Başlıklar
SINIR
Her insan tüm hayatını onlar sayesinde yaşayacağı bir takım verili bilgilerle doğar. Müslüman ulemanın “huduri bilgi” adını verdiği bu bilgiler insanda bilkuvve olarak verilidir. İnsan bu bilkuvveleri bilfiil olarak kullanmayı bilerek doğar. Göz onda bir organ olarak vardır ama “görmek” denilen fiili başkasından öğrenerek yapmaz, görmeyi bilerek doğar. Aynı şekilde insan dokunmayı, koklamayı, duymayı ve tatmayı bilerek doğar. İşte bu durum insana verili olan yani huduri olan bilginin sadece bilkuvve değil aynı zamanda kuvveleri bilfiil olarak kullanabilme yeteneğinin de verili olduğu anlamına gelir.
“Bilkuvve” ve “bilfiil” nedir?
Bilkuvve ve bilfiil: Huduri Bilginin Doğası
“Bilkuvve”, herhangi bir şeyde bir fiili gerçekleştirebilme potansiyelidir; bu potansiyelin bir hareket olarak kendisini göstermesi ise “bilfiil”dir. Mesela, bir dinamit lokumuna yerleştirilen TNT, dinamit lokumunun patlaması içindir. Dinamit lokumu patlamadığı müddetçe “patlama” fiilini gerçekleştirebilecek yeteneğinin olması potansiyel olarak onda durur (bilkuvve). Patlaması ise bu potansiyelin açığa çıkması yani fiili olarak kendisini göstermesidir (bilfiil). Bu durum her varlık için böyledir. Varlıkların son halleri onlardaki bilkuvvelerin bilfiil olarak meydana çıkmasından, kendisini fiili olarak göstermesinden ibarettir. Küçücük bir tohumun devasa bir ağaca dönüşmesi potansiyel olarak o tohumun içinde vardır yani verili bir bilgidir. O tohumun devasa bir ağaca dönüşmesi ise işte verili olan o potansiyelin fiili olarak kendisini göstermesidir ki bu fiili gerçekleştirebilme yeteneği de verilidir. Her varlık kendisinde bilkuvve olarak verili olanları bilfiil gerçekleştirebilme yeteneği ile var olur. Yani her varlıkta hem bilkuvve hem de bilfiil huduri bilgidir. Biri bilginin kendisi, diğeri bilgiyi gerçekleştirebilme yeteneğidir.
İnsan düşünce tarihindeki tüm filozof ve kelamcılar düşüncelerini işte bu sabiteden hareketle kurgularlar ve görüşlerini temellendirmeye daima şu soruyla başlarlar; “Bilgi nedir?”
“Bilgi nedir?” sorusu insan düşünce tarihinin en çok sorulan ve cevabı en az bilinen sorularından biridir. Müslüman kelamcılar bu soruyu “İlim nedir?” olarak uyarlamış, onlar da diğerleri gibi düşüncelerini temellendirmeye bu soruyla başlamış ve onlar da bu soruya çok farklı cevaplar vermişlerdir fakat onların cevapları da diğerlerinin cevabı gibi soruya cevap olmamıştır. Verilen cevaplar soruyla tamamen alâkasız cevaplar değillerdir, tam tersi her cevabın soruyla alâkası kesinlikle vardır ama kapsayıcı ve esas (sabite) alınabilecek tam bir cevap henüz yoktur.
Cirmimize bakmadan filozof ve kelamcıların cevaplayamadığı soruyu cevaplamaya kalkışacak değiliz, zaten yazının amacı da bu değildir. Yazının konusu; bilgi ve bilmenin işlevsel olarak insanda nasıl bir etki oluşturduğuyla alâkalıdır. Az önce her insanın bilmeyi bilme (bilkuvve) ve bilmeyi gerçekleştirme (bilfiil) kabiliyetleri ile doğduğunu ve buna da “huduri (verili) bilgi” denildiğini ifade etmiştik. İnsandaki bilkuvvelerin tamamının açığa çıkıp bilfiil olarak kendisini gerçekleştirebilmesi bunu gerçekleştirebileceği bir zemine bağlıdır, eğer o zemin yoksa insanda var olan o kuvvelerin bilfiil olarak açığa çıkması mümkün değildir. Görecek bir şeyin olmadığı bir zeminde görmenin, duyacak bir şeyin olmadığı bir zeminde duymanın, koklayacak bir şeyin olmadığı bir zeminde koklama duyusunun, dokunacak bir şeyin olmadığı bir zeminde dokunma duyusunun hiçbir anlamı yoktur. Evet, böylesi bir zeminde bunlar kuvve olarak insanda bulunabilir ama anlamsızdır. Aynı şekilde görecek, dokunacak, koklayacak, tadacak, duyacak hiçbir şeyin olmadığı bir zeminde insanın “akıl” kuvvesinin de bir anlamı kalmayacaktır çünkü “akıl” dediğimiz şey sadece bilgi varsa bilfiil olarak harekete geçip, kendisini gösteren bir şeydir. Tabiri caizse bilgi aklın gıdasıdır, bilgi olmazsa akıl “ölü” hükmündedir. Buradan hareketle en işlek ve en canlı aklın “sürekli bilgilenen akıl” olduğunu söyleyebiliriz.
İnsan türü bir mekâna doğar. Doğduğu bu mekân duyabileceği, görebileceği, dokunabileceği, koklayabileceği, tadabileceği milyarlarca şeyle doludur. Doğduğu bu mekânda istese de istemese de kendisinde bilkuvve olarak verili olan “huduri bilgileri” bilfiil olarak kullanmak zorundadır. Yani insan istese bile mutlak manada hiçbir şey görmemeyi, hiçbir şey duymamayı, hiçbir şey tatmamayı, hiçbir şey koklamamayı, hiçbir şeye dokunmamayı yapamaz. İnsan türünün kendisinde var olan kuvveleri bilfiil olarak yapmama seçeneğinin olmaması aynı zamanda istese de istemese de yine onda verili olan “akıl” kuvvesini de bilfiil olarak kullanmaya mecbur bırakmaktadır çünkü duyuların kendisini gerçekleştirmesi sadece beş duyu organıyla değil, aklın da iştirak ettiği bir dizi hareket sonucunda gerçekleşmektedir. Duyuların akıl, aklın da duyular olmadan işlevsel hâle gelmesi mümkün değildir.
İşte, akıl ile duyuları, duyular ile aklı ayrı ayrı olamayacak şekilde birbirine bağlayan o bağ bilgidir. İnsan doğduğu mekânda dokunmaya, koklamaya, görmeye, tatmaya, duymaya mecburdur ve aynı zamanda bunları yaparken aklını fiillerine ortak etmeye de mecburdur, yoksa ne duyular ne de akıl kendisini gerçekleştirebilir. İşte bu durum akıl ve duyular arasında kopmaz bağların oluşmasını sağlayan bilginin oluşmasını sağlayan durumdur.
Bu yolla oluşan bilgi akla bir takım işlevsel özellikler kazandırır. Aklın kazandığı bu işlevsel özellikler aynı zamanda hem duyuların eğitilmelerini hem de kapasitelerini daha fazla açığa çıkarmalarını sağlar yani bilgi sadece aklın işine yaramaz. Bilgilenen her akıl duyuların gelişmesine yardımcı olur ve duyuları daha hassaslaştırır. Duyma yoluyla sesler hakkında çok bilgilenen bir akıl, edindiği bu bilgi birikimiyle kulağı eğitir ve kulağın daha hassas bir ses ayrımı yapabilecek kapasiteye yükselmesini sağlar. Bu yüzden mesela bir müzisyenin kulağı müzisyen olmayan birinin kulağına göre sesleri daha hassas algılar çünkü onun aklı sesleri çıkaran aletler, notalar, ses düzeyi, tını, melodi ve birçok şey hakkında bilgi sahibidir ve aklı, sahip olduğu bu bilgi ile kulağını daha hassas olacak şekilde eğitmiştir. Hakeza görüntüler, renkler, şekiller, uzaklık, yakınlık, orantısal ilişkiler hakkında bilgilenmiş bir ressam aklı, edindiği bu bilgilerle gözlerini ve ellerini eğiterek gözlerine daha hassas bakmayı, ellerine daha hassas çizmeyi öğretir. Bu her şeyde böyledir. Duyular aklın bilgiye ulaşmasını sağlar, akıl edindiği bilgiler ile duyuları daha hassas olacak şekilde eğitir.
Duyularla aklına bilgi edindiren, bilgi edinmiş aklıyla dönüp duyularını daha hassaslaştıran insan, farklar arasındaki sınırların farkına daha hassas bir şekilde varır yani insan bu yolla en çok “sınırların” farkına varır çünkü annesinden doğan her insan farklar arasındaki farkı bilme kuvvesi ile doğar yani farkları fark etme yeteneği de “huduri” yani verili bir bilgidir. Nitekim ‘insan’ kelimesinin kökeni de “fark etmek, ayırt etmek, farkı fark etmek” anlamındaki ‘enese’ fiilidir.
Akıl ile Duyu Deneyiminin Etkileşimi
Kur’an’ın birçok yerinde insanın yaratılmasından bahsetmektedir. Yaratılıştan bahseden pasajların hiçbirinde “Allah, akıllı ve iradeli bir varlık yarattı.” veya “insan” dedikten sonra aynı bağlamda insanın akıllı ve iradeli bir varlık olduğuna dair hiçbir göndermede bulunulmaz. Bunun sebebi ‘insan’ kelimesinin manasıdır. Tıpkı ‘rahman’, ‘furkan’, ‘ğufran’ kelimeleri gibi aslı mastar olan ‘insan’ kelimesi de ismi fail anlamına sahiptir. (Arapçada aslı mastar olduğu halde ismi fail ve ismi meful manasına sahip pek çok kelime bulunmaktadır.) Delalet bahsinin en temel hatta en başlangıç konularından biri, kelimelerin manaya delaletinin şekilleridir. Buna göre kelimeler manaya “mutabık, tazammun, iltizam” olarak üç şekilde delalet ederler. Bazıları bunlara “ilişkisizlik ilişkisi” anlamına gelen tebayün’ü de ekleyerek kelimeler ve mana arasındaki ilişkiyi dörde çıkarır. Diğer üçünün anlamları ise kısaca şöyledir:
Mutabık… Bir kelimenin kastettiği mananın tamamına şamil olmasıdır. Mesela, “İnsan, düşünen canlıdır.” denmesi durumunda bu ifadenin içine insanların tamamı girmektedir.
Tazammun… Bir kelimenin kastedilen mananın bir kısmını ifade etmesidir. Mesela, “İnsan, canlıdır.” denmesi durumunda bu cümledeki “canlı” kelimesinin içine sadece insanlar girecektir ama canlı olan tür sadece insan türü değildir, bitkiler ve hayvanlar da canlıdır. Bu yüzden “canlı” kelimesi bu cümlede kastettiği mananın tamamına değil bir kısmına işaret etmiştir.
İltizam … Bir kelimenin manasında kastedilmeyen ama zorunlu olarak o kelime ile birlikte anlama dahil olan manadır. Mesela, “İnsan, düşünen canlıdır.” dendiğinde insanın sadece düşünmesi ve canlı olması söylenmiştir fakat “insan” kelimesi aynı zamanda insanın gülen, ağlayan, hüzünlenen, yazı yazan, okuyan, konuşan bir varlık olduğu anlamının birlikte anlaşılması gerektiğini zorunlu hâle getirir. Yani “insan” dendiğinde bunları ayrıca saymanın bir gereği yoktur çünkü kelime zorunlu olarak bu anlamları da kelimenin zikredilmesiyle birlikte akla getirir. İşte kelimenin manaya delaletinin bu şekline “iltizam” denmektedir.
İnsanın yaratılmasını konu alan Kur’an pasajlarında, ‘insan’ diye isimlendirilen varlığın “akıllı, iradeli, gülen, hüzünlenen, okuyan, yazan, seven, nefret eden vs.” bir varlık olduğu hiç anlatılmaz çünkü “fark eden, farkları bilen, farkları fark eden” anlamındaki ‘insan’ kelimesi “iltizami” olarak o manaların hepsini taşır. Fark etmek ve farkları ayrı ayrı anlamak bir aklın varlığını, aklın varlığı ise duyu ve hislerin varlığını zorunlu olarak bünyesinde taşır. Üstelik Kur’an’da ‘insan’ denildikten sonra mesela “akıllı ve iradeli varlık” denmiş olsaydı bu tanım, insanı diğer canlılardan tamamen ayıran ayırıcı bir tanım olmazdı çünkü az miktarda da olsa hayvanda da his, akıl ve irade bulunmaktadır fakat hayvanda farkları fark edip bu farklara göre bir tasavvur oluşturmak, dahası bu tasavvura göre davranışlarına yön vermek gibi bir durum söz konusu değildir. Bu yüzden hayvanlar yaratıldıkları zamandan bu yana hep aynı davranış kalıplarını sergilerler çünkü hayvanlar farkların farkına varamamaktadırlar.
İşte bu durum, insanın diğer canlılardan ayrılan en belirgin özelliğinin “fark etmek” olduğu anlamına gelmektedir. Tekrar edelim ki tek başına “akıllı olmak” insanı diğer canlılardan ayıran bariz bir fark değildir çünkü işlevi ve miktarı farklı olsa bile hayvanlarda da akıl vardır. İnsan aklını hayvanın aklından daha farklı hâle getiren şey fark edebilen bir akıl olmasıdır.
(NOT: İnsan aklı ile hayvanların aklını kıyaslarken “üstün” veya “değerli” kelimelerini bilerek-kasten kullanmadık çünkü hem “üstünlük” hem de “değer” yaratılıştan gelen şeyler değillerdir, bunlar ancak çabayla elde edilen şeylerdir. Öte yandan “üstün” veya “değerli olmak” eşitler arasında olan bir şeydir. Hayvanlar insanlarla eşit değillerdir. Bu yüzden “değer” ve “üstünlük” kıyaslamasını eşit olmayan iki şey arasında yapmak kesinlikle doğru değildir yani insan hayvandan üstün veya değerli değil, farklıdır. Bu farklılık bir üstünlüğe veya daha değerli oluşa asla hamledilemez çünkü ne insan insan olmayı ne de hayvan hayvan olmayı kendisi seçmemiş, kendisi kazanmamıştır.)
“Farkları bilmek” dediğimiz şey ise; ister soyut olsun isterse de somut, ‘şeyler’in sınırlarını bilmek anlamına gelmektedir. İnsan türü hayatının ilk yıllarında bilgisi ve algılama yeteneği az olduğu için arada çok bariz farklar bulunan ‘şeyler’in sınırlarını öğrenir. Bilgisi çoğaldıkça fark etme yeteneğini de geliştirerek bariz farklı olanlardan başka, aralarında çok ince farklar olanların sınırlarını öğrenmeye başlar. Bir müzisyenin eğitilerek notalar arasındaki ince ve hassas sınırları fark etmeye başlaması buna örnek verilebilir. Siyah ve beyaz arasındaki sınırı fark etmek için gözleri renkler konusunda çok ince bir eğitime tabi tutmak gereksizdir çünkü aradaki fark (sınır) çok barizdir ama saf siyah ile içine bir nebze beyaz karıştırılarak siyahlığı çok küçük miktarda değiştirilmiş bir siyah arasındaki farkı (sınırı) bilmek için gözlerin çok hassas bir şekilde eğitilmesi, aklın da gözleri hassas bir şekilde eğitecek bilgiye sahip olması zorunludur.
İnsan ve Fark Etme Yetisinin İncelenmesi
İnsan aklını hayvan aklından farklı hâle getiren şey somut ‘şeyler’ arasındaki farkı bilmesi değil, soyut ‘şeyler’ arasındaki farkı fark eden bir akıl olmasıdır. Nihayetinde hayvanlar da somut şeylerin farkını bilebilmek ve hatta ona göre davranış geliştirebilmektedirler. Bu duruma bir ölçü koyacak olursak; “Hayvanlardaki akıl sadece somut şeyler arasındaki farkı fark edebilen bir akıl, insandaki akıl ise hem somut hem de soyut şeyler arasındaki farkı (sınırı) fark edebilen bir akıldır ve insan aklını hayvanların aklından daha farklı hâle getiren taraf, somut şeylerin değil soyut şeylerin farkını bilmesidir.” diyebiliriz.
Soyut şeylerin tamamı, ‘şey’ olarak zati bir varlığa (vücuda) sahip olan nesnel varlıklar değil, nesnel karşılığı olmayan değerlerdir. İşte, insan aklını hayvanların aklından farklı kılan şey, değerler arasındaki farkı (sınırı) fark etmesi, anlaması, fark ettiği değerlere göre tasavvur ve davranış sahibi olmasıdır. Yalan ile doğru, hakikat ile mecaz, zan ile kesin bilgi, ahlak ile ahlaksızlık, haram ile helal, günah ile sevap, isyan ile itaat, iman ile küfür, fısk ile sıdk, fesat ile salah vs. daha binlerce kavram “iyi ve kötü değerler”dir ve hepsinin arasındaki farklar (sınırlar) ancak akılla bilinir. İşte, insanı insan yapan şey, insanın tam da bunlar arasındaki farkı fark edebilecek yapıda bir varlık olarak yaratılmasından gelmektedir.
Bu kavramlar arasındaki farklar (sınırlar) her zaman hatta çoğu zaman hemen fark edilebilecek kadar bariz değildir. Yalan veya doğru olduğu bariz olan bir şeyi fark etmek herkesin yapabileceği bir şeyken içine çok küçük ve çok zor anlaşılacak miktarda (mesela %0,1 oranında) yalan karıştırılmış bir sözün yalan mı doğru mu olduğunu fark etmek ancak ve ancak bu yönde bilgisi olanların yapabileceği bir şeydir çünkü hem “yalan” hem de “doğru” soyut şeylerdir ve soyut şeyler nesnel bir vücuda sahip olmadıkları için sadece ilkelerle bilinirler. Bu ilkeler ise sadece tanımsal bilgi halinde bulunurlar.
Tıpkı bir müzisyenin sesler, notalar, müzik aletleri, melodiler, tınılar, vezinler, ses düzeyleri, ses çeşitleri, seslerin mahreçleri hakkındaki bilgisinin çoğalmasına paralel olarak sesler arasındaki farkı fark etmede kulağının hassas ayarlara sahip olması gibi, soyut değerlere dair bilginin artması da soyut şeyler arasındaki farkların daha hassas bir şekilde anlaşılmasını sağlamaktadır. İşte bu durum ister istemez şu soruyu sordurmaktadır: İnsan mutlak değil mukayyet bir varlıktır. Her mukayyet varlıktaki değerler hiçbir zaman mutlak olmayacaktır yani insan hiçbir zaman “mutlak iyi” ve “mutlak kötü” olamamaktadır. “İyi” ve “kötü” arasında temel alınacak bir mutlaklık yoksa insan “iyi” ve “kötü” arasındaki sınırı nasıl belirleyecek, nasıl tespit edecektir?
Farkların fark edilmesi ve bu farklara göre tasavvur ve davranış geliştirilmesi sınırların sabit olması durumunda mümkündür. Sınırı (farkı) sürekli değişebilen bir iyinin “iyi” olduğunu veya sınırı sürekli değişen bir kötünün “kötü” olduğunu tespit etmek, en azından objektif bir şekilde tespit etmek mümkün değildir. Oysa değerler sadece sabiteler olunca anlaşırlar. Üstelik bu durum öyle hassastır ki sonuca gitmek neredeyse imkânsızdır. Mesela, bir milyon doğrunun içine bir tane yalan karıştırılması durumunda miktara mı yoksa işleve mi bakarak karar verileceğini neye göre ve nasıl bileceğiz? Görüldüğü gibi “iyi” ve “kötü” arasındaki sınır kolayca bilinebilecek bir şey değildir.
Söz üstatları “kesin bilgi” ile “yalan bilgi” arasında 0’dan 100’e bir çizelge oluşturmuştur. Bu çizelgeye göre hakikate nispeti %100 olan bilgiye “kesin bilgi”, hakikate nispeti %99-95 olan bilgiye “zan-ı galip bilgi”, hakikate nispeti %94-51 olan bilgiye “zanni bilgi”, hakikate nispeti %50 olan bilgiye “kuşkulu bilgi”, hakikate nispeti %49-1 olan bilgiye “şüpheli bilgi”, hakikate nispeti sıfır olan bilgiye de “yalan bilgi” demişlerdir. Fakat görünürde uygun bir çizelge olarak duran bu tasnif, pratikte hiç de öyle durmamaktadır çünkü bazen 99 doğrunun yanına konulan bir yalan, sözün %100’ünü yalana çevirmektedir. Hatta bazen bir milyar doğrunun içine karıştırılan bir yalan, o bir milyar doğrunun yalana dönüşmesine neden olmaktadır. Üstelik her insan pratikte “yalan” denilen bir sözün içinde yalanın çok küçük miktarda, doğrunun çok daha fazla miktarda olduğunu kolayca tecrübe edebilir.
Bu durum insanların pratik hayatları için de geçerlidir. Ömrünün büyük bir kısmını iyi insan olarak geçirmiş biri bir gün öyle bir şey yapar ki o ana kadar yapmış olduğu iyi şeylerin tamamını değersiz bir yalana çevirebilir. Sanıldığının aksine “iyi insan” ile “kötü insan” arasındaki sınır çok uzaklarda değildir. “İyi” ile “kötü” birbiriyle sınır komşusudur öyle ki bu sınır çok kolay bir şekilde kişiyi o ya da bu tarafta biri yapıverir. İşte, böylesine kolay değişebilen sınırlara sahip “iyi” ve “kötü” nasıl bilinecektir ve belki de bundan da önemlisi bu nasıl sürdürülebilir hâle getirilecektir?
Soyut değerlerin (iyi veya kötü) tamamı sadece bilgi olarak vardır. Bilginin bir ana esas olarak alınması ve ferlerin o ana esas ile kıyaslanarak belirlenmesi sadece ana esas olarak alınan bilginin sabitliği ve değişmezliği ile mümkün olabilecek bir şeydir. “Bilgi” dediğimiz şey ise “huduri bilgi”, “edinilmiş bilgi” ve “bağışlanmış bilgi” olarak üç kısma ayrılmaktadır. Huduri bilgi, her insanın yaratılışında var olan bilgidir. Edinilmiş bilgi, annesinden doğan her insanın hayatı boyunca kendi fikri çabası ile edindiği bilgidir. Bağışlanmış bilgi ise ne doğuştan ne de çalışarak elde edilmiş tam tersi hiçbir insanın çalışma ile elde edemeyeceği, Yüce Allah tarafından bağışlanmış bilgidir. İnsan türüne çaba göstermesine gerek olmadan bilgi bağışlayan biri/leri daha vardır; Şeytan/lar. Fakat şu var ki Yüce Allah sadece “doğru ve her zaman sabite olabilecek, insanların elde etmeye asla güç yetiremeyeceği bilgiler” bağışlarken Şeytan bu bağışlanmış bilgileri manipüle edecek ve aslında her insanın üretebileceği, yüzüne doğru maskesi geçirilmiş “yalan bilgiler” vermektedir.
Mutlak Değerler ve İlahi Rehberliğin İşlevi
Huduri, edinilmiş ve bağışlanmış bilgi türleri arasında soyut değerlerin tanımlanmasında sabite olabilme kapasitesine sahip tek bilgi Yüce Allah’ın bağışladığı bilgidir çünkü huduri bilgiler bilkuvve olarak insanda vardırlar. İnsanların kendilerinde bulunan bu kuvveleri daima doğru kullanmaları, doğru kullansalar bile bu doğru kullanımların her insan, her zaman ve her mekân için sabite olmaları mümkün değildir. Edinilmiş bilgiler ise zaten sürekli değişken oldukları için edinilebilirler. Oysa Yüce Allah’ın bağışladığı bilgi, insanın onu doğru uygulamasına, onu anlayıp anlamamasına bağımlı değildir yani insan onu yanlış anlayınca o da yanlış olmamakta, insan onu hatalı veya eksik uygulayınca o da hatalı ve eksik olmamaktadır çünkü o bilgilerin hatalı, eksik veya yanlış olması onu anlamaya ve uygulamaya çalışan “insan” değil, “Yüce Allah” merkeze alınarak anlaşılmalıdır. Bu meyanda Yüce Allah’ın her türlü eksik, hata ve yanlıştan münezzeh olduğunu akledebilen her akıl bilsin veya bilmesin Yüce Allah’ın bağışladığı bilgilerin eksik ve kusurdan ari olacağını da akleder. İşte, o bağışlanmış bilgiyi soyut değerlerin ana esası, değişmez sabitesi hâline getiren de budur.
Yüce Allah’ın bağışladığı bilginin soyut değerler için ana esas, değişmez sabite olması ne anlama gelmektedir?
İnsan mukayyet bir varlıktır. Bu yüzden sırf kendi kapasitesini kullanarak oluşturacağı değerlerin tamamı tıpkı kendisi gibi mukayyet değerler olacaktır. Hem mukayyet varlıklar hem de mukayyet değerler mümkin olan şeylerdir. Mümkin olanlar ise hem kendi zamanlarında ve mekânlarında hem de kendilerinin olmadığı zamanlarda ve mekânlarda görecelidirler yani konumları kendi zatlarına bağlı değil, başkasına bağlıdır. O başkasının değişmesi veya değiştirilmesi durumunda hem kendileri hem de değerleri değişmektedir. Mesela, birçok insana göre büyük alim olan Ebu Hanife kendi zamanındaki birçoğuna göre (mesela Buhari’ye göre) insanları saptıran bir zındıktır. Hem ona “iyi” diyenler hem de ona “zındık” diyenler kendi ürettikleri değerleri temel aldıkları için Ebu Hanife kimine göre “iyi” kimine göre “kötü” olarak değişken bir şekilde tanımlanmıştır.
Değerler asla değişkenlik kabul etmezler. Kişiden kişiye farklı sonuçlar veren değerler asla değer olma niteliği kazanmazlar. Değerlerin zamanlar ve mekânlar üstü olabilmesi için bu değerlerin herhangi bir mukayyet varlığa endekslenmemiş, mutlak değerler olması gerekmektedir. Mutlak değerler ise zaman ve mekân gözetmeyen tanımlar hâlinde olmak zorundadır ve hepsinden önemlisi zaman ve mekân gözetmeyen bu tanımları yapan kişinin bizzat kendisi de zamana ve mekâna bağımlı olmaması gerekmektedir. İşte bu zat sadece Yüce Allah’tır ve işte bu mutlak değer sadece Kur’an’dır.
Kur’an tüm değerlerini ya kıssalarını anlattığı resuller üzerinden ya da direkt olarak anlatır fakat ister kıssalar isterse de direkt anlatımlar olsun daima mutlak değer taşıyan kavramları kullanır. “Mümin, kafir, fasık, müslim, muhsin, münafık vs.” gibi kavramlar bir bağlamda geçse bile bu kelimelerin taşıdığı değerler kıssanın bağlamına veya herhangi bir zamana ve mekâna hapsedilmesi mümkün olmayan tanımlar içerirler.
İşte bu değerler, insan türünün tüm tanımlamalarında sabite olarak alacağı ve bu sabitelerden yola çıkarak ferlere ulaşabilecekleri değişmez ana değerlerdir. Bu değerlere göre insan mukayyettir ve onunla ilgili varılacak yargıların hiçbiri mutlak yargılar değildir, onunla ilgili varılacak yargıların tamamı Yüce Allah’ın gönderdiği mutlak değerler merkeze alınarak yapılacaktır. Ona “iyi” veya “kötü” tanımlaması yapmak bile bu mutlak ilkelerin onda var olup olmadığı ve sürdürüp sürmediğine göre ölçülecektir.