فَعَدَلَكَۙ

ف۪ٓي اَيِّ صُورَةٍ مَا شَٓاءَ رَكَّبَكَۜ

6,7,8; Ey insan! Seni yaratan, şekillendirip ölçülü yapan, dilediği bir biçimde seni oluşturan cömert Rabbine karşı seni ne aldattı? (DİB meali).

“Ey insan” hitabıyla başlayan bu ayetler belli bir dönemdeki sınırlı sayıdaki insan kitlesini değil, tek bir ferdi dahi dışarıda kalmadan tüm insan türünü muhatap almaktadır.

وَيَوْمَ يَحْشُرُهُمْ جَم۪يعًاۚ يَا مَعْشَرَ الْجِنِّ قَدِ اسْتَكْثَرْتُمْ مِنَ الْاِنْسِۚ وَقَالَ اَوْلِيَٓاؤُ۬هُمْ مِنَ الْاِنْسِ رَبَّنَا اسْتَمْتَعَ بَعْضُنَا بِبَعْضٍ وَبَلَغْنَٓا اَجَلَنَا الَّذ۪ٓي اَجَّلْتَ لَنَاۜ قَالَ النَّارُ مَثْوٰيكُمْ خَالِد۪ينَ ف۪يهَٓا اِلَّا مَا شَٓاءَ اللّٰهُۜ اِنَّ رَبَّكَ حَك۪يمٌ عَل۪يمٌ
Enam 6 / 128

Onların hepsini bir araya toplayacağı gün şöyle diyecektir: “Ey cin topluluğu! İnsanlardan pek çoğunu saptırıp aranıza kattınız.” Onların insanlardan olan dostları, “Ey Rabbimiz! Bizler birbirimizden yararlandık ve bize belirlediğin süremizin sonuna ulaştık” diyecekler. Allah da diyecek ki: “Allah’ın diledikleri (affettikleri) hariç, içinde ebedî kalmak üzere duracağınız yer ateştir.” Ey Muhammed! Şüphesiz senin Rabbin hüküm ve hikmet sahibidir, hakkıyla bilendir. (DİB meali)

Meallere göre ahiretten bir sahne gösteren bu ayetteki “ey cin ve insan topluluğu” hitabı hiçbir istisna getirmemiş, insan türünün hiçbir ferdini dışarıda bırakmamıştır.

وَمَا خَلَقْتُ الْجِنَّ وَالْاِنْسَ اِلَّا لِيَعْبُدُونِ
Zariyat 51 / 56

Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım. (DİB meali)

Bu ayetin kapsamına ilk insan da son insan da dahildir. Eğer ilk insanlar varlığı tanıyacak bir bilgiden yoksun halde, güneşin tapınılacak bir varlık olmadığını bilmeyecek durumda yaratılmış ve bilinmezliklerle dolu gezegene salıverilmiş olsaydı, en azından o ilk insanların bu ayetin kapsamı dışında tutulması lazımdı. Varlıkları daha var etmeden belli bir ilke doğrultusunda yaratan Yüce Allah bu ayette insan türünün herhangi bir ferdini kulluktan muaf tutmamıştır.

اَيَحْسَبُ الْاِنْسَانُ اَنْ يُتْرَكَ سُدًىۜ
Kıyamet 75 / 36

İnsan, kendisinin başıboş bırakılacağını mı zanneder (DİB meali).

Eğer Yüce Allah ilk insanı yaratmış ve başıboş, bilgisiz, korumasız, vahşi bir şekilde gezegene salmış olsaydı “insan kendisinin başıboş bırakılacağını mı zanneder” sözü boş bir söz olurdu. Çünkü bu durumda iş zan olmaktan çıkmış gerçek olmuş demektir. Bu ayet “insan” derken sadece belli bir kitleyi değil, birincisi ve sonuncusu ile tüm insan türünü muhatap almaktadır.

İnsanın yaratılış süreci bu yazının konusu değildir. Fakat şu bilinmelidir ki; insan denilen türün başlangıcının cehalet, vahşilik, belirsizlik, başıboşluk üzerine temellendirilmesi mümkün olamaz. Özellikle çağdaş ulemanın (!) insanın yaratılış sürecini seküler bilimin anlattığı şekilde resmetmesi onların yenilmişlik psikolojinden başka bir şeyi yansıtmamaktadır. Allah dilerse insanın yaratılışı hususunda yapacağımız başka bir çalışmada bu detaylıca ele alınacaktır.

Konumuza tekrar dönecek olursak, insan türü akıl kapasitesi açısından varlığa bakınca, her bir varlığın bir yaratıcıyı işaret ettiğini görecek, anlayacak, akledecek potansiyele her zaman sahip olmuştur. Güneşin veya Allah dışındaki herhangi bir varlığın tapılacak şeyler olmadığı bilgisi insana hem resuller aracılığıyla hem de resullerden önce mütemadiyen verilmiştir. İnsan türü güneşin, ayın, yıldızların veya başka şeylerin Yüce Allah’ı gösteren ayetler oldukları, tapınılacak ilahlar olmadığı bilgisini sadece son resul olan Muhammed aracılığıyla öğrenmemiştir. Her bir resul varlığı doğru tanıtan ilkelerle gelmiş ve hepsi de varlığı doğru tanımlayacak akıl kapasitesinin insana doğuştan verildiğini bildirmiştir. Kaldı ki güneşin, ayın, yıldızların veya Allah dışında kalan varlıklardan hiçbirinin tapınılacak ilahlar olmadığını anlamak için herhangi bir resule veya herhangi bir ilahi vahye ihtiyaç yoktur. Bunu anlamak için varlığa bakmak, baktığını görmek, gördüğünü akletmek yeterlidir. Sırf bu bile Allah’tan başka tapınılacak ilah olamayacağını kavramaya fazlasıyla yeterlidir. Zaten varlık ayetlerini doğru okuyamayanların, gönderilen ayetleri çok iyi Arapça bilgisi olsa bile anlaması mümkün değildir. Çünkü Kur’an, varlığı, insanın baktığında gördüğü şekilden başka bir şekilde anlatmamaktadır. Çünkü varlık ayetleri, Kur’an’ın anlattığının dışında bir durumda değildir. Yoksa güneşin, ayın, yıldızların yerdeki ve gökteki varlıkların insanın yaşamasına uygun bir şekilde musahhar kılındığının bilgisi Kur’an’a bakılarak değil varlığa bakılarak anlaşılacak bir bilgidir. Allah’tan başka ilah olamayacağı bilgisi gizli kapaklı, devasa araştırmalar gerektiren bir bilgi değildir. Her bir akıllı bireyin bu bilgiye ulaşması için sonsuz sayıdaki varlığa gören gözlerle, gördüğünü anlayan akılla bakması yeterlidir.

Kur’an tüm özellikleri ile zaten insan olarak yaratılan insanı, insan yapmak için değil onun insan kalması, öz benliğine kazınan değerleri kaybetmemesi için bir öğretidir. Evet Kur’an insan olarak yaratılan varlığın yaratılıştan kendisine yüklenen değeri kaybetmemesi için değerler sistemidir. Yoksa yalanın, hırsızlığın, arsızlığın, kullara kul olmanın vs kötü olduğu kesinlikle her insan tarafından bilinmektedir. Yalanın kötü bir şey olduğunu öğretmek için bir resule veya herhangi bir ilahi öğretiye ihtiyaç yoktur. Ama yaşadığı hayatta yalanla doğruluk arasında seçim yapmak zorunda kalan insanın ne olursa olsun doğru olanı seçmesini sağlamak için kesinlikle bir resule, ilahi bir öğretiye, hiçbir durumda kendisinde bir eksilme olmayacak ilahi bir değerler sistemine ihtiyacı vardır. İnsanı yalan söylemekten, arsızlık, hırsızlık, aptallık, vurdumduymazlık, bencillik vs yapmaktan alıkoyacak, bu tür şeylerin bir seçenek olmadığını öğretecek bir öğretiye kesinlikle ihtiyacı vardır. 

İşte varlık ayetleri ile gönderilen ayetlere yaklaşım biçimi de tam burada farklılaşmaktadır. Varlık ayetleri kesinlikle Allah’tan başka ilah olmadığını işaret etmektedir ama bu bilgiyi bir yaşam biçimi haline getirmenin yolunu varlık ayetlerinden öğrenmek mümkün değildir. İşte gönderilen ayetler varlık ayetleri üzerinden farkına varılan bu bilginin, yaşam biçimi olarak bir değere dönüşmesini sağlayan öğretidir. Varlık ayetleri insana farkına varılan bilginin akıl düzlemi içerisinde kodlanması gereken koordinatlarını vermez, veremez çünkü böyle bir kapasiteleri yoktur. İşte bu koordinatlar gönderilen ayetler üzerinden insana verilmektedir.

Tam burada şöyle bir durum ortaya çıkmaktadır. Varlık ayetleri veya gönderilen ayetlerin her ikisi de biri diğerini referans gösteren iki bilgi kaynağıdır. Fakat her iki bilgi kaynağı da insanın araştırmakla veya okumakla sonuna gelebileceği, her yönüyle kuşatabileceği, en ince detayına kadar nüfuz edebileceği yapıda değildir. İnsan türü o bilgileri kuşatan değil o bilgiler tarafından kuşatılan bir varlıktır. O halde insanın okumakla sonuna kadar nüfuz edemeyeceği gönderilen ayetlerden ve araştırmakla her zerresine nüfuz edemeyeceği yaratılan ayetlerden elde edeceği bilgilerle ilişkisi nasıl olmalıdır! Yani karşısında hiçbir zaman sonuna kadar kuşatamayacağı bir kitap ve hiçbir zaman her zerresine nüfuz edemeyeceği iki ayet bulunan insan bunlardan elde ettiği bilgilere karşı nasıl bir tavır takınacaktır.

Kur’an, Allah tarafından yaratılan insana bu iki bilgi kaynağı hakkında ilah olacak kadar bilgi sahibi olmasını değil, insan kalmasını sağlayacak asgari bilgiler edinmesini şart koşmuştur. Bilgi seviyesinin alt sınırını bu şekilde belirleyen Kur’an üst sınırı belirlememiştir.

اَفَلَمْ يَنْظُرُٓوا اِلَى السَّمَٓاءِ فَوْقَهُمْ كَيْفَ بَنَيْنَاهَا وَزَيَّنَّاهَا وَمَا لَهَا مِنْ فُرُوجٍ
Kaf 50 / 6

Üstlerindeki göğe bakmazlar mı? Onu nasıl bina ettik, nasıl donattık! Onda hiçbir düzensizlik ve eksiklik yoktur. (DİB meali)

Mesela bu ayette, bakmakla elde edilecek bilginin alt sınırı belirlenmiştir ama üst sınırı belirlenmemiştir. Bu ayetlerle muhatap olan bizler ne yapmalıyız? Göğe bakıp onun nasıl bina edildiğini ve nasıl donatıldığını, düzensizlik ve eksiklik olmadığını anladıktan sonra bakmayacak onu incelemeyi kesecek miyiz? Kaldı ki göğün nasıl bina edildiği bilgisi bile araştırmakla sonu getirilemeyecek, incelemekle her zerresine nüfuz edilemeyecek niteliktedir. Bu durumda biz sadece ayette bahsedilen hususlardaki bilgileri elde ettikten sonra nasıl olsa sonunu getiremeyiz diyerek araştırma ve incelemeyi kesecek miyiz?

Elbette ki ayetlerden böyle bir sonuç çıkarmak mümkün değildir. Zaten ayet, göğe bakmakla elde edilecek bilginin alt sınırını çizmiştir. Üst sınır ise sonu asla getirilemeyecek durumdadır. Herhangi bir varlığın veya herhangi bir gönderilmiş ayetin nihai bilgisini kavramak en azından kavranan hususta Yüce Allah kadar bilgi sahibi olmak anlamına gelecektir ki hiçbir şekilde bunun olabilmesi mümkün değildir. Varlık ayetleri hakkındaki asgari bilgileri elde etmek her insanın mutlaka yapması gereken bir şeydir ama bu bilgileri çoğaltmak, daha da derinine inmek her insanın mutlaka yapması gereken bir zorunluluk değildir. Yani yukarıdaki ayete göre “göğün nasıl bina edildiği, nasıl süslendiği, nasıl eksiksiz ve gediksiz yaratıldığını anlamak için sadece bakmak, baktığını görmek ve gördüğünü akıl edecek potansiyele sahip olmak yeterlidir ve bu zorunludur. Fakat bunları gördükten sonra elde edilen bilginin derinine inmek mutlaka yapılması gereken bir şey değildir. Asgari düzeyde elde edilmesi zorunlu olan bu bilgi her bir insanı gökler hakkında birer astro fizikçi yapmak için değil, varlık ile doğru ve düzeyli bir ilişki kurmak içindir. Görülmesi zorunlu olan şeyleri gören insanın elde ettiği bilgiyi derinleştirip astro fizikçi olması ne yasaklanmıştır ne de yerilmiştir. Tam tersi insan türü bu yönde teşvik edilmiştir. Yukarıdaki ve benzeri ayetlerde bahsedilen konuların hepsi “görülebilen” konumundadır. Bilgide derinleşmek ise görünenin ötesine geçmektir. Mesela, güneş ışıklarının dünyayı ısıttığı ve aydınlattığı görülebilen bilgilerdir fakat güneş ışıklarının belli bir eğim ve belli bir sürede dünyaya ulaşması ise görünenin, görünmeyen kısmıdır.

İnsan türü, ayetler hakkında ne kadar çok ve ne kadar derin bilgi sahibi olursa olsun, o bilgi daima sınırlı bir bilgi olarak kalacaktır. O halde bilgisi devamlı gelişen ve artan insanın ayetlere karşı geliştireceği tavır; bir şey hakkında sonsuz bilgiyi elde etmesi şeklinde değil, elde ettiği sınırlı bilgiyi doğru konumlandırma şeklinde olmalıdır.

Varlıklar hakkında bilgi edinmek ilk insanla başlayan bir serüvendir ve son insana kadar da devam edecektir. Mevcut akıl yapısında yaratılan insanın, varlıkları araştırmadan geçip gitmesi, onlar hakkında görünenin ötesine geçip daha fazla bilgi edinmeden sadece seyretmesi insanın yaratılış yapısına ters bir durumdur. Yani aktif akla sahip bir yapıda yaratılmış insan türünün, etrafındaki varlığa bigâne kalması fıtratına aykırıdır. İnsanın varlıklar hakkındaki bilgi edinmesi ise öncesi ile sıkı bağları olan bir süreçtir. Mesela, günümüzde sesten çok daha hızlı uçan uçakları yapan insanın, bu uçakları yapmak için gerekli bilgiye son asırda erişmemiştir. Bu uçakların yapılabilmesi ilk insanla başlayan bilgiyi biriktirme ve aktarma serüveninin son halidir. Yani o uçakları yaptıran bilgi, tüm insanlık tarafından tarih boyunca biriktirilen bilgilerdir.

Görünenden veya görünenin ötesine geçerek elde edilen bilgiler tıpkı tuğla tuğla örülen bir bina gibi tarih içinde gelişerek şekillenmektedir. Şekillenen bu bilgiler üzerinden elde edilen her yeni icat ya bilginin tuğla tuğla doğru bir bina yapılması ya da tüm tuğlaların yanlış döşenerek sonucunda yıkım getirecek gayri meşru bir yapının ortaya çıkması şeklinde tezahür edecektir. Varlığa gören gözlerle bakan her insan, tarih boyunca aktarılarak gelen bilgiler kullanılarak yapılan her bir eşyaya, bilginin doğru sonuçlanıp sonuçlanmadığı sorgulamasıyla bakmak zorunda olduğu gibi o eşyaya karşı geliştireceği tavrın da bu sorgulama sonucunda olması zorunludur. İcat edilen her yeni eşya “fayda” üzerinden değil varlıkla uyumu açısından değerlendirilmelidir.

Gelinen teknoloji çağına bu açıdan bakıldığında insan türü, hiçbir dönemde olmadığı kadar bilgi ve bu bilgiler üzerinden icat ettiği akıl almaz teknolojik aletlere sahip durumdadır. Günümüz teknoloji çağının bilgilerinin hiçbiri geçmişte elde edilen bilgilerden bağımsız değildir. Sahip olunan teknolojiler, aletler, gemiler, uzay araçları, otomobiller, bilgisayarlar, devasa şehirler, bulutları delip geçen gökdelenler ve daha birçok şeyin ortaya çıkması, insan türünün varlıklar hakkında tarih boyunca biriktirdiği bilgilerin sonucudur. Bu sonuca fayda açısından baktığımızda hakikaten insan tarihte hiç olmadığı kadar fayda sahibidir ama bu faydanın insana mutluluk getirmediği, doğal düzeni alabildiğine bozduğu, havayı, denizleri kirlettiği, tüm varlıkların ortak mirası olan tabiata zarar verdiği reddedilemez bir gerçektir.

Sanayi devriminin başladığı zamanlardan günümüze uzanan birkaç yüzyılda insan türü sadece fayda uğruna yaşadığı gezegeni yaşanılamaz hale getirmiş, bitki ve hayvan türlerinin birçoğunun soyunu kurutmuş, milyonlarca insanın kolayca öldürüldüğü savaşlar çıkarmış, kendi kendisini yenileme kapasitesinde olan tabiatı işlevini yerine getiremez hale getirmiştir. Bu gelişmişlik, açlığı bitirmemiş tam tersi açlığı evrensel bir olgu olarak görmeye başlamıştır. İnsanın vahşi bir iştahla meşru gördüğü fayda onu daha çok kullara kul etmiş dahası eşyanın kölesi haline getirmiştir. Dünyanın kaynaklarını tüketen insanın zararı, insanlığı sadece içimizdeki beyinsizlere değil tüm insanlara isabet edecek dehşet bir yıkımın eşiğine getirmiştir. Gelinen bu son durum tarih boyunca elde edilen bilgi binasının tuğlalarının yanlış örüldüğünü göstermeye yeterlidir. Bugünü yaşayan her bir çağdaş insanın doğa ile doğru ilişkiler kurduğu dönemlere ait nostaljik özlemi de bundan kaynaklanmaktadır. Günümüz çağdaş insanı bir yanda gözlerden uzak bir nehir kenarında, tahtadan yapılmış bir baraka özlemi çekerken, diğer yanda son model arabalara binerek, gelişmiş cep telefonları kullanarak, devasa metropollerin otobanlarında sürdüğü yaşamı sırtında bir yük gibi taşımaktadır. İnsanlığın biriktirdiği bilgi günümüz insanını kırılması mümkün olmayan bir tüketim döngüsüne mahkûm etmiştir. Teknolojik gelişmişliğin insan türünü bir düzene sokmadığı, ondaki adalet duygusunu geliştirmediği, varlığa karşı daha sorumlu davranışlar içine sokmadığı, kendi türüne karşı daha merhametli yapmadığı apaçık ortadadır. Öyle ise bu kadar gelişmişliğin, bu akıl almaz teknolojilerin meşru bir yanı yoktur.

Gelinen şu teknoloji çağında, sahip olunan her bir teknoloji insan türünü tüketime daha bağımlı hale getirmekte ve bağımlı hale geldikçe daha da vahşileşen bir insan tipi ortaya çıkmaktadır. Güneş ile dünya arasındaki mesafeyi ölçebilmek, güneşin merkezindeki ısının derecesini tespit etmek, ışığı oluşturan fotonların saniyede 299 bin km hızla hareket edebildiğini bilmek insan türünü, görünen varlığın görünmeyen tarafları ile ilgili daha da duyarsız yapmıştır.

İşte bu durum, varlık ayetleri üzerinden elde edilen sınırlı bilginin en başta doğru konuşlandırılmadığını, ilk tuğlanın doğru yerleştirilmediğini, ondan sonra yerleştirilen tuğlaların da yanlış konulan ilk tuğlanın yanlışını tekrar ettiğini göstermektedir. Bundan sonrasında elde edilecek bilgilerin de bu yanlışı devam ettireceği aşikardır.

İnsanın bu yanlışı görebilmesi için varlık ayetlerindeki bilgilerin son sınırına gelmesi gerekmemektedir. Kaldı ki bu gidişatla görüp görebileceği nihai bilgi, günahlı günahsız her insanın mutlaka etkisini hissedeceği dehşet bir yıkımdan başka bir şey olmayacaktır. Hakkında görünenin ötesinde bilgi edinilmiş her bir varlık ayeti bu durumu haykırmaktadır.

Nasıl ki yaratılan ayetleri inceleyerek elde edilen bilgilerin doğru konuşlandırılıp konuşlandırılmadığını sorgulamak bir gereklilik hatta bir zorunluluk ise gönderilen ayetleri inceleme sonucunda oluşturulmuş devasa müktesebatın bilgilerinin doğru konuşlandırılıp konuşlandırılmadığını sorgulamak da bir zorunluluktur. Çünkü ne varlık ayetlerinin ne de gönderilen ayetlerin yapısı ön kabuller üzerinden anlaşılmaya müsait değildir. Hele geçmiş ulema eliyle üretilmiş çerçevesiz bilgiler üzerinden Kur’an ayetlerine şekil vermek hiçbir aklın kabul edebileceği bir şey değildir.

Her iki ayeti anlama çabasında bulunan insanın hareket noktası kesinlikle her iki ayetin de tek bir ilah tarafından insanların erişimine açık hale getirildiğinin bilinmesidir. Yani Kur’an ayetlerini gönderen ilah ile her bir varlığı yaratan ilah aynıdır. Dolayısıyla bu iki ayetin kendi içinde birinin diğeriyle çelişiyor olması mümkün değildir. Yani ne Kur’an varlıkla ne de varlık Kur’an ile çelişmez, çelişemez. Bu bilgi bile tek satır Kur’an okumadan sadece varlıkları gözlemlemeyle elde edilecek bilgidir. İnsanın sayısını kuşatamayacağı kadar çok varlığı, birbiriyle çelişmeden muhteşem bir düzen ve uyum içerisinde yaratanın, bu müthiş düzenle çelişecek şekilde kelimeler, cümleler kurması mümkün değildir. Aslında sırf bu bile Kur’an’a bakınca varlığı, varlığa bakınca Kur’an’ı anlayacağımızın güvencesini vermeye yeterlidir.

Yaratılan ayetlerle gönderilen ayetler arasındaki en belirgin fark, birinin somut diğerinin soyut olmasıdır. Çünkü hiçbir kelime asıl değil asıl olanı işaret etmektedir. Bu yönüyle Kur’an ayetleri işaretlerin işareti yani ayetleri gösteren ayetlerdir. Çünkü Kur’an ayetleri kelimelerden ve cümlelerden oluşmuştur. Böyle olduğu için Kur’an’a iman vardır ama güneşe, aya, yıldıza, buluta veya herhangi bir varlık ayetine iman yoktur. Çünkü görünen varlığa iman etmek diye bir şey olmasının anlamı yoktur. Bu durumda Kur’an’a iman demek, varlığın onun söylediği gibi olduğuna iman etmek demek anlamına gelecektir.

Biraz önce Kur’an ayetlerinin, varlık ayetlerinin akıl düzleminde hangi koordinatlara konumlandırılması gerektiğini öğreten bir öğreti olduğunu söyledik. Kur’an’ın bunu yapmasının tek bir yolu vardır. O da Kur’an’ın, varlık ayetleri hakkında verdiği bilgilerin hem varlık ayetlerinin görünen kısmı hem de görünen üzerinden ulaşılan görünmeyen kısmı ile çelişmemesi durumunda mümkündür. Eğer Kur’an herhangi bir ayetinde varlık ayetini referans gösteriyorsa ve referans gösterdiği varlık ayetleri kendisinin söylediğinden başka ise bu durumda Kur’an’ın hiçbir inandırıcılığı kalmayacaktır.

İşte bu çerçeveden, konumuz olan Sema ve Semavat kavramlarının Kur’an’da nasıl anlatıldığına ve varlık düzleminde bu kavramların karşılıklarının neler olduğuna baktığımızda, arada bir çelişkinin ve uyumsuzluğun olduğu gün gibi aşikardır. Çünkü Kur’an, baktığımızda gördüğümüz göğün bir tane değil yedi tane olduğunu söylemektedir. Yapmamız gereken şey bu çelişkinin varlığı ve Kur’an ayetlerini doğru anlamayan bizden mi, ulema tarafından oluşturulan müktesebattan mı yoksa bizzat Kur’an’ın kendisinden mi kaynaklandığını tespit etmektir.

Yüce Allah’ın gönderdiği ayetler hakkında içine girilecek her anlama çabası öncelikle Kur’an’ın kelimelere yüklediği anlamların varlıktaki karşılığını tanımlamakla başlar. Kur’an, her ne yolla gelmiş olursa olsun bugün karşımızda yazılı bir metin olarak durmaktadır. Yani kelimeler ve cümlelerden oluşmuş bir metindir. Kur’an ayetlerinde kullanılan işaretler kelime ve cümle olduğu için haliyle kullanılan bir dil ve bu dilin bağlı bulunduğu kurallar manzumesi (gramer) var demektir. Hemen belirtelim ki; hangi dilde olursa olsun, herhangi bir yazılı metnin veya söylenen herhangi bir sözün kuralsız olması mümkün değildir. Fakat sırf gramer, söylenen sözün gerçeğe mutabık olup olmadığını ortaya koymaya veya o sözün doğru bir söz olup olmadığını göstermeye yetmemektedir. Aynı zamanda o sözün varlıktaki karşılığıyla yüzde yüz bir uyumda olması gerekmektedir. Bu dediğimizi daha anlaşılır kılmak için şu ayeti misal getirelim.

اَلَمْ تَرَوْا كَيْفَ خَلَقَ اللّٰهُ سَبْعَ سَمٰوَاتٍ طِبَاقًاۙ
Nuh 71 / 15

‘Görmediniz mi, Allah yedi göğü tabaka tabaka nasıl yaratmıştır? (DİB meali)

Gramer açısından bu ayetin failini, mef’ulünü veya hal ögelerini tespit etmek başka bir şeydir ayetin söylediklerinin varlıktaki karşılığını tespit etmek başka bir şeydir. Biraz empati yaparak kendimizi Nuh’un bu sözü söylediği muhataplar olarak görelim. Nuh son derece düzgün gramer yapısına sahip bir cümle kurmuştur ama bu düzgün cümle Nuh’un söylediklerini anladığımız anlamına gelmemektedir. Nuh açıkça kavmine Yüce Allah’ın gökleri yedi tabaka halinde yarattığını görüp görmediklerini veya en baştaki fiili “ef’alu kulub” olarak kabul edersek anlayıp anlamadıklarını hem de azarlama üslubu ile sormaktadır. Bugün insanlık olarak Nuh kavminin yerine bu soruya biz cevap verecek olursak “elbette görmedik ve elbette anlamadık” şeklinde olmak zorundadır. Çünkü baktığımız gök yedi tabaka halinde olmadığı gibi, gök’ün nasıl yaratıldığını da bilmemekteyiz. Geldiğimiz uzay çağında bile gök’ün yani uzay düzleminin nasıl yaratıldığı ile ilgili bugün insanlığın elinde “teorilerden” başka bir şey yoktur. Kaldı ki o teoriler de her sıradan insan tarafından değil, astro fizikçilerin son derece gelişmiş teknolojiler kullanarak oluşturduğu nazariyelerdir. Oysa Nuh kavminin astro fizikçilerine değil hepsine birden seslenmiştir.

Daha önceki bölümlerde müfessir ve ulemanın, biri diğeri üstünde yedi tabaka halindeki gökleri, içinde yıldızların da bulunduğu semayı birinci kat sema, diğer altı kat semanın ise bunların da ötesinde olduğu şeklinde açıkladığı çeşit çeşit görüşleri alıntılanmıştı. Bu şekilde tanımlanan yedi göklerin insan tarafından görülmesi asla mümkün değildir. Kaldı ki yaşadığımız uzay çağının tüm teknolojik imkanlarına rağmen tespit edilen uzay düzlemi sadece bir tanedir.

Bu durumda kavmine ‘görmediniz mi, Allah yedi göğü tabaka tabaka nasıl yaratmıştır? (DİB meali) diye haykıran Nuh, kavminden asla göremeyecekleri bir şeyi görmelerini mi söylemiş olmaktadır?

Ulemadan alıntılanan o yedi gökler tanımlamalarının hepsine göre de insan türünün, bakınca biri diğeri üzerinde yedi tane gök tabakası görmesi mümkün değildir. Müfessir ve ulemanın dediklerini bir kenara bırakacak olursak, mevcut çevirilere göre yukarıya aldığımız ayet göklerin yedi tabaka halinde olduğunu dahası her aklı olan insanın bakınca bunu göreceği veya anlayacağı bir halde olduğu anlaşılmaktadır. Bu durumda, varlık ayetlerini referans alan bu ayete göre yapmamız gereken şey, varlığı referans eden bu ayetin söylediği şeyin varlıktaki karşılığını bulmaktır… Daha öncede söylemiştik, bu tespitin astro fizikçiler düzeyinde değil gözü ve aklı olan her insan düzeyinde olması zorunludur. Oysa ne sıradan akıl düzeyinde ne de astro fizikçi akıl düzeyinde göklerin yedi tabaka olduğunun tespiti mümkün değildir.  

Kur’an’ın herhangi bir konuda verdiği haberin inandırıcılığı, o haberin insan aklı tarafından anlaşılır şekilde olması durumunda ancak mümkündür. İnsanın künhüne vakıf olamadığı bir habere inanması istense bile mümkün değildir. Kur’an, göklerin biri diğeri üzerine bina edilmiş yedi tabaka halinde olduğu haberini vermişse, bu habere inanmak zorunludur. Kur’an’ın verdiği haberlerden birçoğu; görülmesi, üzerinde inceleme yapılması asla mümkün olmayan türden haberlerdir. Mesela Kur’an, geçmişte Âdem diye birinin yaşadığını, resul seçildiğini, resul olduğu halde yasaklanan bir şeyi yaptığını ve onunla ilgili daha birçok haberi vermektedir. Kur’an’ın verdiği bu haberi bizim başka kaynaklarla doğrulamamız mümkün değildir… Ya da Kur’an her doğan insanın mutlaka öleceğini, öldükten sonra ise bu hayatta yaptıklarının veya yapması gerekirken yapmadıklarının hesabını vereceğini haber vermektedir. Bu haberi başka kaynaklarla doğrulamanın, öldükten sonra gerçekten Kur’an’ın haber verdiği şeylerin olup olmadığını anlamanın bir yolu yoktur. Bu habere ya inanırsınız ya da inkâr edersiniz. Sonuçta her doğanın öleceği kesin bilgidir. Dileyen, ölür ve Kur’an’ın verdiği haberlerin gerçek olup olmadığını görür. Bu tür haberlerin direk olarak iman konusu olduğu aşikardır. Kaldı ki Kur’an, bu olayların doğruluğunu anlamak için bizi başka bir kaynağa yönlendirmemektedir. Tam tersi başka kaynakları dışlayıp sadece ayetlere inanmamızı söylemektedir.

Fakat konu varlık ayetlerine gelince durum değişmektedir. Kur’an, varlık ayetleri için bizden o varlık ayetlerine bakmamızı, gezip görmemizi, üzerinde düşünmemizi ve söylenenin varlıktaki karşılığının onun söylediği gibi olup olmadığını anlamamızı istemektedir. Dahası imanın bunları anladıktan sonra olması gerektiğinin altını çizmektedir.

اَلَمْ تَرَوْا كَيْفَ خَلَقَ اللّٰهُ سَبْعَ سَمٰوَاتٍ طِبَاقًاۙ
Nuh 71 / 15

Görmediniz mi, Allah yedi göğü tabaka tabaka nasıl yaratmıştır? (DİB meali)

Varlık delilleri ve iman çağrısı

Bu ayette kavmini göklere bakmaya ya da anlamaya yönlendiren Nuh, göklerin yedi tabaka halinde olduğu haberini onlara verirken, onlardan asla anlayamayacakları veya göremeyecekleri bir şeyi değil, görüp, anladıktan sonra inanmaları gereken bir şeyi referans etmiştir. Şu hâlde Kur’an’ın, varlık ayetlerini dayanak kabul ettiği ettiği her söyleminin, mutlaka tabiattaki karşılıklarının anlaşılması gerekmektedir. Bu ayetler karşısında “ben bilmem, Kur’an’ın söylediklerinin tabiatta karşılıklarının olması benim için önemli değil, o ne demişse ben ona iman ederim” türü yaklaşımlar, ayetlere iman etmek değil, aslında iman etmemektedir. Çünkü zaten ayetlerin bizzat kendisi bize “bak, anla ve sonra iman et” demektedir. Ayetin bak dediğine bakmamak, anla dediğini anlamamak ayetlerin dediğini değil demediğini yapmaktır.

İşte bu durumda ayetin bak veya anla dediği “gök’e baktığımızda onun ayette haber verildiği gibi yedi tabaka halinde değil tek bir düzlem halinde olduğunu görmekteyiz. Gökleri atmosfer tabakaları olarak tanımlamak asla doğru değildir çünkü ara katmanlar da sayıldığında atmosfer tabakaları yedi değil 5 kattır. Kaldı ki sayısı kaç olursa olsun atmosfer tabakalarını gözle tespit etmenin de imkânı yoktur. Gökleri, aralarına deniz girmiş yedi kıta olarak tanımlamak da doğru değildir çünkü onlar da bakınca görülecek durumda değildir.

Şu hâlde Kur’an’ın سَبْعَ سَمٰوَاتٍ طِبَاقًا (seb’a semavatin tibaka) dediği yerin varlıktaki karşılığı nedir? Kur’an’ın bizzat kendisinin referans göstererek verdiği bu haberin doğruluğu nasıl anlaşılacaktır? Bunu önceki bölümlerde bazı ulemanın “göklerin yedi tabaka oluşu ileride teknolojisi bugünden çok daha gelişmiş insanlar tarafından ortaya çıkarılacağı” şeklinde ifade etmek ise saçmalıktan başka bir şey değildir. Çünkü ayetlerdeki söylem, teknoloji sahibi insanları değil asgari akla sahip insanları muhatap almaktadır.

Daha önceki bölümlerde İslam uleması tarafından aktarılan, “yedi gökler” hakkında getirilmiş tanımlamaların hiçbirinin tabiatta karşılıkları yoktur. Son durumda işin içinden çıkamayan ulema yedi sayısına garip bir kutsallık yükleyerek, yedi sayısının bildiğimiz manada bir sayıyı ifade etmediğini, kesretten kinaye olarak çokluğu ifade ettiğini söylediklerini de aktarmıştık. Fakat bu yorum da hem varlık ayetleri ile hem de Kur’an ayetleri ile çelişen bir yorumdur. Sayı ister 7 ister 700 isterse 7000 olsun, baktığımızda gördüğümüz şey tabaka halindeki gökler değil, uzaydaki yıldızlar, gezegenler, nebulalar, galaksiler ve diğer gök cisimleridir. Bu göğe ait cisimlerin, “gökler” olarak adlandırılması tuhaflıktan başka bir şey değildir. Çünkü ne kelimenin böyle bir anlamı vardır ne de bu anlamın tabiatta bir karşılığı…

Olaya bu yönden baktığımızda sema ve semavat konusunda sahih bir bilgiye ulaşmamız mümkün değildir ve kavmine ‘görmediniz mi, Allah yedi göğü tabaka tabaka nasıl yaratmıştır? (DİB meali) diyen Nuh’un gerçekte neyi kast ettiğini, kavminden neye bakmalarını istediğini tam olarak anlamlandırmak mümkün değildir. Söz konusu çıkmaz sadece bu ayetle de sınırlı değildir.

اَوَلَمْ يَرَ الَّذ۪ينَ كَفَرُٓوا اَنَّ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ كَانَتَا رَتْقًا فَفَتَقْنَاهُمَاۜ وَجَعَلْنَا مِنَ الْمَٓاءِ كُلَّ شَيْءٍ حَيٍّۜ اَفَلَا يُؤْمِنُونَ
Enbiya 21 / 30

İnkâr edenler, göklerle yer bitişikken, bizim onları ayırdığımızı ve diri olan her şeyi sudan meydana getirdiğimizi görmediler mi? Hâlâ inanmayacaklar mı? (DİB meali)

Mesela bu ayete yakından bakalım. Daha önceki bölümlerde de ifade ettiğimiz gibi, اَوَلَمْ يَرَ “görmediler mi” şeklinde bir soru ile başlayan ayetlerdeki sorular, bilinmeyen bir konuda bilgi almak için cevap bekleyen sorular değildir. Bu sorular “nasıl görmezler, nasıl bilmezler” şeklinde azarlama ifade eden sorulardır. Bu ayette muhatap alınanlar da kafirlerin astro fizikçileri değil, her bir bireydir.

Ayetin sorduğu soruyu anlamaya çalışalım, “kafirler gökler ile yer bitişikken bizim onları ayırdığımızı görmediler mi?”

Ne ilmen ne aklen ne de fiziken kafirlerin yerlerin ve göklerin bitişikken ayrıldıklarını görmüş olmaları mümkün değildir. Bu soruya muhatap olan her bir kafir rahatlıkla “elbette görmedim ve görmem de mümkün değil” cevabını verecektir. Ayetin sonuna dikkat edilirse “hala inanmayacaklar mı” şeklinde bittiği görülecektir. Yani ayete göre muhatap alınan kafilerin, sayısının yedi olduğunu diğer ayetlerden öğrendiğimiz “göklere bakmış olmaları, onların yer ile bitişik durumda olduğunu ve ayrıldıklarını görmüş” olmaları ve bunun üzerine iman etmeleri gerekmektedir.

Birkaç kere belirttik ama tekrar belirmemizde fayda vardır. Bu ayetin astro fizikçilerin geliştirdiği nazariyeler üzerinden açıklamaya ve güya daha anlaşılır kılmak için tefsir edilmeye kalkışılması ayeti bile bile çarpıtmaktan başka bir anlama gelmeyecektir. Çünkü ayetin muahabı herkestir. Ayetin ne dediğini anlamak için astro fizikçi olmak değil, göz ve akıl sahibi olmak yeterlidir…

Aslında bu ayeti anlamadaki daha da büyük sorun, insanı yaratan ve onun neyi görüp görmediğini bilen Yüce Allah’ın kafirlere, asla ulaşamayacakları bir şeyi “Görmüyorlar mı?” şeklinde sormuş olmasıdır. Yüce Allah kafirlerin göklerin ve yerin bir zamanlar bitişikken sonradan ayrıldığını göremeyeceklerini bilmemekte midir ki böyle bir soruyu hem de azarlama üslubu ile sormaktadır? Kaldı ki aşağıdaki ayet ile yukarıdaki ayet birlikte okunduğunda çok daha karmaşık bir durum ortaya çıkmaktadır.

مَٓا اَشْهَدْتُهُمْ خَلْقَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَلَا خَلْقَ اَنْفُسِهِمْۖ وَمَا كُنْتُ مُتَّخِذَ الْمُضِلّ۪ينَ عَضُدًا
Kehf 18 / 51

Oysa Ben onları ne göklerin ve yerin yaratılmasında ve ne de kendilerinin yaratılmasında hazır bulundurdum. Saptıranları hiçbir işte asla yardımcı da edinmedim (DİB meali).

Bu ayette göklerin ve yerin yaratılmasına kimseyi şahit kılmadığını söyleyen Yüce Allah, enbiya suresindeki ayette muhatap aldığı kafirler sanki göklerin ve yerin bitişik olduğuna şahit olmuşlar gibi soru sormakta üstelik “nasıl bilmezsiniz, nasıl görmezsiniz” diyerek azarlamaktadır…

Semavat ve ard’dan bahseden Kur’an ayetlerinin belki de en dikkat çekicilerinden biri de şu ayettir.

اَلَمْ تَرَ اَنَّ اللّٰهَ يَسْجُدُ لَهُ مَنْ فِي السَّمٰوَاتِ وَمَنْ فِي الْاَرْضِ وَالشَّمْسُ وَالْقَمَرُ وَالنُّجُومُ وَالْجِبَالُ وَالشَّجَرُ وَالدَّوَٓابُّ وَكَث۪يرٌ مِنَ النَّاسِۜ وَكَث۪يرٌ حَقَّ عَلَيْهِ الْعَذَابُۜ وَمَنْ يُهِنِ اللّٰهُ فَمَا لَهُ مِنْ مُكْرِمٍۜ اِنَّ اللّٰهَ يَفْعَلُ مَا يَشَٓاءُ
Hac 22 / 18

Görmedin mi ki şüphesiz, göklerde ve yerde olanlar, güneş, ay, yıldızlar, dağlar, ağaçlar, hayvanlar ve insanların birçoğu Allah’a secde etmektedir. Birçoğunun üzerine de azap hak olmuştur. Allah, kimi alçaltırsa ona saygınlık kazandıracak hiçbir kimse yoktur. Şüphesiz Allah, dilediğini yapar. (DİB meali)

Bu ayetin gökler ve yerler hakkında verdiği haberlerin doğruluğunun anlaşılması görmekle olacaktır. Çünkü bu ayet de Kur’an’daki birçok ayet gibi “görmedin mi” diye başlamaktadır. Bu ayette geçen مَنْ (men) kelimelerin akıllı varlıkları gösteren ismi mevsuller olduğu, biraz gramer bilgisine sahip olan herkes tarafından bilinmektedir. Şu hâlde ayet “göklerde ve yerde bulunan akıllı varlıkların ve insanların birçoğunun Yüce Allah’a secde etmekte olduğunu haber vermektedir. Buna göre “göklerde de” akıllı varlıklar vardır ve biz onların secde halinde olduklarını görmekteyiz… Oysa göklerin neresi olduğunu dahi henüz bilmemekteyiz ve dahası yeryüzünde bulunan akıllı varlıkların ve insanların birçoğu da Yüce Allah’a secde etmemektedir. Yani gördüklerimizle, ayetlerin “görmedin mi” dedikleri arasında açık bir çelişki bulunmaktadır. Evet görmedik ve görmüyoruz.

Şimdilik sadece dikkat çekmekle yetindiğimiz bu açık çelişkilerin içinden nasıl çıkılacaktır?..

[1] Kur’an’ın kozmik olayları vasat akıl düzeyinde sunduğuna dair şu ayetlere bakılabilir. 2/107, 164; 5/140; 6/14, 35, 75; 7/185; 10/101; 12/105; 13/16; 14/19; 15/16; 16/79; 17/99; 19/93; 21/30, 104; 22/18, 63, 65; 24/41, 43; 25/61; 27/60, 64; 29/61; 30/25; 31/10, 20, 25, 29; 33/9, 24 vs.

[2] RaziiTefsir.i kebir,c.2.s.224.

[3] Fahruttin er Razi;tefsiri kebir.c.1.s.225.

[4] Gramerde sayıların sayılan varlıktan önce gelmesi durumunda ifade edilen anlam sayı ve sayılan şeklindedir. Gramerde sayılan şeye temyiz dendiği gibi, sayıya adet sayılana madud da denilir.

[5] Gramer kuralları gereği, eğer sayı sayılan şeyden sonra gelirse iki kelime arasındaki ilişki sıfat – mevsuf olmak durumundadır. Yani ayetteki “seb’a” sayısı bir sayıyı değil bir sıfatı ifade etmektedir.

[6] Razi, Tefsir-i Kebir c.2.s.224

[7] Kurtubi; El Camiu Li Ahkami-l Kur’an c. 1 / s. 530

[8] İbn Kesir, Hadislerle Kur’an’ı Kerim Tefsiri, c.14.s.7953

[9] Mevdudi, Tefhimu’l Kur’an, c.6.s.385

[10] Hak Dîni Kur’an Dili, VIII, 129.

[11] Ali İmran 3/59

[12] Hak Dîni Kur’an Dili, VIII, 129.

[13] Fussilet 41/12

[14] İsra 17/85

[15] Hak Dîni Kur’an Dili, VIII, 130.

[16] Bu satırlar bir ulemanın yazdıklarından alıntı olmasına rağmen,bu görüşte olan pek çok ulema bulunduğu için herhangi bir isim zikretmemeyi uygun bulmaktayız.

[17] Razi,tefsiri Kebir c.s.224.

[18] Kurtubi.El camiu Li Ahkami l ku’anc.15.s315

[19] Kitabı Mukaddes.tekvin.1.2

[20] Razi. ikinci soruya cevap olarak sadece bu cümleyi sarf etmiş.kendisinin sorduğu ikinci soruya mustakil bir cevap vermemiştir.

[21] Razi, Tefsiri Kebir .c.10.s.399- 401

[22] Razi.Tefsiri Kebir.c.19.s.361

Kavramlar: