Sihr Kelimesi

KUR’AN’DA GEÇEN سِحْرٌ (SİHR) KELİMESİ ÜZERİNE KISA BİR DEĞERLENDİRME

Kök anlamı “sihir yapmak, büyülemek, etkilemek, aklını karıştırmak, sahur yemeği yemek, sabahın seher vakti” olan ‘sin+ha+ra’ fiilinden türemiştir. Kur’an’da bu kökten türemiş çeşitli formlarda 63 tane kelime bulunmaktadır.

Bu kelimenin TDV İslam Ansiklopedisi’ndeki açıklaması şu şekildedir:

“Sözlükte ‘bir şeyi olduğundan başka türlü göstermek, aldatmak, oyalamak; birinin ilgisini çekmek, gönlünü çelmek’ manalarında mastar olan ‘sihr’ kelimesi ‘hile, aldatma; sebebi gizli kalan iş’ anlamlarında isim olarak da kullanılmaktadır (Lisânü’l-ʿArab, “sḥr” md.; Kāmus Tercümesi, II, 381-383). Râgıb el-İsfahânî’nin açıklamalarından hareketle ‘sihir’ terimini ‘el çabukluğu, göz boyama ve yaldızlı sözler söyleme yoluyla gerçekleştirilen hile ve aldatma işi, şeytanla yakınlık kurup ondan yardım alma ve nesnelerin şeklini değiştirme iddiası’ diye tanımlamak mümkündür (el-Müfredât, “sḥr” md.). Sihir ayrıca ‘kötü ruhlu varlıklar tarafından ortaya konan bazı eylemler ve gösteriler, meydana geliş şekli açık olmayan bir olayı gerçeğe aykırı biçimde gösteren işlemler” şeklinde de tanımlanmıştır (Cessâs, I, 51-57; Fahreddin er-Râzî, III, 187; Ebü’l-Bekā, s. 510). İbn Haldûn’a göre sihir, bazı insanların semavî yardımcılara başvurmadan doğrudan (nefsânî güçleriyle) etkide bulunmasından ibarettir (Muḳaddime, s. 482-486). Taşköprizâde Ahmed Efendi ise astronomi olayları ile gök cisimlerinin özelliklerini ve bunların yeryüzü olaylarıyla bağlantısını inceleyen bilgi dalına sihir adını verir (Miftâḥu’s-saʿâde, I, 364-370). Türkçe’de sihir karşılığında büyü kelimesi kullanılmakla birlikte el çabukluğu ve illüzyon gibi teknikleri içine alan sihrin büyüden daha kapsamlı olduğunu söylemek mümkündür. Sihir uygulayan kimseye sâhir denir.”

(TDV İslam Ansiklopedisi; SİHİR md.; Müellif: İlyas Çelebi)

Kur’an’da 63 kez geçen bu kelimenin yaklaşık 40 tanesi Musa kıssaları bağlamında geçmektedir. Fakat Kur’an, kafirlerin, kendilerine gelen resullere “sihirbaz” veya resulün getirdiklerine “sihir” deme tavırlarının sadece Musa’nın karşısında duranlara has bir davranış olmadığını, aksine bu davranışın tüm kafirler tarafından tüm resullere gösterildiğini bildirmektedir.

Kelimenin en çok Musa kıssaları bağlamında geçmesi ve Musa’nın YED’İ BEYZA ve ASA’sının YILANA/EJDERHAYA dönüşme kıssasının bu kelime üzerinden anlatılması kafirlerin resullere “sihirbaz” deme sebeplerinin onların gösterdiği mucizelerden dolayı olduğu şeklinde anlaşılmasına neden olmuştur.

Bunun yanında Kur’an’da geçmemesine rağmen içinde ‘ayet’ ve ‘sihrun’ kelimelerinin geçtiği ayetlerdeki kelimeleri “MUCİZE” ve “SİHİR” olarak anlamlandırılması ‘sihr’ denilen kelimenin hep olağanüstülüklerle alâkalı olduğu anlayışının oluşmasına neden olmuştur.

Mesela, şu ayete verilen meale bakalım:

وَاِنْ يَرَوْا اٰيَةً يُعْرِضُوا وَيَقُولُوا سِحْرٌ مُسْتَمِرٌّ
Kamer 54 / 2

Ve-in yerav âyeten yu’ridû ve yekûlû sihrun mustemir(run)

TDV Meali – Onlar bir mucize görürlerse hemen yüz çevirirler ve: Eskiden beri devam edegelen bir büyüdür, derler.

Bu meal yazarları ayette geçen اٰيَةً (ayet) kelimesine “mucize” anlamı vermiş ve ayetin sanki olağanüstülükleri gören kafirlerin ona “mucize” değil de “sihir” demelerinin kınandığı bir cümle olarak anlaşılmasına neden olmuştur. Oysa müktesebattaki “mucize” kavramı zaten olağanüstü işlerle alâkalı kullanılmaktadır. Denizin yarılması, ateşte yanmamak, asanın yılana dönüşmesi, yılanın tekrar asaya dönüşmesi, ayın yarılması, bebeğin konuşması, körün gözünün açılması, kelin başında saç bitmesi, ölünün dirilmesi vs. gibi olaylar hep “MUCİZE” olarak tanımlanmaktadır.

‘sihir’ kavramının kökeni ve tartışması

Müktesebat uleması, kafirlerin, resullerin gösterdiği bu olağanüstülüklere “mucize” değil de “sihir” demelerinin sebebinin gerçekte yaşanan bu olağanüstü mucizelerin aslında gerçekte olmayan ama sanki öyleymiş gibi yani “mış gibi” olan olaylar gibi görmelerinden kaynaklandığını söylemektedirler.

Fakat bu söylem ayakları yere basan bir söylem değildir ve Kur’an’da geçen ‘SİHİR’ kelimelerinin bağlamlarına da uymamaktadır.

Bir seyirci kitlesinin karşısında gerçekleşen olağanüstü olayların sebebinin mucize mi yoksa sihir mi olduğunu anlamaması ve mucize de olsa sihir de olsa ona “sihir” demesi gayet normaldir. Kişinin sihir ve sihirbaz hakkındaki algısı olağanüstülükler gösteren kişiyi nasıl veya ne olarak gördüğüyle alâkalıdır. Musa onların karşısında şapkadan tavşan çıkarsaydı veya testere ile birini ortadan ikiye ayırsaydı veya görünen birini yok edip başka yerden çıkarsaydı olayın içinde olmadıkları için buna “sihir” demeleri normal karşılanırdı. Fakat Musa onlara tüm toplumu içine alan ve hepsinin birebir etkilendiği olaylar yaşatmasına rağmen hâlâ Musa’ya “SİHİRBAZ” demekten vazgeçmemişlerdir.

وَمَا نُر۪يهِمْ مِنْ اٰيَةٍ اِلَّا هِيَ اَكْبَرُ مِنْ اُخْتِهَاۘ وَاَخَذْنَاهُمْ بِالْعَذَابِ لَعَلَّهُمْ يَرْجِعُونَ
Zuhruf 43 / 48

Vemâ nurîhim min âyetin illâ hiye ekberu min uḣtihâ ve eḣażnâhum bil’ażâbi le’allehum yerci’ûn(e)

SV Meali – Onlara gösterdiğimiz her ayet /mucize mutlaka bir öncekinden daha büyüktü. Belki yaptıklarından vazgeçerler diye onlara azap da çektirdik.

وَقَالُوا يَٓا اَيُّهَ السَّاحِرُ ادْعُ لَنَا رَبَّكَ بِمَا عَهِدَ عِنْدَكَ اِنَّنَا لَمُهْتَدُونَ
Zuhruf 43 / 49

Ve kâlû yâ eyyuhâ-ssâhiru ud’u lenâ rabbeke bimâ ‘ahide ‘indeke innenâ lemuhtedûn(e)

SV Meali – Dediler ki: “Ey sihirbaz! Madem sana sözü var, bizim için Rabbine yalvar (da bu azabı gidersin, o zaman) biz mutlaka yola geleceğiz.

فَلَمَّا كَشَفْنَا عَنْهُمُ الْعَذَابَ اِذَا هُمْ يَنْكُثُونَ
Zuhruf 43 / 50

Felemmâ keşefnâ ‘anhumu-l’ażâbe iżâ hum yenkuśûn(e)

SV Meali – Biz onlardan azabı kaldırır kaldırmaz sözlerinden döndüler.

Öte yandan bu olaylara (müktesebata göre “mucizelere”) birebir şahit olmalarına ve bu mucizelerden(!) birebir etkilenmelerine rağmen yaşanan bu olaylara “SİHİR” veya “MUCİZE” dememiş, onlar da Kur’an gibi o olaylara “AYET” demişlerdir.

وَقَالُوا مَهْمَا تَأْتِنَا بِه۪ مِنْ اٰيَةٍ لِتَسْحَرَنَا بِهَاۙ فَمَا نَحْنُ لَكَ بِمُؤْمِن۪ينَ
A’râf 7 / 132

Ve kâlû mehmâ te/tinâ bihi min âyetin litesharanâ bihâ femâ nahnu leke bimu/minîn(e)

TDV Meali – Ve dediler ki: «Bizi sihirlemek için ne mucize getirirsen getir, biz sana inanacak değiliz.»

Bu meal yazarlarına göre Musa’nın karşısındaki kafirler yaşadıkları olayı hem Musa’nın gerçekleştirdiğini hem de bu gerçekleşen olayın MUCİZE olduğunu anlamış olmaktadırlar çünkü Musa’ya “SİHİRBAZ” demelerine rağmen gerçekleşen olaylara “SİHİR” değil “AYET” demişlerdir.

Bu durumda onlara göre Musa sihir yapan bir sihirbaz değil, MUCİZE gerçekleştiren bir sihirbaz olmuş olmaktadır.

Çünkü “BİZE HANGİ MUCİZEYİ GETİRSEN DE…” demektedirler.

Kafirlerin bu söylemine göre Musa olağanüstü sihirlerle değil, olağanüstü mucizelerle onları büyülemeye kalkışmaktadır.

Bu karmaşık ve çelişkili durum müktesebat ulemasının ‘AYET’, ‘SİHİR’ ve ‘SAHİR’ kelimelerine yükledikleri anlamlardan kaynaklanmaktadır. Üstelik ‘ayet’ kelimesi ile ‘mucize’ kelimesinin anlamları asla birbirine benzememektedir.

‘Ayet’ kelimesi “kendi varlığı ile bir başkasına veya başka bir şeye işaret eden, başka şeyin varlığına delil olan alamet, işaret, iz” demektir.

‘Mucize’ kelimesi ise “bir şekilde karşısındakini aklen ve fiziken yani maddi ve manevi olarak hiçbir şey yapamaz duruma getiren” demektir.

Üstelik Kur’an’da anlatılan ‘ayet’ kavramlarına baktığımızda ‘ayet’ kelimesinin “akıllı varlıkları maddi ve manevi olarak etkisiz duruma getiren, onları işlevsiz hale sokan, akıllarını başlarından alan şeyler” değil, tam tersi “maddi ve manevi kuvvelerin daha etkin bir şekilde kullanılmasını sağlayan şeyler” olarak anlatıldığı görülmektedir. Kur’an, ayetler hakkında aklı kullanmayı ısrarla vurgulamaktadır. Şimdi nasıl olacak da ‘AYET’ kelimesi EŞİTTİR “MUCİZE” OLACAK?

Biri “akılları baştan alan” diğeri “akılları başa getiren”; biri “maddi ve manevi imkânların önünü açan” diğeri “maddi ve manevi kuvveleri kullanmayı imkânsız hâle getiren”

Bunun yanında Kur’an’da geçen ‘sihir’ ve ‘sahir’ kelimelerinin bağlamlarına baktığımızda kafirlerin sadece olağanüstü şeylere değil gayet olağan şeylere bile ‘sihir’ dediklerini görmekteyiz. Mesela, müktesebata göre İsa, ölüleri diriltmiş, çamurdan kuşa can vermiş, kelleri ve körleri mucizevi bir şekilde iyileştirmiş, olağanüstü bir şekilde evlerde pişen yemekleri haber vermiştir ama buna rağmen kafirler bunlardan dolayı ne ona “sihirbaz” ne de yaptıklarına “sihir” dememişler, tam tersi ‘BEYYİNAT’LAR getirince onlara ‘sihir’ demişlerdir.

