Tarih Okumalarında Gözden Kaçanlar

TARİH OKUMALARINDA GÖZDEN KAÇANLAR

Allah bizi bizden öncekilerin tarihini bilmeye muhtaç kıldı, tıpkı onların kendilerinden öncekilerin tarihini bilmeye muhtaç olması gibi ve tıpkı bizden sonrakilerin bizim tarihimizi bilmeye muhtaç olacakları gibi.

(El-Cahiz, Kitabu’l-Hayevan 1: 42.)

İslam bilimine büyük katkıları olmuş büyük üstat Fuat Sezgin, İslam’da Bilim ve Teknik isimli kitabının giriş bölümünde, Batı dünyasının kendisinden öncesini yok saymasından bahseder ve Almanların, 11. yüzyıldan kalmış bir usturlabın sergilenmesi sırasında usturlabın üzerindeki Arap rakamları ve harfleri gözükmesin diye üzerine kâğıt yapıştırmaları örneğini yakınarak verdikten sonra, çok övdüğü Fransız bir bilim adamı olan Joseph-Toussaint Reinaud (1795-1867)’un şu sözünün aktarır:

“İnsanlığın ortak bilimsel mirası, süreğen adımlarla, her zaman düz bir çizgi halinde olmasa da değişken bir hızla büyümektedir. Tarihte belirli bir zaman dilimindeki kültür çevresi, bilimsel mirası, küçük olsun büyük olsun bir adım daha ileri taşımak için öncülüğü üstlenmiş, daha doğrusu içinde bulunulan koşullar doğrultusunda öncülüğe getirilmişse, tarihi koşullar ve o öncü tarafından ulaşılan seviye, ardılın kaydedeceği olası ilerlemeleri ve bu ilerlemenin hızını etkileyen faktörleri belirler. Yunanlıların olağanüstü yeri, bilimler tarihi tarafından genel olarak kabul ve takdir edilir. Fakat Yunanlıların daha önceki ve komşu kültür çevrelerinden doğrudan ya da dolaylı bir şekilde miras alıp üzerine bina ettikleri sonuçlarla ilgili Yunan bilim tarihçilerinin pek hoşlanmadıkları soru hususunda hâlâ bir belirsizlik hakimdir.”

Eğer söz konusu edilen şey bilim, teknik, felsefe, matematik, fizik gibi insan türünün edindiği bilgilerse Fuat Sezgin ve Reinaud çok haklıdır. Çünkü devredilen yani tevarüs ettirilen üzerine bina edilen her şeyin içinde az ya da çok geçmiştekilerin katkısı vardır. Hatta geçmişteki bilgiler tevarüs etmeseydi, insanlığın bu konularda bir adım ileri gitmesi söz konusu bile olamazdı.

Aynı şeyi insanlığın düşünsel serüveni, coğrafyaların (ülkelerin) oluşması, ırkların ortaya çıkması için de söylememiz mümkündür. Mesela, Osmanlı olmasaydı Cumhuriyet dönemi de olmazdı. Üzerinde çok düşünülmemiş olsa bile bu sadece bu alanlarda değil hayatın her alanında böyledir.

Pamuktan ip yapılacağını, o ipten kumaş, o kumaştan elbise yapılacağını insanlık birdenbire ve aniden bulmadı.

Buğdaydan un, undan ekmek yapılacağını da insanlık birdenbire bulmadı.

Hangi alanda olursa olsun şimdiki zamandan geçmişe doğru yapılan her tarih okumasının asıl amacı, insanlığın kendisinden önceki hangi izlere basarak bu seviyeye geldiği daha doğrusu arkasında hangi izler bırakarak bu seviyelere geldiğini bilmek ve o tecrübeden yararlanmaktır.

Nasreddin Hoca’nın “Eşekten düşmeyen eşekten düşenin halinden anlamaz.” deyimiyle karikatürize edilebilecek tarih okumaları, aslına bakılırsa “hangi eşekten kaç kere ve neden düşüldüğünü anlamak için yapılmaktadır (veya yapılmalıdır).

Varlık ayetleri üzerinden edinilen her bilgi, üzerine konula konula günümüze gelen ve günümüz insanının da üzerine koyarak sonraki nesle aktaracağı yani TEVARÜS ettireceği bilgidir.

Bu miras her nesilde farklılaşan, iyi ya da kötü yönde değişen ve hatta değişmesi gereken bir bilgidir.

İnsan öğrenebilen ve öğrendiklerini aktarabilen bir varlıktır. Hatta bu onun değişmez kaderidir.

İnsan türü öğrenebilen ve öğrettiklerini tevarüs ettiren bir tür olmasaydı varlık durağan bir şekilde kalırdı.

Fakat insan varlıktan bilgi edinse de edinmese de varlığın içindeki o bilgilerin tamamı zaten vardır. Fakat varlığın yapısındaki bilginin bizzat varlığın kendisini değiştirme ve başka hâle sokma kapasitesi de vardır.

Bu durum sadece varlık ayetlerinde değil Kur’an ayetlerinde de böyledir.

İnsan türünün oluşturduğu tarih aynı yapıya sahip iki ayet arasında yaşanmıştır.

Tarih okumalarında amaç ve yöntem

Tarih okumalarında aranılan şeyin insan türünün geride bırakılan izleri anlaması üzerine temellendirilmesi gerektiğini söylemiştik.

Sürekli iz bırakan insanın bir sonraki izi bir önceki izinden farklıdır. Çünkü sonra gelen iz kendisinden önce tevarüs ettirilmiş iz yüzünden atılmıştır.

İşte bu değişken izlerle değişken olmayan iki ayet birbirine karıştırılmamalıdır.

Yüce Allah’ın yasalarında hâkim olan şey DEĞİŞMEMEKTİR.

Varlık ayetlerinden bilgi elde etmek için temel şart AYETLERİN DEĞİŞKEN OLMAMASIDIR.

Eğer varlık ayetleri sürekli değişken bir yapıda olsaydı insanın ne üzerinde ittifak edeceği ne de kendisinden sonrasına tevarüs ettireceği bir bilgi elde etmesi mümkün olurdu.

İnsan türünü değişime, bilgi edinmeye, bilgiyi tevarüs ettirmeye zorlayan şey, kendi varlığı ile ilgili kaygıları, umutları, korkuları ve istekleridir.

İnsan türü bu kadar çok bilgi elde etmeyle, o bilgilerden aletler yapmayla, hayatını sürekli değiştirmeyle nereye ulaşmaya çalışmaktadır?

Varlık ayetlerinin içindeki bilginin bir enerjisi vardır; bu enerji ne içindir?

İnsan o bilginin enerjisini görebilen bir varlıktır.

Üstelik her varlığın içindeki o bilginin enerjisini koyan Yüce Allah’tır.

Bu durumda iki soru vardır:

  1. Allah o bilgiye bu enerjiyi neden koydu?
  2. İnsan o bilginin enerjisi ile ne yapacak?

Bilginin insana verdiği en büyük duygu DEĞİŞİM duygusudur.

Acaba Yüce Allah varlığa bu bilgiyi koyarken ve insanı da bu bilgiyi fark edebilen bir varlık olarak yaratırken İNSANIN DEĞİŞİMİNİ Mİ AMAÇLAMIŞTIR?

Yasasının değişmezlik olduğunu Kur’an’dan bildiğimiz Allah insana değişme kaderi mi biçmiştir?

Değişme ve süreklilik ilkeleri

İnsanlık iki ayet arasında yaşamını sürdürmektedir ve her iki ayetin bilgisi edinilen bilgi değil BAĞIŞLANAN bilgidir.

İnsanın edinimlerinin tamamı bağışlanan iki bilgiden edindiği bilgilerden oluşmaktadır.

Kur’an’da “Allah’ın yaratmasında bir değişiklik bulamazsın; Allah’ın sünnetinde bir başkalık, bir mutasyon bulamazsın” diyen pek çok ayet vardır.

Böyle diyen Allah, varlık ayetlerini bu değişmez yasalarla yaratmış, Kur’an’ı bu değişmez yasalara göre göndermiştir ama yarattığı insan o bilgileri kullanarak sürekli değişmektedir.

Suriyeli âlim Cevdet Said’in (yanlış hatırlıyor olabilirim) yıllar önce Bireysel ve Toplumsal Değişmenin Yasaları isimli bir kitabını okumuştum ve o kitabın ismi çok dikkatimi çekmişti. Çünkü birbirine zıt iki kelime kullanmıştı: “YASA” ve “DEĞİŞİM”.

Yasa’nın yasa olmasının en temel kuralı DEĞİŞMEZ olmasıdır.

Hakikaten Kur’an acaba değişmenin “değişmez yasaları”nı mı belirtmektedir?

Yani değişmenin hangi kurallara göre yapılacağı mı belirtmektedir?

İnsanlık çizgisinde edinilen bilgileri bir tanıma ve bu bilgileri de bir sıralamaya tâbi tutsak edinilen bilgilerin ilk sırasını “KÜFÜR” ve “ŞİRK”in alacağına hiç kuşku yoktur.

Toplumsal süreçlerin analiz araçları

Evet şirk, zulüm, kafirlik, fesat, nifak, yalan vs. gibi şeylerin tamamı EDİNİLEN bilgidir. BAĞIŞLANAN BİLGİ DEĞİLDİR.

Tarih yazanların tamamı şirk, küfür, nifak, fesat vs. gibi şeylerin tamamının doğal bir süreç olduğu temelinden hareketle tarih yazmışlardır.

Yani insanlık önce taşa, ota, böceğe, güneşe, aya vs. tapmış, sonra bunların yanlış olduğunu öğreten din gelmiştir.

Kısaca onlara göre önce cehalet vardı, sonra ilim geldi.

Günümüz tarih okumalarının tamamının bilinç altında bu yargı durmaktadır.

Eskiye bakanlar bir gelişmemişliğin, bir ilkelliğin hâkim olduğu geçmişe bakmaktadırlar. Buna göre geçmişteki insan bu fikrî seviye ile eğer taş ile tanrı arasındaki farkı bilememişse bu normaldir ve hatta ondan beklenen bir şeydir.

“AMON” diyerek aya, “RA” diyerek güneşe tapmışsa bu da çok normal bir şeydir çünkü gelişmemiştir.

Bir ölüye mezar olsun diye ahmakça devasa piramitler yapmışsa bu da normaldir çünkü gelişmemiştir.

Gömdüğü ölünün sağına soluna eşyalar koymuşsa, tapınaklarda tanrılara yiyecek sunmuşsa bu da normaldir, ölümden sonrası için çeşitli sanrılar geliştirmişse bu da normaldir çünkü bizim kadar akıllı değillerdir.

Dönemsel dönüşümlerin nedenleri ve sonuçları

“Tarih” dediğimiz şeyi oluşturan tarih yazıcıların tamamı buldukları objelere, duvar yazılarına, anıtlara, hiyerogliflere hep bu gözle bakmakta ve okumalarını hep bu gözle yapmaktadırlar.

Onlara göre “YAHDUİLİK, HRİSTİYANLIK, MÜSLÜMANLIK” eski Mısır, Sümer, Yunan, Pers dinlerinin bir TIK ileri seviyesidir.

Bu dinlerin tarihlerine bakarken de bu gözle bakmaktadırlar.

Acaba bu sadece tarihçilerin bakışı mıdır?

Yoksa İki BAĞIŞLANAN bilgiyi kullanarak ömür süren insanın kaderinin “değişmek” olduğunu düşünen her insan böyle bakmamakta mıdır?

Peki İNSANLIK DEĞİŞMİŞ MİDİR?

Daha önce gözündeki görme ve duyma oranı %25 olan insan %100 görmeye ve duymaya mı başlamıştır?

Beyin nöronlarından sadece %20’sini kullanan insan bu kapasiteyi çoğaltmış mıdır?

Taş ile tanrı arasındaki farkı bilmeyen insan artık Tanrının hakiki bilgisine mi ulaşmıştır?

İnsanlığın değişimi ve devamlılık sorgusu

Zulüm eden insan adalete; nifakı kurnazlık sayan insan dürüstlüğe; en küçük sorunlardan devasa savaşlar çıkaran insan barışa; sosyal adaletsizlik doğuran biriktirmekten bölüşüme; bencillikten fedakarlığa; acımasızlıktan merhamete Mİ ULAŞMIŞTIR?

Ne fiziki yapısında ne fikri yapısında ne inançlarında ileriye doğru zerre kadar değişim ve gelişme yoksa İNSAN BU KADAR BİLGİYİ NEDEN BİRİKTİRİR?

Üzümden içki yapmanın tadına varmak için mi, taşlara tapmanın hayvansı seviyesinden daha aşağılara düşmenin özgürlüğünü yaşamak için mi?

Peki ya müminler?

Onlar DEĞİŞMEZLİĞİ yasa edinmiş bir ilahın gönderdiği bir kitaba bakarak sürekli değişmek için mi bilgi biriktirir?

فَاَقِمْ وَجْهَكَ لِلدّ۪ينِ حَن۪يفًاۜ فِطْرَتَ اللّٰهِ الَّت۪ي فَطَرَ النَّاسَ عَلَيْهَاۜ لَا تَبْد۪يلَ لِخَلْقِ اللّٰهِۜ ذٰلِكَ الدّ۪ينُ الْقَيِّمُۗ وَلٰكِنَّ اَكْثَرَ النَّاسِ لَا يَعْلَمُونَۗ
Rum 30 / 30

Feekim vecheke liddîni hanîfâ(en) fitrata(A)llâhi-lletî fetara-nnâse ‘aleyhâ lâ tebdîle liḣalki(A)llâh(i) żâlike-ddînu-lkayyimu velâkinne ekśera-nnâsi lâ ya’lemûn(e)

Bu ayet insana sürekli bir değişimi mi yoksa tıpkı varlığa hâkim olan yasalar gibi bir DEĞİŞMEZLİĞİ mi hedef göstermektedir? Bu ayet; “Değişe değişe, gelişe gelişe MUASIR medeniyetler seviyesine ulaşın” mı demekte yoksa “Hiç değişmeyin” mi demektedir?

BİLGİ, bir dokunuşla kötüyü iyi hâle dönüştüren sihirli değnek olarak mı vardır yoksa zaten var olan muhteşem düzeni bozmamak için mi vardır?

Kur’an, değişimin yasalarının bilgisi ile mi doludur yoksa DEĞİŞMEZ yasalarla yaşamanın değişmez bilgileri ile mi?

Şimdi, tarihe bakarken hangi gözle bakacağız? Tarihe bakarken ilkel insanın gelişimini mi yoksa değişmez yasaları ha bire değiştirmeye kalkıştığı için hayvanlardan daha aşağılara düşen ve ilkelliği özleyen, aydınlatılmazsa göremeyen zavallı bir mahlukun çırpınışlarını mı?

Eğer, ikincisi diyorsanız: Mısır’ın Amon’unun, Ra’sının, İrem’in Al-kamah’ının, Sümer’in Nanna’sının, Sin’inin, Roma’nın Zeus’unun, Mekke’nin Lat, Menat, Uzza’sının, günümüz atalarının, özgürlük şarkıları söylenen kölelik düzenlerinin “YÜCE ALLAH’IN BAĞIŞLADIĞI BİLGİLERDEN HANGİSİNİ TAKLİT ETMEYE KALKIŞTIKLARINI GÖRMEK ZORUNDASINIZ.” demektir.

Mısır, düşünülmüş, icat edilmiş, sıfırdan oluşturulmuş bir dini hiç yaşamadı. O, kendisinden önce var olan bağışlanmış İLAHİ bir bilgiyi taklit etti.

Şimdi gülüp geçilen ahiret bilgisini kendi düşünüp hayal etmedi. Piramitleri yapmayı durup dururken bulmadı.

Ölüleri mumyalamayı sosyal bir aktivite olarak yapmadı.

ŞİRK, edinilmiş bilgidir. Ama bu bilginin edinilebilmesi için BİR ASIL olmak zorundadır.

Nasıl ki şarap yapmak için bir üzüm gerekliyse küfrün, nifakın, şirkin, zulmün, şirkin oluşması için de kendisine yaslanılan, kendisinden beslenilen bir ASIL lâzımdır.

İrem’den Sümer’e, Mısır’dan Hitit’e, Pers’ten Keldâniler’e, Çin’den Mayalar’a, Bizans’tan Batı’ya tüm medeniyetlerin ortaya çıkması için mutlaka ve mutlaka bir ASIL lâzımdır hem de HİÇ DEĞİŞMEYEN bir asıl…

“Değişmeyen”…

Tarih çizgisi daima işte o değişmeyen asılın değiştirilmesi üzerine bina edilmiştir.

Yüce Allah’ın göndermediği dinlerin tamamı ASILDAN BOZULMUŞ SİSTEMLERİN DEVAMIDIR.

Müslümanlık İslam’ın devamı değil, MEKKE ŞİRKİNİN DEVAMIDIR.

Hıristiyanlık Roma şirkinin devamıdır.

Yahudilik Mısır şirkinin devamıdır.

Yahudilik tarihini okuyanlar İslam’ın izini değil, MISIR’IN İZİNİ ARASINLAR…

Hristiyanlık tarihini okuyanlar İslam’ın değil, ROMA’NIN İZİNİ ARASINLAR…

Müslümanlık tarihini okuyanlar İslam’ın değil, MEKKE ŞİRKİNİN İZİNİ ARASINLAR.

Çünkü Yahudilik Musa’yı değil, Firavun’u taklit eden bir dindir…

Çünkü Hristiyanlık İsa’yı değil, Promethius’u taklit eden bir dindir…

Çünkü Müslümanlık Muhammed’i değil, EBU CEHİL’İ TAKLİT EDEN BİR DİNDİR…

İslam, Mekke şirkinin devamı değildir. İslam hiçbir şeyin devamı değildir. ÇÜNKÜ O, ASILDIR.

Tarih okumaları bu gözle olmak zorundadır. Bu gözle okunmayan tarih anlayışı Musa’yı Yahudilerin, İsa’yı Hristiyanların resulü olarak görmektedir.

“İSLAM’DAN önce” derlerken sadece Muhammed öncesini kastetmektedirler.

OYSA İSLAM’IN ÖNCESİ ALLAH’TIR, insanlık tarihi O’ndan sonra var olmuştur.

“İslam Tarihi” derlerken sadece Muhammed sonrasını kastetmektedirler.

Onlara göre varlığın yaratılışı İslam tarihi değildir. Onlara göre Âdem, İslam tarihi değildir. Musa, İsa zaten hiç değildir.

OYSA ta ilk olana, EL-EVVEL olana dayanan tarih İSLAM TARİHİDİR.

Günümüz Müslümanının (Müslim değil) bu lanetli tarih anlayışı, Yahudi’nin FİRAVUN’DAN devşirdiği tarih anlayışıdır.

Firavun’un Musa’ya ‘ME BELİ’L KURUNİL ULA’ diye sormasının temelinde işte bu lanetli anlayış vardır.

Eğer Kur’an’da anlatılan varlığın yaratılışı, insanın ve beşerin yaratılışı, Nuh’tan Muhammed’e kadar resul kıssaları, insan denen türün TARİHine bu gözle baktırmıyorsa bir yerlerde bir arıza var demektir.

İslam tarihi ‘EL EZEL’ olanın ilk varlığı yaratması ile başlamıştır ve işte bu İNSANLIK TARİHİDİR.

İrem’den Sümerler’e, Mısır’dan Romalılar’a insan türünün “MEDENİYET” dediği vahşiliğin temelinde kesinlikle ASIL OLANDAN DEVŞİRİLMİŞ ŞEYLER VARDIR hatta onları ortaya çıkaran enerji işte o ASIL olandan alınan enerjidir.

Allah resullerinin arasını açanlar bırakın tarih okumalarını Kur’an okurken bile Musa’yı kendi resulleri olarak görmezler.

Muhammed’den başkası Muhammed’in hikayesinin KENAR SÜSÜNDEN başka bir şey değildir onlara göre.

Çünkü onlara göre; RİSALET bir saltanat gibidir, eskisi gidince eskisinin hükmü de kalkar, nasıl ki Abbasiler gelip Emeviler’in, Osmanlı gelip Selçuklu’nun, Batı gelip Bizans’ın, Cumhuriyet gelip Osmanlı’nın hükmünü kaldırmış ve yeni hükümler bina etmişse ESKİ resul de işte öyledir.

Onlara göre; nasıl ki günümüz Türkiye’sinde “BİZ OSMANLIYIZ” demek ahmaklık olarak görülüyorsa “Biz Muhammed’in, İsa’nın, Musa’nın, İbrahim’in kısaca tüm resullerin hem de birini diğerinden ayırmadan izini takip ederiz.” demek işte o kadar ahmaklıktır.

Böylesi bir tarih anlayışı işte o eskiyi ilkel görmenin sonucudur çünkü onlara göre İSA Muhammed’e göre, Musa İsa’ya göre, İbrahim Musa’ya göre, Nuh İbrahim’e göre ESKİ RESULLERDİR.

En yeni, gıcır gıcır olan kim? Hah, işte biz ona uyarız çünkü EN GELİŞMİŞ RESUL ODUR.

İster bilinsin ister bilinmesin bir mümin hiçbir resulü ayırmadan, eskitmeden, uzak görmeden resullere iman etmiyorsa ve insanlık tarihine bu gözle bakmıyorsa ASLA İMAN ETMİŞ OLAMAZ.

Bu, YÜCE ALLAH’IN DEĞİŞMEZ YASASIDIR.

(Bakara 2/285)

اٰمَنَ الرَّسُولُ بِمَٓا اُنْزِلَ اِلَيْهِ مِنْ رَبِّه۪ وَالْمُؤْمِنُونَۜ كُلٌّ اٰمَنَ بِاللّٰهِ وَمَلٰٓئِكَتِه۪ وَكُتُبِه۪ وَرُسُلِه۪ۜ لَا نُفَرِّقُ بَيْنَ اَحَدٍ مِنْ رُسُلِه۪۠ وَقَالُوا سَمِعْنَا وَاَطَعْنَا غُفْرَانَكَ رَبَّنَا وَاِلَيْكَ الْمَص۪يرُ

Kavramlar: