Başlıklar
‘TARİH’ YAZAN TARİHÇİNİN DÜŞÜNCE BİÇİMİ
İnsan türünün yaratıldığı günden bugüne kadar uzanan macerasını “tek bir bireyin hikayesi” olarak düşündüğümüzde, şimdiki zamanı yaşayan bizler, işte o uzun hikâyenin (şimdilik) son satırıyız. Aynı hikâyenin, çağımız insanının pek meraklı olduğu TV dizilerine uyarlandığını farz ettiğimizde ise yaptığımız benzetme şöyle olur: İnsanlığın macerası, süreli bir hikâyeyi bölümler halinde anlatan bir dizi film serisi gibidir. Şimdiki zamanı yaşayanlar, o dizi filmin son bölümünün son sahnesini oynamaktadırlar.
Bir konuya girmek için yaptığımız bu benzetmeyi hayallerin konusu olmaktan çıkarıp bir an önce asıl meseleye gelmek için fazla uzatmadan bu dizi filmin en önemli iki özelliğinden bahsedelim.
Tarihçinin atladığı soru
Her şimdiki zamanı yaşayanların “son bölümün son sahnesi” olduğu bu dizinin kendine özgü birtakım özellikleri vardır. Birincisi ve en önemlisi bu dizinin önceden yazılmış bir senaryosu yoktur, diziye dahil olan her oyuncu kendi rolünü kendi yazmakta ve kendi oynamaktadır. İkincisi hiçbir oyuncu kendisinden önceki bölümlerde neler olduğunu bilmemektedir.
Buradan sonrasında benzetmenin yakasını bırakıp asıl meseleye gelelim. İşte, tarihçiler, son bölümün son sahnesinin oynandığı bu dizi filmin önceki bölümlerinde neler olduğunu yazmaya kalkışan senaristler gibidir. Onlar senaryoyu şu andan yani son sahneden sonraki sahnelere doğru giden bir istikamette değil, son sahneden bir önceki son sahneye, o son sahneden bir önceki son sahneye ve en sonunda da her şeyin başladığı ilk bölümün ilk sahnesine doğru yazmaktadırlar yani tarihçiler sonraki bölümlerin değil, önceki bölümlerin senaryosunu yazmaktadırlar.
Bunu yapan geçmiş zaman senaristleri (yani tarihçiler) “Neden/niçin tarih?” diyerek o soruyu bizzat kendileri sormuşlar ve “özel ve genel” olmak üzere birçok faydalar sayarak yine kendileri cevaplamışlardır. Cevaplara teker teker bakıldığında ilk bakışta tarih yazımına karşı çıkmanın veya bu şekilde derlenmiş bilgilere tasavvurlarda yer vermemenin ahmaklık olduğu bile söylenebilir. Onlar en basit şekilde “Bugün yaşadığımız dünyayı anlamak istiyorsak bizden önceki halini anlamak gerekir veya bu anlama işine geçmişten başlamak gerekir.” diyorlar. Hakikaten de insanın kendisini anlaması “Neredeyim?” sorusu ile başlar ve bu sorunun cevabı “Nereden ve nasıl geldim?” sorularını da cevaplamayı şart koşar fakat tarihçi ısrarla sorulması gereken en önemli soruyu sormaz ve sorulmasın diye de bilgileri gözden kaçırarak senaryolaştırır. Oysa o sorulmayan soru sorulmaz ise ne “Neredeyim?” ne de “Nereden ve nasıl geldim?” sorularının da cevaplarının da hiçbir anlamı olmaz. O sorulmayan soru “NEREYE GİDİYORUM?” sorusudur.
Hayatın bir amacı olduğuna, insanın yaratılmasının (var olmasının) bir gayesi olduğuna inanmayan insanların ne “nerede olduklarının” ne de “nereden geldiklerinin” ne anlamı olabilir ki? Şu üç soru “Nereden geldim, Neredeyim, Nereye gidiyorum?” sadece AMAÇLI olanlar için anlamlıdır.
İdeolojiler, sistemler, inançlar, müktesebatlar, kurallar, düzenler, paktlar ve daha birçok aygıt kullanarak AMAÇSIZLAŞTIRILMIŞ insana geçmiş bilgisi sunmak ve tasavvurunu o bilgiler ile inşa etmek sadece ve sadece evrensel bir egoizmi tatmin eder.
Amaçsız insana sunulan geçmiş bilgisi, “potansiyel canavar” yaratmaktan başka bir işe yaramaz. İnsan görünümlü bu canavarlar, bu bilgileri elde ettikten sonra, oradan kendi canavarlıklarına meşruiyet bulurlar. Bundan sonrasında iş; bayrak adına, millet adına, ulus adına, inanç adına, üretim adına, adalet adına tetiğe basmaya kalmıştır.
Tarihçilerin yaptıklarının tamamı, insan türüne küçük bir parmak hareketi yaptırmak içindir: TETİĞİ ÇEKMEK.
Bu yüzden tarihi kökenlerine yaslanan İsrail, çoluk çocuk katleder ve zerre kadar insani duygu hissetmez çünkü ona verilen tarih sadece bir parmak hareketini hedefler.
Tarih ile inanç arasındaki gerilim
Akıllı ve bir o kadar da imkân sahibi tarihçiler de “Nereden geldim?”, “Neredeyim?” ve hatta “Nereye gidiyorum?” sorularını metotlarında temel unsur olarak kullanırlar. Elde ettikleri bilgilerin tamamının bu soruları cevaplamaya yönelik olduğunu söylerler oysa bu üç soru asla tarihi verilerle cevaplanamaz, bu sorular sadece ve sadece İNANÇ ile cevaplanır. Bu sorular haritada koordinat bulmak için sorulan sorular olamayacak kadar ciddi sorulardır çünkü.
Tarihçilerin tüm metotları AMPİRİK bilgi temelli metotlardır. Ampirik bilgiler ise insana anlam yükleyemezler, sadece eşyanın nesnel değerlerini söyleyebilirler ama asla DEĞER üretemezler.
Bu yüzden Kur’an, geçmiş bilgisini verdiği yerlerde ya söze DEĞER ile başlar ya da sözü DEĞERLE bitirir.
Aslında bunu çok iyi gören modern tarihçiler, tarihi ANALİTİK bir okumaya tâbi tutarlar. İşte, her şey burada başlar çünkü her ‘analitik düşünce’ mutlaka ve mutlaka “sabit, değişmez değerler sahibi” olmak zorundadır. Tarihçilerin de sabit, değişmez değerleri yok değildir. Bunlar çeşit çeşittir ama bunca çeşitliliğe rağmen hepsinin tek ortak noktası şudur: Tanrı, insanı yaratmıştır ve başıboş bırakmıştır bu yüzden tarihçilerin hiçbiri insana müdahil olan bir Tanrı’yı kabul etmezler ve bunu kabul etmedikleri için de risaleti ve resulleri de kabul etmezler çünkü onlara göre bu açıkça Tanrı’nın insana müdahalesidir ve bu kabul edilemez. Bunu kabul etmeleri durumunda kendilerini inkâr etmeleri, tüm bilgi nazariyelerini tamamen değiştirmeleri gerekir. Kendilerini inkâr edip bilgi nazariyelerini tamamen alt üst edecek şekilde değiştirmeleri durumunda ise ‘tarih’ sadece bir “hayal”, ‘tarihçi’ ise tam bir “hikayeci” olacaktır. Bu onlar için korkunç bir resimdir çünkü kendilerine hiç alan kalmamıştır.
Bu yüzden yaşasın ampirizm, yaşasın bilim, yaşasın bilim insanları!
Kahrolsun ampirik bilgi düşmanları!
Onlar hâlâ İNANCIN AKLA TAHAKKÜMÜNÜ ARZULUYORLAR çünkü onların hayal aleminde “Tanrı” ve “İnsan” aynı hedefte iş birliği yapamazlar. Onlara göre “Tanrı” ile “İnsan” birbirlerine rakiptir. İnsan; Tanrı’dan ateş çalacak, tanrılara galebe gelecek, zindanların rutubetli hücrelerinde kollarındaki paslı zincirleri kırıp tanrıların onları hapsettiği yerden firar edecektir.
Yahudiler, ‘İsrail’ kelimesinin anlamını “TANRIYLA GÜREŞİR” olarak koydular. Ne gariptir ki ampirik bilgiyi temel almış felsefelerin tamamında insan, Tanrı ile güreşmektedir. Tek başına aydınlanma çağı(!) tanımları bile bunu göstermesi açısından yeterli delildir: “AKIL İNANCA TAHAKKÜM EDER.” Onların önceki inancı ise “İNANÇ AKLA TAHAKKÜM EDER.” şeklindeydi yani bunlar daha önce Tanrı’yla yaptıkları güreşte yenilmişlerdi, güreşin ikinci raundunda onlar Tanrı’yı yendiler oysa azıcık aklı olan şu soruyu sormalıdır:
“NEDEN ‘TANRI’ İLE İNSAN, AKIL İLE İNANÇ birbiriyle illa da güreşmek zorundadır, bunlar kavgasız yapamazlar mı?”
“Neden illa da biri diğerine rakip olmak zorunda?”
“İnsan ‘Tanrı’nın elini, ‘Tanrı’ insanın elini tutamaz mı?”
İnne-lleżîne yubâyi’ûneke innemâ yubâyi’ûna(A)llâhe yedu(A)llâhi fevka eydîhim femen nekeśe fe-innemâ yenkuśu ‘alâ nefsih(i) vemen evfâ bimâ ‘âhede ‘aleyhu(A)llâhe feseyu/tîhi ecran ‘azîmâ(n)
Tutarmış, insan ile Tanrı el sıkışabilirmiş! Aynı hedefe birlikte hareket edebilirlermiş!
“NİÇİN TARİH?” sorusuna işte bu gözle baktığımızda her şeyden önce bu sorunun yanlış olduğunu daha doğrusu eksik olduğunu görürüz, her şeyden önce “TARİH” diye adlandırılamaz o bilgiler. O bilgilere; saklamadan, gizlemeden bir ad konulacaksa ve ‘tarih’ kelimesi de kullanılacaksa tanımın şöyle olması gerekir: SADECE AMPİRİK BİLGİYİ TEMEL ALMIŞ “TARİH”.
O zaman “Niçin tarih?” sorusu birden değişiverir ve soru ‘tarih’ kelimesinden ampirik bilgiye yöneltir kendisini; “NEDEN SADECE AMPİRİK BİLGİ?”
Ampirik tarihin ideolojik işlevi
Bir tarihçi için cevap basittir aslında: “Çünkü bilimseldir.” Bu basit cevabın suratındaki sevimli maskeyi biraz kazıdığımızda “Çünkü bilimseldir.” cevabının altında “ÇÜNKÜ BİZ TANRI’YI YENDİK.” cümlesi pis pis sırıtır.
Bunların bağlı bulunduğu inanç grupları “Yahudi, Hıristiyan, Müslüman, Budist, seküler veya ateist” şeklinde adlandırılabilir fakat hangi inanca mensup olurlarsa olsunlar bunların ruh dünyasında ‘Tanrı’ ya dinlenecek ya Yakup ile güreşecek ya da Prometheus tanrılardan ateş çalacaktır. Bunlar yetmez ise ‘Tanrı’ Âdem’i cennetten kovacak, sağa sola lanet okuyacak, yetmeyecek bir de beddua edecektir çünkü bunlar ‘Tanrı’ ile barışık bir insana, insan ile barışık bir ‘Tanrı’ya ASLA İNANAMAZLAR.
Hem ‘Tanrı’yla barışmış (Kur’an’ın deyimiyle ‘Tanrı’ya biat etmiş) insana asla inanmazlar hem de ‘İnsan’a yol gösteren ‘Rahman-Rahim’ bir Tanrı’ya asla inanmazlar, inanamazlar. Onlara göre bu imkansızdır. Bu yüzden Kur’an, onların “ALLAH, BİR BEŞERİ ‘ELÇİ’ OLARAK GÖNDEREMEZ.” sözünü sık sık aktarır.
Onlara göre hem ‘Tanrı’dan rehber olacak bir kitap gelmez, gelemez hem de gelse bile bu bir beşer eliyle olmaz, olamaz çünkü bu “‘TANRI’NIN İNSANLA, İNSANIN ‘TANRI’ İLE GÜREŞMEDİĞİ” anlamına gelir ve onlara göre bu asla olmaz, olamaz.
Sadece bu değildir; ‘Tanrı’nın bir beşer eliyle rehber olacak bir kitap göndermesine inanmamalarının sebebi; aynı zamanda eğer o kitabın ‘Tanrı’dan geldiğini kabul ederlerse ‘Tanrı’ asla yanılmayacağı ve yanıltmayacağı için bilgi piramidinin en tepesine O’nu koymaları akli bir zorunluluk olacaktır. İşte bunu da kabul edemezler çünkü o bilgi piramidinin en tepesinde bizzat kendileri olmalıdır. Oraya yerleşmiş ve insanlığa İLAHLIK/RABLİK taslamanın tadını almışlardır bir kere.
İşte sadece bunun için tarih yazarlar.