وَاِذْ قَالَ ع۪يسَى ابْنُ مَرْيَمَ يَا بَن۪ٓي اِسْرَٓاء۪يلَ اِنّ۪ي رَسُولُ اللّٰهِ اِلَيْكُمْ مُصَدِّقًا لِمَا بَيْنَ يَدَيَّ مِنَ التَّوْرٰيةِ وَمُبَشِّرًا بِرَسُولٍ يَأْت۪ي مِنْ بَعْدِي اسْمُهُٓ اَحْمَدُۜ فَلَمَّا جَٓاءَهُمْ بِالْبَيِّنَاتِ قَالُوا هٰذَا سِحْرٌ مُب۪ينٌ
Saff 61 / 6

Ve-iż kâle ‘îsâ-bnu meryeme yâ benî isrâ-île innî rasûlu(A)llâhi ileykum musaddikan limâ beyne yedeyye mine-ttevrâti ve mubeşşiran birasûlin ye/tî min ba’dî-smuhu ahmed(u) felemmâ câehum bilbeyyinâti kâlû hâżâ sihrun mubîn(un)

TDV Meali – Hatırla ki, Meryem oğlu İsa: Ey İsrailoğulları! Ben size Allah’ın elçisiyim, benden önce gelen Tevrat’ı doğrulayıcı ve benden sonra gelecek Ahmed adında bir peygamberi de müjdeleyici olarak geldim, demişti. Fakat o, kendilerine açık deliller getirince: Bu apaçık bir büyüdür, dediler.

Ayetin son cümlesi فَلَمَّا جَٓاءَهُمْ بِالْبَيِّنَاتِ قَالُوا هٰذَا سِحْرٌ مُب۪ينٌ (felemmâ câehum bilbeyyinâti kâlû hâżâ sihrun mubîn(un)) şeklindedir ve cümlenin manası “NE ZAMAN Kİ ONLARA BEYYİNATLARI GETİRDİ, O ZAMAN ‘BU MUBİN BİR SİHİRDİR.’ DEDİLER.” şeklindedir.

Bu ayette ve Mâide 110. ayette geçen ‘beyyinat’ ifadesine İsa’nın gösterdiği mucizeler dememizin imkânı yoktur.

‘Beyyinat’ kelimesine getirebileceğimiz en kısa tanım şudur: “ZATEN BİLİNENLERİN İLANI”

Yani İsa onlara hiç bilmedikleri ve o güne kadar kimsenin yapamadığı olağanüstü harikuladeler değil, öteden beri herkesin bildiği ve hatta ilânını beklediği şeyleri getirmiştir.

Kelimenin ‘EL’ takısı ile marife gelmesi de buna en güçlü delildir.

Kur’an’da kafirlerin ‘el beyyinat’lara’ bile ‘SİHİR’ demesi, ‘sihir’ kelimesine yüklenen anlamın gözden geçirilmesini zorunlu hale getirmektedir. 

Öte yandan efsaneler üzerinden oluşturulan şu bakış açısının da gözden geçirilmesi gerekmektedir: 

Müktesebata göre kafirler (yani Mekkeli müşrikler) Kur’an’ın icazı karşısında şaşkına dönmüş ve bu sözün olağanüstü bir söz olduğuna kara vermiş ama bu sözün Allah tarafından değil de şeytanlar/cinler tarafından Muhammed’e verildiğini söyleyip kafir olmuşlardır.

Bu söz olağanüstü olduğu için söze “SİHİR”, Muhammed’e de “sihirbaz” demişlerdir. Hatta şöyle bir rivayet aktarılır: 

Mekkeli müşrikler peygamberlik iddiasında bulunan Muhammed için söz birliği etmek için toplanmışlar. Önce “Ona deli diyelim.” demişler, bu kabul görmemiş, sonra “Ona şair diyelim.” demişler bu da kabul görmemiş, en sonunda “Acayip sözler söylediği ve bu sözün baba ile oğulun arasını açtığı için SİHİRBAZ diyelim.” demişler ve bunda karar kılmışlardır.

beyyinatın ve rivayet algısının eleştirisi

Bu tarihi anlatımı kabul etsek bile Kur’an gerçekliği ile bu rivayet asla uyuşmamaktadır çünkü böyle bir rivayetin kabul edilmesi durumunda Mekkeli müşriklerin Kur’an ayetleri hakkında en az Muhammed kadar bilgi sahibi olmaları gerekmektedir. Kur’an bir türkü değildir ki insan duyar duymaz ondan etkilensin. Kur’an’ın etkileyiciliği sözlerin LİRİZMİNDE değil, anlamların çelişkisiz bir şekilde birbiriyle uyumundadır. Kur’an’ın üzerinde düşünmeden onun ne kadar etkileyici bir söz olduğunu anlamak imkânsızdır. Kaldı ki Kur’an’ın en az yüz yerinde muhataplarının Kur’an üzerinde akletmesi, zikretmesi, fikretmesi, taakkul etmesi, tedebbür etmesi, tafakkuh etmesi ısrarla tekrarlanmaktadır. Hatta birçok yerde onların Kur’an’ı duymalarına rağmen üzerinde hiç düşünmedikleri peşin bir yargı ile reddettikleri anlatılmaktadır.

Kur’an’ın söz değeri onun sarfında, nahvinde, isnadında, anlamların ortaya çıkarılmasında, çelişkisizliğinde yatmaktadır ve bunlara bakmadan olumlu ya da olumsuz Kur’an’ın söz değerinin anlaşılması imkânsızdır.

Üstelik Kur’an, insanlığın hiç bilmediği, o güne kadar hiç duymadığı şeylerden değil, tam tersi tüm insanlığın duyduğu ve bildiği şeylerden bahsetmektedir.

İşte bu noktada Muhammed’e ve diğer resullere “sihirbaz”, getirdikleri ‘beyyinat’lara “sihir” diyenlerin, onlarda gördükleri olağanüstülüklerden değil, tam tersi SON DERECE SIRADAN OLUŞLARINDAN OLMASI GEREKMEKTEDİR.

‘SİHİR’ denilen şeyin günümüz Müslümanının kafasındaki karşılığı “SİHİRBAZIN EL ÇABUKLUĞU, İLLÜZYON veya ANLAŞILMAZ YÖNTEMLER KULLANARAK GERÇEKLEŞTİRDİĞİ OLAĞANÜSTÜ ŞEYLER” şeklindedir.

Fil hakika Kur’an’da geçen سِحْرٌ (sihr) kavramının manalarından biri de budur ama kelimenin tarifi bunu da içine alacak şekilde daha geniştir.

Kelimenin “SAHUR” ve “SEHER” anlamlarına baktığımızda ‘FECR’ ile ‘İMSAK’ arasındaki vakte ‘seher’ dendiğini, bu vakitte yenen yemeğe de ‘sahur’ dendiğini görmekteyiz.

SAHUR YEMEĞİ: Günlük öğünlerden olmayan ve ne şekilde adlandırılacağı bilinmeyen bir yemektir. Ne kahvaltı ne öğle yemeği ne de akşam yemeğidir… Hatta bu beslenme türü insanın genel teamüllerinin dışındadır. Normal zamanlarda kimse sadece yemek yemek için sabahın beşinde kalkmaz.

SEHER VAKTİ de buna benzer bir vakittir. Ne sabahtır ne gecedir. Ne olduğu belli olmayan bir zamandır.

‘Sihir’ kelimesi de “ne olduğu belli olan şeyler hususunda şüpheli durumlar oluşturan bir şey”dir. Normalde şapkanın içinden tavşan çıkmaz, şurada olan bir insan birden yok olup diğer yerden çıkmaz, yaşayan biri testere ile ikiye biçilirse yaşamaz, vs. ama bu normal durum birtakım anlaşılmaz yöntemlerle anlaşılmaz hâle getirilmekte ve sanki olabilirmiş gibi şüpheli bir durum oluşturmaktadır. Fakat hangi yöntem ile yapılırsa yapılsın ‘sihir’ etkisini varlıklar üzerinde değil ALGILAR üzerinde göstermektedir.

Kafirlerin resullere ‘sihirbaz’, getirdikleri ‘el-beyyinat’lara da ‘sihir’ demesinin arka planında bu olsa gerektir.

Ta en baştan gelen miras ile KİTAP+SÜNNET+İCMA+KIYAS temeli üzerinden ve din adamlarının ördüğü örgü ile bir toplum oluşmuştur. Oluşan bu din ve bu dinden kaynaklanan değerlerin birbirine bağladığı hukuk ve düzen oluşmuştur. Herkes yerini bu değerlere göre algılamış ve o zemin üzerinden davranış kalıpları geliştirmiştir. Bir gün çok iyi bildikleri biri çıkagelmiş ve “SADECE KUR’AN!” diyerek onların çok net bir şekilde bildikleri şeyler hususunda ŞÜPHELİ durumlar oluşturmaya çalışmıştır. Onlara göre bu kişinin yöntemleri alışık oldukları yöntemlerin hepsinin dışındadır ve onlara göre bunlar şüpheli ve uygulanamaz yöntemlerdir.

Bu yüzden Yusuf bekleyenler Yusuf’a, Musa bekleyenler Musa’ya, İsa bekleyenler İsa’ya sahte muamelesi yapmışlardır. Çünkü onlar da bir resulün geleceğine inanıyorlardı ve hatta bekliyorlardı. Ama gelecek olan İsa’nın ve Musa’nın hatta Muhammed’in “oluşmuş din” algısını yıkacağını hiç beklemiyor ve hiç hesaplamıyorlardı.

Onlara göre resullerin tamamı REFORMİST olmalıydı.

‘Kafir’ portresini Kur’an’a göre çıkarmayan müktesebat, kafirin “Allah’ı tamamen reddeden kişi” olduğu şeklinde anlaşılmasına neden olmuştur. Oysa Kur’an’ın birçok yerinde “SEN ONLARA ‘Gökleri, dağları, sizi, yeri, denizleri, hayvanları, bitkileri kim yarattı?’ diye sorsan kesinlikle ‘Allah’ derler, sen onlara ‘Yağmuru yağdıran, sizin ve hayvanlarınızın yediği bitkiyi çıkaran kim?’ diye sorsan ‘Allah’ derler, sen onlara ‘Yerden ve gökten sizi kim rızıklandırıyor?’ diye sorsan ‘Allah’ derler.” şeklinde ayetler bulunmaktadır ve işte bu şekilde “ALLAH” diyenler ‘kafirler’ olarak adlandırılmaktadır.

sihir söyleminin toplumsal arka planı

Kur’an’da “Allah yok.” diyen bir kafir portresi yoktur çünkü “Allah yok.” diyenin manevi tebliğe değil doktora gitmesi gerekmektedir.

Allah resulleri taş ile tanrı arasındaki farkı bilmeyenlere gönderilmemiş ve böyleleri ile asla muhatap kılınmamıştır.

Allah resulleri, Allah ile beraber başka otoriteleri hem de Allah adına kabul edenlere gönderilmiştir ve resullere ‘sihirbaz’, getirdiklerine ‘sihir’ diyenler de işte bunlardır.

Allah resulleri, “KİTAP + (içini siz doldurun)” diyenlere gönderilmiştir.

Allah resulleri, Allah’ın kitabı ile yetinmeyenlere, ona “tarihsel, uygulanamaz, yanında açıklayıcılar olmasa anlaşılmayacak” diyenlere gönderilmiştir.

Allah resulleri İsa’ya inananlara, İbrahim’e inananlara, Musa’ya inananlara gönderilmiştir ve onlara ‘SİHİRBAZ’ diyenlerin tamamı da işte onlardır.

Bu yazıyı şu resim için yazmadım, sadece bu yazıya güzel bir örnek olduğu için paylaşıyorum:

213_Sihr_Kelimesi

İnsan neden Kur’an’daki ‘EBU LEHEB’in “Firavun” olmasından rahatsız olur?

Neden “Firavun, Ebu Leheb’tir.” sözüne “sihir” der?

Bunların hepsi Tebbet suresindeki ‘Ebu Leheb’ için aynen şunu derler: “‘Ebu Leheb’in kim olduğunun önemi yoktur, asıl olan bu portreye giren kişiliklerdir.”

Böyle demelerine rağmen neden R.D.’nin “Kur’an’daki ‘Ebu Leheb’ Firavun’dur.” sözünden rahatsız olur ve üşenmeden saçmalarlar?

Çünkü “Sadece Kur’an!” sözü her daim ‘sihir’, bunu diyen de ‘sihirbaz’ olarak nitelendirilmiştir de ondan.

ALLAH’IN DİNİNE ŞİRK KOŞANLARIN EN NEFRET ETTİĞİ SÖZ: “SADECE KUR’AN!” sözüdür.

KAFİRLERİN EN SEVDİĞİ SÖZ: “KUR’AN TARİHSEL MİSYONUNU YİTİRMİŞTİR!” sözüdür.

Bu sözlerin ilkinden nefret etmek şirkin, ikincisini sevmek de küfrün temelidir.

Velhasıl (vel asre): Kur’an’da geçen ‘SİHİR’ ve ‘SAHİR’ kelimeleri olağanüstü işler için değil, toplumun kabul görmüş sahte din algısının dışında, “Sadece Kur’an!” diyen resuller için kullanılmıştır.

Kavramlar: