Başlıklar
ŞEYTANIN ‘RACİM’ SIFATI İLE SIFATLANDIRILMASI ÜZERİNE (2)
Ontolojik kökenleri ister ‘cin’ isterse de ‘ins’ olsun akıllı ve iradeli varlıklar doğru düşünmek ve doğru düşündüklerinden doğru tavırlar edinmek için akıllarını kullanmak zorundadırlar. Şu bir gerçek ki Kur’an’ın hiçbir yerinde ne Yüce Allah’ın ne Meleklerin ne de resullerin iki akıllı varlık türü olan ‘insan’ ve ‘cin’ türü varlıkları doğru bir harekete zorladıklarına, istemeseler bile mecbur bıraktıklarına dair hiçbir cümle hatta cümle kırıntısı bile yoktur, tam tersi Bakara suresinin 256. ayetinde ‘la ikrahe fi’d din’ (“Din konusunda zorlamanın hiçbir türü olmaz.”) denilerek her türlü zorlamanın önü kapatılmıştır yani hiç kimse -kendi yararına olsa bile- asla zorlanamaz.
Dinde zorlamanın olmaması Kur’an’ın buyurduğu her türlü önermenin kabulünün ancak ve ancak akıllı varlıkların kendi iradesi ve kendi seçimi üzerinden olacağı anlamına gelmektedir. İşte, “doğru” ile “yanlış” arasındaki seçim kararsızlığı veya seçme yanlışlığı tam da bundan sonrasında başlamaktadır çünkü eğer ortada bir seçim varsa bu, seçim yapacak kişilerin seçme yetisinde olmasını gerekli hâle getirmektedir. “Seçmek” kesinlikle seçenekleri bilmeyi hem de en doğru şekilde bilmeyi zorunlu hâle getirir. Bilinmeyen veya yanlış bilinen seçenekler arasında bilgiye dayanmadan bir seçim yapıldığında “doğru” seçilse bile bunun en azından seçen kişiye pek faydası olmaz.
Fakat seçenekler doğru bir şekilde bilinse bile bu, seçim yapan kişinin her zaman doğru seçimi yapacağını asla garantilemez çünkü sadece doğruyu bilmek veya doğruyu bilecek bilgilere sahip olmak tek başına doğru seçimi yapmayı gerekli kılmaz. Doğruyu bilmenin yanında bir de doğruya inanmak gerekmektedir. Bu durumda inanç ve bilgi arasında şöyle bir sebep-sonuç ilişkisi olduğu ortaya çıkmaktadır. “Bilgi” inancı gerekli kılmamaktadır ama “inanç” bilgiyi gerekli kılmaktadır. Nitekim bilgisi epey fazla olan pek çok oryantalist inanmamakta buna mukabil oryantalistlerin bilgisinin milyonda birine bile sahip olmayan pek çok insan ise inanmaktadır. Hemen belirtelim ki ince ince düşünüldüğünde ve meseleye “muhtaçlık/gereklilik” açısından bakıldığında her inancın bilgiye muhtaç olmadığı ama her doğru bilginin kendi değerini tam bulması için kesinlikle inanca muhtaç olduğu anlaşılacaktır.
Tümdengelim kavramı ve önemi
“İyi” ve “kötü” arasında seçim yapmak zorunda kalan akıllı ve iradeli varlıklar ister bilgiyle isterse de bilgisizce olsun seçim yaparlarken akıllarını kullanırlar. Bilgisi olmayan insan da olan insan da eninde sonunda seçimlerini akla dayanarak yapmaktadır. Zaten insana seçim yaptırtan şey bilgisi değil aklıdır. Seçim yaparken bilginin üstlendiği rol sadece akla yardımcı olmaktır, daha ötesi değil. Akıl ise seçim yaparken ya “tümdengelim” şeklinde düşünür ya da “tümevarım” şeklinde. Bir önceki yazımızda tümevarımsal düşünce biçiminin asla kesin sonuç vermeyeceğini ve bu yöntemle düşünmenin şeytanın sistemi olduğunu belirtmiştik fakat bir yanlış anlaşılmanın önünü de almak gerekmektedir çünkü ‘ins’ ve ‘cin’ şeytanlar sadece tümevarımsal bir akıl yürütme biçimi kullanmamaktadırlar. Onların da tümdengelimsel akıl yürütme biçimini kullandıkları pek çok vakıa vardır. Az sonra örneklendireceğimiz gibi buna dair Kur’an’da da pek çok örnek bulunmaktadır. O örneklere geçmeden önce “tümdengelim” ne demektir onu biraz açalım.
Tümdengelimi kısaca tanımlayacak olursak şunları söyleyebiliriz: “Kesin, sağlam, geçerli ve sahih öncüller (referans değerler – asıllar) üzerinden bilinmeyene ulaşmak için kullanılan bir akıl yürütme biçimidir.”
Bu tariften yola çıkarak kesin bilgiye dayalı öncüller kullananların her zaman doğru sonuca ulaştığı sonucu çıkarılmamalıdır çünkü az önce de belirttiğimiz gibi akıl yürüten kişinin sadece doğru ve kesin öncüller getirmesi yetmemekte aynı zamanda o öncüllere inanması gerekmektedir çünkü inanç o bilginin bir nevi garantisidir. Bir inanç ile teminat altına alınmayan her türlü doğru bilgi suiistimal ve aldatmacanın nesnesi olmaktan asla kurtulamayacaktır. Kendisine aldatma ve saptırmayı meslek edinmiş ‘ins’ ve ‘cin’ şeytanlarının hem tümdengelimsel hem tümevarımsal hem doğru hem yanlış bilgi ile alâkası sadece aldatmak içindir. Bu yüzden onlar kendilerini amaçlarına ulaştıracak her türlü yöntemi meşru görürler yani onlar için tümevarım da tümdengelim de doğru bilgi de yanlış bilgi de sadece araçtır. ‘İns’ ve ‘cin’ şeytanlarının bağlı bulunduğu sabit bir metotları yoktur, zaten olsaydı şeytan olmazlardı.
Formel olarak tümevarımsal akıl yürütme biçiminde kesin öncüller ve bir de öncüller üzerinden varılan sonuçlar vardır. Bu şekildeki akıl yürütme biçiminde öncüllerin kesin bilgi olmasındaki amaç sonucun da kesin olmasıdır yani öncüller araç, sonuç ise amaçtır. Bunu başka bir şekilde formüle edecek olursak öncüller asıl, sonuç ise fer’dir.
Şöyle bir örnekle dediğimizi biraz açalım. Yüce Allah’a inanan ama gönderdiği kitap hakkında şüpheye düşen biri için şu şekilde tümdengelimsel bir akıl yürüttüğümüzü farz edelim:
(Öncül) … İlim sadece sabit ve değişmez olan bilgidir.
(Öncül) … Sabit ve değişmeyen her bilgi ayettir.
(Öncül) … Kur’an’ın tüm cümleleri ve kelimeleri ayettir.
(Sonuç) … O halde Kur’an baştan sona ilimdir.
Şeytanların akıl yürütme yöntemleri
Bu akıl yürütmede amaç Kur’an hakkında şüphe eden muhatabımıza kesin sonuç sunmak ve aklındaki şüpheleri bu kesin sonuç ile gidermektir. İşte, bu şekildeki akıl yürütmelere “tümdengelimsel akıl yürütme” denmektedir fakat az önce de belirttiğimiz gibi öncülleri kesin bilgi olan her tümevarımsal akıl yürütme her zaman doğru sonucu vermemekte hatta manipülasyon için en doğru yöntem öncülleri “doğru bilgi” ama sonuçları “yanlış” olan tümdengelimsel akıl yürütmelerdir.
‘İns’ ve ‘cin’ şeytanlarının en fazla kullandığı öncüller kesin bilgi olan öncüllerdir yani şeytanlar insanları ve cinleri saptırırken hem tümdengelim yöntemini hem de kesin öncülleri kullanırlar ama sonuç daima yanlıştır. Öncüllerin doğruluğuna kolayca ikna olanlar ne yazık ki ustaca gizlenmiş yanlış sonuçların da öncüllere uygun olarak doğru olduğunu sanmaktadırlar. İşte buna dair Kur’an’da anlatılan en çarpıcı örneklerden biri şudur:
Fevesvese lehumâ-şşeytânu liyubdiye lehumâ mâ vûriye ‘anhumâ min sev-âtihimâ vekâle mâ nehâkumâ rabbukumâ ‘an hâżihi-şşecerati illâ en tekûnâ melekeyni ev tekûnâ mine-lḣâlidîn(e)
Bu ayetle ilgili bir meal çalışması yapmadan sadece konumuzla ilgili kısmı üzerinde duracağız. Ayette bizim konumuzla alâkalı olan kısım aşağıdaki cümledir:
وَقَالَ مَا نَهٰيكُمَا رَبُّكُمَا عَنْ هٰذِهِ الشَّجَرَةِ اِلَّٓا اَنْ تَكُونَا مَلَكَيْنِ اَوْ تَكُونَا مِنَ الْخَالِد۪ينَ
vekâle mâ nehâkumâ rabbukumâ ‘an hâżihi-şşecerati illâ en tekûnâ melekeyni ev tekûnâ mine-lḣâlidîn(e)
(Şeytan) dedi ki: “Rabbiniz ikinizi şu ağaçtan iki melek veya ‘halidin’lerden olmanız dışında bir amaç için yasaklamadı.”
Şeytanın burada kullandığı akıl yürütme biçimi tümdengelimsel bir akıl yürütme biçimidir. Önermeleri kesin bilgiler üzerine kurulmuştur. Şeytanın söylediklerini analiz edelim:
(Öncül) … Sizi şu ağaçtan men eden rabbinizdir (kesin bilgi).
(Öncül) … Rabbiniz ilkesi ve amacı olmayan hiçbir iş yapmaz (kesin bilgi).
(Öncül) … Sizi şu ağaçtan men ettiyse kesinlikle çok iyi bir amacı vardır (kesin bilgi).
(Öncül) … Amaçların en güzeli melek veya ‘halidin’lerden olmaktır (kesin bilgi ama ontolojik).
Âdem kıssasındaki tümdengelim hatası
(Sonuç) … Öyleyse rabbiniz iki melek veya ‘halidin’lerden olmanızdan başka bir şey için bu ağacı size men etmemiştir.
Şeytan tüm öncüllerini kesin bilgilerden seçmiştir fakat ilk sıralara epistemolojik temellere oturan kesin bilgileri koymuş, daha sonra bunların arasına ontolojik temellere yaslanan kesin bir bilgi koymuş ve aslında tamamen yanlış olan bir sonucu Âdem’e doğru sonuç olarak sunmuştur.
Evet iki melek veya ‘halidin’lerden olmak kesinlikle çok iyi ve kesin bir öncüldür fakat bu öncül daha öncesindeki öncüller gibi epistemolojik bir temele değil ontolojik bir temele yaslanmıştır. Âdem bir beşerdir ve melek olması için önce ontolojisinin değişmesi gerekmektedir çünkü Yüce Allah’ın “beşerler arasından melekler edinmek” gibi bir ilkesi yoktur. Beşer soyu, beşerlerden melekler çıkarmak için değil, beşerlerden resul çıkarmak için yaratılmıştır.
Şimdi ayeti biraz daha yakından inceleyelim. Şeytan önermelerini yaptıktan sonra bir istisna edatı kullanarak istisna edatından önceki cümlenin bundan başka bir sonucunun olmasının imkânsız olduğunu söylemiştir.
Şeytanın cümlesindeki “önerme” kısmı … وَقَالَ مَا نَهٰيكُمَا رَبُّكُمَا عَنْ هٰذِهِ الشَّجَرَةِ (vekâle mâ nehâkumâ rabbukumâ ‘an hâżihi-şşecerati)
Şeytanın cümlesindeki “sonuç” kısmı … اِلَّٓا اَنْ تَكُونَا مَلَكَيْنِ اَوْ تَكُونَا مِنَ الْخَالِد۪ينَ (illâ en tekûnâ melekeyni ev tekûnâ mine-lḣâlidîn(e))
Şeytanın cümlesindeki sonuç kısmı bir istisna edatı (الا) ile başlamaktadır. Bu edat kasr, hasr veya tahsis edatı olarak kullanılmaktadır. Kendisinden sonraki sonucu diğer tüm alternatiflerinden dışlayarak sadece teke indirir. O halde biz şeytanın kullandığı cümleye şu soruyu soralım:
Yüce Allah’ın Âdem ve eşini o ağaçtan men etmesinin tek gerekçesinin ‘melekeyn’ veya ‘halidin’lerden olduğu sonucu hangi temellere dayanmaktadır? Oysa rabbin ikisini o ağaçtan men etmesinin binlerce sebebinin olması mümkündür. Neden o binlerce sebepten birisi değil de ille de “melekeyn veya halidinlerden” olmaları tek sebeptir?
Bu soruların cevabını bulmak ve Âdem’in neyi gözden kaçırdığını anlamak için meseleye biraz geriden gelmek gerekmektedir. Yüce Allah, daha önceki ayetlerde, Âdem ve eşini gösterdiği ağaçtan menetmiş ama neden menettiğine dair herhangi bir gerekçe sunmamıştır.
Veyâ âdemu-skun ente vezevcuke-lcennete fekulâ min hayśu şi/tumâ velâ takrabâ hâżihi-şşecerate fetekûnâ mine-zzâlimîn(e)
“Ey Âdem! Sen ve eşin şu cennette iskân olun, her nereden diliyorsanız yiyin ama sakın şu şecereye yaklaşmayın yoksa (eğer yaklaşırsanız) o zalimlerden olursunuz.”
Bu ayette Âdem ve eşinin o ağaçtan menedilmelerine dair tek bir gerekçe gösterilmiştir: “Yaklaşırsanız zalimlerden olursunuz.” Fakat bu gerekçe “yaklaşmazlar ise ne olacaklarına dair” bir gerekçe değildir yani onlara ne olmamaları gerektiği söylenmiş ama ne olacakları söylenmemiştir. Tam burada akla şöyle bir soru gelebilir. Rab madem ki Âdem ve eşini o ağaçtan men etmiştir ve en sonunda da “Yoksa zalimlerden olursunuz.” şeklinde ne olmamaları gerektiğine dair bir gerekçe sunmuştur, o halde tıpkı ne olmamaları gerektiğine dair gerekçeyi sunduğu gibi ne olmalarına dair gerekçeyi de sunsaydı olmaz mıydı? Bu gerekçeyi sunmamak, nehy edilen şey hakkında muhatabı bilgisiz bırakmak ve bu bilgisizlikten dolayı şeytanın saldırısına karşı onu zayıflatmak olmaz mı?
Evet, bu sorular haklı sorulardır ve bu sorunun cevabı yine aynı kıssanın anlatıldığı Tâ-Hâ suresinde gelmektedir.
Velekad ‘ahidnâ ilâ âdeme min kablu fenesiye velem necid lehu ‘azmâ(n)
Bu ayette konumuzu ilgilendiren kısım yani az önceki sorulara cevap olacak kısım ayetin sonundaki şu cümledir: وَلَمْ نَجِدْ لَهُ عَزْمًا. (velem necid lehu ‘azmâ(n))
Çok fazla detaya girmeden “Biz onda işin devamına dair bir kararlılık bulamadık.” şeklinde mana vereceğimiz bu cümledeki ‘azmen’ (عَزْمًا) kelimesinin manası “işin devamına olan, kişide oluşan bir kararlılık” şeklindedir. Bu durumda “Şu ağaca yaklaşmayın yoksa zalimlerden olursunuz.” açıklaması ne olmamalarına dair gerekçeyi bildirmiştir ama ne olmalarına dair gerekçeyi bildirmemiştir çünkü o gerekçenin Âdem’e sunulmaması onda işin yani onların içinde bulunduğu durumun devamına olan kararlılıklarının oluşması içindir. Biz bu cümleden, aynı zamanda, eğer Âdem şeytanın peşine takılıp o ağaca yaklaşmamış olsaydı neden o ağaçtan menedildiklerine yani ne olmaları için o ağaçtan menedildiklerine dair gerekçenin zamanı geldiğinde onlara sunulacak olduğunu anlamaktayız.
İblis örneği ve ontolojik çıkarımların tehlikesi
Bu açıklamalardan sonra tekrar konumuza dönecek olursak evet, şeytan Âdem’e tümdengelimsel bir akıl yürütme ile yaklaşmış, öncüllerinin tamamını kesin bilgilerden seçmiş ama öncüllerinin bir tanesini epistemolojik değil ontolojik temel üzerine temellendirmiştir. Vardığı sonuç ise tamamen yanlış bir sonuç olmuştur.
“Rabbinizin sizi şu ağaçtan ne diye menettiğini size söyleyeyim mi?”
“Sadece ve sadece iki melek veya ‘halidin’lerden olasınız diye.”
Âdem o yasakla ilgili ne olmaları için yasak edildiklerini bilmiyor olabilir fakat sebep-sonuç ilişkisine bakarak öncülleri kesin bilgi olan önermelerin sonucunun neden ille de o sonuç olduğuna dair pekâlâ sorular sorabilir veya akıl yürütebilirdi çünkü sebep-sonuç arasındaki nedensellik ilişkisi kesinlikle iyi değildir hatta tamamen alâkasızdır. Tâ-Hâ suresindeki ayetten anlamaktayız ki Âdem ve eşinin o ağaçtan men edilmelerinin sebebi “iki melek veya ‘halidin’lerden olmaları için” değil, tam tersi Âdem’deki kararlılığı artırmak içinmiş.
Aslına bakılırsa bu mantığı ve kararlılığı artırma sonucunu her yerde kullanabiliriz. Mesela, şöyle bir soru soralım:
Neden Allah mümin kullarına günde beş defa namaz kılmalarını emretmektedir? Oysa kulların rükûa ve secdeye gitmelerine Yüce Allah’ın hiç ihtiyacı yoktur. O halde ihtiyacı olmadığı halde Yüce Allah neden kullarına günde beş vakit namaz kılmalarını emretmektedir? Bu soruları Kur’an’daki her emir ve her nehy için sorabiliriz fakat her ne sorarsak soralım Yüce Allah bunları insandaki kararlılığı artırmak için emretmiş veya nehyetmiştir cevabı, tamamı için çok tatmin edici ve kesinlikle öncüller ile uyumlu bir cevaptır. Bu cevapların niceliği hususunda daha fazla detaylandırılmaya gidilebilir ama hiçbir detay hem bu sonucun daha üstünde hem de bu cevaptan daha kesin olmayacaktır.
İşte, bu tür tümdengelimsel yöntemler şeytanın çok sık kullandığı yöntemlerdir. Buna dair bir başka örnek ise şu ayettir:
Kâle mâ mene’ake ellâ tescude iż emertuk(e)(s) kâle enâ ḣayrun minhu ḣalaktenî min nârin veḣalaktehu min tîn(in)
Bu ayetin daha öncesinde Meleklerin Âdem için secde etmeleri emredilmekte fakat kendisi de meleklerden biri olan İblis’in secde etmediği anlatılmaktadır. Bu ayette ise İblis’e “neden secde etmediği” sorulmaktadır. Buna göre “neden secde etmediği” bilinmeyendir. İşte, İblis bu bilinmeyene tümdengelimsel bir akıl yürütme ile hem de öncülleri kesin bilgi olan önermelerle şöyle cevap vermektedir: “Beni ‘nar’dan yarattın onu ‘tin’den, ben ondan hayırlıyım (bu yüzden secde etmedim).”
Şimdi İblisin önermelerine biraz yakından bakalım:
– (Öncül) … “Beni ‘nar’dan yarattın.” (Bu kesin bilgidir çünkü başka ayetlerde cinlerin ‘nar’dan yaratıldığı bildirilmektedir.)
– (Öncül) … “Onu ise ‘tin’den yarattın.” (Bu da kesin bilgidir çünkü hem beşer hem de insan türünün ‘tin’den yaratıldığına dair ayetler vardır.)
Tümdengelim eleştirisinin sonuçları
– (Sonuç) … “Ben ondan hayırlıyım.”
Bu akıl yürütmede öncüller ontolojik temeller üzerine oturtulmuş kesin bilgilerdir. Yani İblis’in nar’dan, Âdem’in ‘tin’den yaratıldığı kesinlikle doğru bilgidir ama bu bilgi kendisinden hayır veya şer sonucu çıkarılacak bir bilgi değildir. Öncüller ile sonuç arasında hiçbir nedensellik bağı yoktur. ‘Nar’dan yaratılmış olmak neden onu ‘tin’den yaratılmış olandan daha hayırlı hâle getirecektir ki? Sonra ne ‘cin’ ne ‘ins’ ne de ‘beşer’ için yaratılıştan gelen bir hayr veya üstünlük veya ayrıcalık hiç yoktur ve olamaz da. O halde bu akıl yürütme tümdengelim olsa da öncülleri kesin bilgi olsa da sonucu kesinlikle yanlıştır.
İşte, bu örnekte de olduğu gibi her tümdengelimsel akıl yürütme veya öncülleri kesin bilgi olan her tümdengelimsel akıl yürütme, “öncülleri kesin bilgidir diye sonuçları itibariyle doğru olacaktır” diye bir kural yoktur. Tümdengelimsel akıl yürütmelerde öncülleri kesin bilgi olan önermelerin kesin ve doğru sonuç verebilmesi için bu öncülleri kullananların her şeyden önce o öncüllere inanmış olması ve varmak istediği sonucun o inancıyla uyumlu olması gerekmektedir.
Bu bağlamda ele aldığımız bu konu çok daha geniş bir çalışmayı hak etmektedir fakat biz bundan önceki yazıdan kaynaklanabilecek yanlış anlaşılmaların önüne geçmek için kendimizi yazmak zorunda hissettiğimiz bu yazıyı burada bitiriyoruz.
Her durumda sığınağımız sadece Allah’tır.