Tefsir İcaz İle Kur’ana Yaklaşım Biçimimiz

‘TEFSİR’, ‘İCAZ’ ile KUR’AN’A YAKLAŞIM BİÇİMİMİZ

Mutezile’nin ünlü kelamcı ve dilcilerinden biri olan Cahız (Ebû Osmân Amr b. Bahr b. Mahbûb el-Câhiz el-Kinânî ö. 255/869), Kur’an’daki cümlelerin söz değeri hakkında şunları söyler:

“Kur’an çok büyük, yüce ve ulaşılması zor anlamları kısa cümlelerle ifade eden muciz bir kitaptır. Bu yüzden onun cümleleri uzun uzun açıklanmaya, maksatlarının belli edilmeye ihtiyacı vardır.”

(NOT: ‘Ayn + cim + ze’ köküne sahip ‘aceze’ kelimesi ile ‘vav + cim + ze’ köküne sahip ‘veceze’ kelimesi birbirine karıştırılmamalıdır. Çünkü ‘ayn + cim + ze’ köküne sahip kelimenin anlamı “aciz olmak, güç yetirememek” şeklindeyken ‘vav + cim + ze’ köküne sahip kelimenin anlamı “kesmek, kırpmak, kısaltmak”tır. ‘İcaz’ kelimesinin kökü ‘VAV + CİM + ZE’dir.)

Cahız’ın söylediği bu cümle aslında müktesebattaki tefsir geleneğinin üzerine temellendirildiği ana görüştür. Filhakika Cahız’ın bu söylemi yanlış bir söylem değildir. Çünkü Kur’an okuyan herkes Kur’an’ın cümlelerindeki icazı zaten görmektedir. Aslında sadece Kur’an değil büyük manaları ifade eden her söz tefsire muhtaçtır.

Fakat “tefsire muhtaç” denilirken ‘tefsir’ kelimesinden nelerin kastedildiği de çok önemlidir. Zaten bir tefsiri veya bir tefsir metodunu doğru veya yanlış yapacak olan şey de ‘tefsir’ kelimesine yüklenen anlamdan kaynaklanmaktadır. Müktesebat uleması ‘tefsir’ derken esbab-ı nüzul rivayetlerini, nasih-mansuh ayetleri, eskilerin yorumlarını, ulemanın kıraatlerini, kendi dalında ekol olmuş ulemanın görüşlerini ve hem eski zamandaki hem de kendi zamanlarındaki uygulamaları da işin içine katmışlardır.

Tefsir teriminin kapsamı

Bu durumda ‘tefsir’ kelimesinin anlamı tersyüz olmakta, kastettiği anlamın tam tersi bir anlama bürünmektedir. Çünkü ‘tefsir’ kelimesi anlam olarak “bir şeyi analiz ederek yani her bir parçasını ayrı ayrı inceleyerek o şeyden olmayan şeyleri tespit edip o şeyden ayırmak” anlamındadır.

Mesela, “idrar tahlili” dediğimiz şey aslında tam da ‘tefsir’ kelimesinin karşılığıdır. Bilindiği gibi idrar tahlilleri durup dururken yapılmaz. Ya ortada bir hastalık vardır, hastalığa teşhis koymak için ya da kişi kendisinin ne oranda sağlıklı olduğunu anlamak istediği için yapılır. Fakat bu yapılırken kişinin idrarı bileşenlerine ayrılır, bileşenler üzerinden vücutta bulunması gereken şeylerin oranlarına bakılır ve bu oranlarda anormal bir artış veya azlık varsa bu azlığa veya çokluğa neyin sebep olduğuna bakılır ve onun üzerinden hastalığa bir tanım getirilir.

Aslına bakılırsa müktesebat ulemasının kendi yorumlarını ‘tefsir’ diye isimlendirmesi daha en baştan Kur’an’ı hastalıklı bir bünye olarak kabul ettikleri anlamına gelmektedir. Belki de sırf bu yüzden kendi yaptıklarını hastalıklı bünyeyi kendisine getirmek için verilen ilaçlar veya vitaminler olarak görmüş ve bu durum bir gelenek halinde günümüze kadar ulaşmıştır. Rahatlıkla diyebiliriz ki geçmişteki ve günümüzdeki din anlayışı tamamen bu anlayış çerçevesinde ortaya çıkmıştır.

Bir empati yaparak olayı daha anlaşılır hâle getirmeye çalışalım. Kur’an’ı bir insan vücuduna benzetelim ve “Bu vücuda baktığımızda nasıl bir insan görüyoruz?” diye kendi kendimize soralım… İşte bu soruya vereceğimiz cevaplar ‘TEFSİR’ kelimesinin ne yönde anlam kazandığını bize gösterecektir:

  1. Eğer baktığımız vücudu olması gerekenden daha zayıf veya daha şişman görüyorsak, eğer baktığımız vücut elini bile kaldırmaya mecâli kalmamış birinin vücudu gibi görünüyorsa, eğer baktığımız vücut durmadan öksürüyor, yanına yaklaşanı da kendisine benzeten biri olarak görüyorsa bu o vücudun hasta bir vücut olduğu anlamına gelir. Bu noktada siz o vücudu hangi mikrobun o hâle getirdiğini yani hastalığın kaynağını ararsınız. Kur’an’ı bu şekilde gören kişinin yapacağı tefsir ONDA EKSİKLİK VEYA FAZLALIK BULMAK İÇİN OLACAKTIR.
  2. EĞER baktığımız vücut daima zinde, daima enerjikse hiçbir zaman araz göstermiyorsa, hareketlerinde çok güçlü bir denge varsa, görmesi, duyması, nefes alması, kalp atışı, nabzı, tansiyonu dört dörtlükse ve hiçbir zaman bozulmuyorsa bu durumda tefsir yapacak kişi “ONU BU KADAR SAĞLIKLI YAPAN ŞEY NEDİR?” sorusunu sorar ve bunun cevabını arar. 

İşte ‘tefsir’ kelimesi de bu bakışlara göre anlam kazanmaktadır. Biri hasta bir vücut görür ve onun sebebini arar, diğeri çok sağlıklı bir vücut görür ve onun sebebini arar.

Bir şekilde Kur’an’ı tefsir eden ulemanın Kur’an’a birinci bakışla mı yoksa ikinci bakışla mı baktığını sanırım sormaya ve izah etmeye gerek yoktur.

Eğer Kur’an’ı tefsir etmek için ona onda olmayan şeyler damardan veya oral yollardan ilave ediliyorsa bu onların Kur’an’ı “tedavi edilmesi gereken bir hasta” olarak kabul ettikleri anlamına gelmektedir.

“Mücadele suresini esbab-ı nüzul rivayetleri olmadan nasıl anlayabilirsin ki?!” diye zavallı cümleler kuran “Kur’an yeter”ci tayfa da baştan sona binlerce rivayeti Kur’an’a boca eden diğer tayfalar da Kur’an’a baktıklarında sağlıklı bir vücut görmemektedirler.

Her ne olursa olsun ‘tefsir’ kelimesi sağlıklı olmanın da hasta olmanın da sebebini dış etkenlerde arar.

Tefsirin analojiyle açıklanması

Kur’an okuyan herkes aslında kelimeler, cümleler okumaktadır ve bu kelimeler ve cümleler aramakla bulunmayan, hiçbir yerde olmayan, hiç kimsenin bilmediği ve erişemeyeceği kelimeler ve cümleler değildir.

Az önce belirttiğim iki bakış sahipleri Kur’an’a baktıklarında şunları görecektir:

  1. “Bu Kur’an Allah katından geldi, o halde neden anlaşılması için rivayetlere muhtaç bir şekilde dizayn edildi? Hımm, demek ki Allah böyle gönderdi.”
  2. “Bu kelimeler ve cümleler her yerde bulanacak şeylerdir. İşte Kur’an bunları herkesin erişimine açmıştır. Bu kelimeler ve cümleler kendi başlarına bu kadar sağlıklı ve muhteşem olamazlar. DEMEK Kİ BU KİTABIN SAĞLIĞI YÜCE ALLAH’TANDIR.”

Biri hastalığın Allah tarafından olduğu sonucuna varırken diğeri sağlığın Allah katından olduğu sonucuna varacaktır. Ama ikisi de aynı kelimeyi kullanacaktır: ‘TEFSİR’

Bir de üçüncü bir tayfa vardır. Bu tayfa Kur’an okur ama kendi vücudunu temel alır:

“Bu ayet beni kaşındırdı öyleyse ayet bit yayıyor.”

“Bu ayet bende baş ağrısı yaptı o halde bu tansiyon yükselten bir ayettir.”

“Şu ayet bende karın ağrısı yaptı o halde mide bozan bir ayettir.”

“Şu ayet benim görüşümü bulandırdı demek ki gözleri bozan bir ayettir.” derler.

Bunlara hastalığın, baş, göz ve mide ağrısının Kur’an’dan kaynaklanmadığını, kendi başının, gözünün ve midesinin hasta olduğunu, hissettiği ağrıların hastalık ağrısı değil tedavi ağrısı olduğunu hiçbir zaman anlatamazsınız. Çünkü böyleleri “Önemli olan onun ne olduğu değil, benim onu nasıl gördüğümdür.” diyen tayfadır.

Kur’an’a bakan farklı yaklaşımlar

(Doğrusunu söylemek gerekirse günümüzdeki Müslümanların büyük çoğunluğu; akademisyeni, sıradan insanı, bileni-bilmeyeni, seveni-sevmeyeni bu son tayfadan olmaktadır.)

Gelelim Kur’an’ın İCAZINA (الايجاز): Bunu anlatmak için şöyle bir şey diyebilirim. Kur’an, var olan tüm varlıkları, o varlıklardan sadır olmuş ve olacak tüm anlamları, koskoca evreni ve içindekileri, görüneni ve görünmeyeni derlemiş, toparlamış ve 77.485 kelime, yaklaşık 6 bin cümle ile ifade etmiştir.

Kur’an’a kelime ve cümle sayısı açısından bakacak olursak benim yazdığım Sebt kitabında 230.000 kelime bulunmaktadır. Yusuf kitabında neredeyse 1 milyon kelime bulunmaktadır. Şu an yazdığım yaklaşık 100 sayfalık bir çalışmada 38.000 kelime bulunmaktadır.

Yani kelime ve cümle sayısı açısından Kur’an’a bakarsak insan elinden çıkmış tüm metinlerden daha az kelime ve cümle sayısı vardır. Hele insanlığı karanlıklardan aydınlığa çıkarmak gibi bir iddiası olduğunu da göz önüne alırsak kelime ve cümle sayısı açısından Kur’an oldukça fakir bir durumdadır.

Eh, bu bakış açısı benim gibi bir derse 5 saat harcayıp arpa boyu kadar bir şey anlatamayan icaz fukaraları için az veya fakirlik olarak görebilir. Fakat ‘İCAZ’ dediğimiz şey işte tam da budur.

TDV ansiklopedisinde ‘İCAZ’ kelimesi şu şekilde tanımlanmıştır: 

Sözlükte “sözü kısaltmak” anlamına gelen îcâz, terim olarak meânî ilminde “bir maksat ve fikrin en az sözle açıklanması” demektir. Îcâzlı söze vecîz ve mûcez, sözün maksadı ifadede yeterli olmayacak derecede kısaltılmasına da ihlâl denir. Birçok eserde îcâzın belâgatla eş tutulması belâgat ilminde îcâza verilen önemi göstermektedir.

Meânî ilminde, bir maksadın ifadesini sağlayan kelimelerin azlığı ve çokluğu ile cümlenin uzunluğu kısalığı “îcâz”, “ıtnâb” ve “müsâvât” başlıkları altında üç bölümde ele alınır. Cümlenin uzun veya kısa oluşunun bir ölçüsü halkın kullandığı dil, bir ölçüsü de durumun gereğidir. Bundan dolayı îcâz, az lafızla çok mânayı ifade etmenin yanı sıra “kastedilen anlamın gereği ne ise sözü onunla açıklamak” şeklinde de tanımlanır. Îcâz ıtnâbın karşıtı bir anlam ifade eder; dolayısıyla bir söz kendisinden uzun bir söze kıyasla îcâz vasfını kazanabilir. Nitekim ıtnâb için de aynı durum bahis konusudur. Îcâzı, “sözde fazlalık olarak bulunan kelimelerin (haşiv, tatvîl) yer almaması” şeklinde tanımlayanlar da vardır. Îcâz ile ilgili bütün tanımlar, bir fikri açık ve en az lafızla ifade etme noktasında birleşir. Îcâz belâgat kitaplarında genellikle ikiye ayrılarak incelenir.

Bir şeyi çok fazla cümle ile tekrar tekrar açıklamanın icaz ile uzaktan yakından alakası olmadığı anlaşılmaktadır. ‘İcaz’ denilen şeyin ne eksik ne fazla, tam zamanında, tam yerinde, gerektiği kadar ve gerektiği şekilde olması gerekmektedir.

Bu noktada dilleri yaratan Yüce Allah insanlığın karanlıklardan aydınlığa çıkması için 77.485 kelime kullanmış ve bu kelimelerle 6 bine yakın cümle kurmuştur.

Bu şu demektir: Demek ki insanlığın karanlıklardan aydınlığa çıkması için bu kelime ve cümle sayıları tam kararında olandır.

Fakat bunun kabul edilmesi durumunda Cahız’ın en başta yaptığı ‘tefsir’ tanımının da kabul edilmesi gerekmektedir -ki biz o tanımın yanlış olmadığını ama ‘tefsir’ kelimesine yüklenen anlamın yanlış olduğunu söylemiştik.

Bu durumda “Kur’an okuyan ve ona iman eden ve imanını daha güçlendirmek için çırpınan bizler Kur’an’ın kelimelerine ve cümlelerine nasıl davranacağız?” gibi bir soru da ortaya çıkacaktır.

Yüce Allah Kur’an’ı ‘SIRATEL MÜSTAKİM’e götüren kılavuz olarak adlandırmaktadır. Bu noktada Kur’an bir amaç değil bir araç olacaktır.

Kaldı ki Kur’an’ın işaretleri, kelimeleri ve cümleleri de ‘AYET’ olarak tanımlanmaktadır. Ayetler amaç değil araç işlevi görürler.

Bunu da şöyle bir misalle açıklayayım: Gidilmesi gereken bir yol ve o yolun neresinde olduğunun ve nereye gidileceğinin bilinmesi için dikilen yol tabelaları vardır. İşte Kur’an bu tabelalardır.

Aslına bakılırsa, günümüzde karayollarına dikilen levhalar da ‘İCAZ’ değeri çok yüksek olan levhalardır. Mesela, İstanbul’dan Ankara istikametine giderken yolda şöyle bir işaret gördüğünüzü farz edin:

BOLU 70

ANKARA 250

Herkes bu icaza alışık olduğu için ‘Bolu’ kelimesinin İstanbul ve Ankara arasında bir şehir olduğunu bilir ve “Bolu da nedir?” diye bir şey sormaz. Herkes bu icaza alışık olduğu için ‘Bolu’ kelimesinin karşısına yazılan 70 rakamının km mi, kg mi, adet mi, uzunluk mu, yükseklik mi olduğunu sormaz.

İcazı olan bir sözden tüm detayların verilmesinin beklenmesi durumunda bakın o levha nasıl bir hâle bürünecektir: BOLU: 2019 sayımına göre içinde 311.810 kişinin yaşadığı, yüzölçümü 8313 km2 olan, denizden yüksekliği 741 metre olan, ilk defa M.Ö 1211 yıllarında Hititliler tarafından yerleşime açılan, daha sonra Frigyalılar ve daha sonra Lidyalıların eline geçen, onlardan Perslerin, Perslerden de Makedonların aldığı vs.

İşte icazı olan bir sözden kullandığı kelimelerle alâkalı olarak tüm detayları vermesini beklemek böyle bir işaret levhası beklemek gibi bir şeydir.

İnsanların kullandığı kelimelerle veya kurdukları cümlelerle alâkalı olarak kalan boşlukları dolduracak başka kaynaklara başvurulması gayet normaldir ama Yüce Allah’ın kesinlikle başka bir kaynağa razı olmadığı Kur’an için bunu yapmak asla normal olmayacaktır. Peki, o halde icazı olan sözün oluşturduğu boşluklar neyle ve nasıl doldurulacaktır?

İcazın günlük örnekleri

İşte bu sorunun karşılığı “Kesinlikle ve kesinlikle GRAMER ile” olacaktır.

Kur’an’daki her cümle ve kelime mutlaka ve mutlaka Kur’an’ın diğer yerleriyle kopmaz bağlarla bağlanmıştır. Bu da şu durumu mecburi hâle getirmektedir. Mesela, eğer Bakara suresinden bir ayet okuyorsak ve bu ayet Kur’an’ın diğer yerleri ile kopmaz bağlarla bağlıysa biz okuduğumuz ayetin Kur’an’ın diğer yerlerine ne şekilde bağlandığını nerden bileceğiz?

Bu soruyu Kur’an’a bakarak sorarsak baktığımız her ayette mutlaka ve mutlaka hangi cümlenin veya kelimenin hangi bağlarla ve nereye bağlanacağı ile ilgili bir iz, bir işaret veya bir LEVHA mutlaka görürüz. Bu bazen bir zamir, bazen bir edat, bazen bir sıfat, bazen bir isim, bazen bir cümle, bazen küçücük bir harf-i cer, bazen bir hareke, bazen bir noktadır.

İşte icazdan kaynaklanan boşluklar bunların tespiti ve takibi ile olmak zorundadır. Mesela, öğleden önce yazdıklarımızda bu bağlar bir ism-i mevsul ile yapılmıştır.

Bakara suresinin ‘ELİF/LAM/MİM’ diye okunan yerinde HAZFİ İCAZİ veya AHDİ ZİKRİ ile yapılmıştır. ‘YA BENİ İSRAİL’ ile başlayan pasajda ilk olarak ‘AHDİ’ kelimesi ile daha sonra da sık sık tekrarlanan ‘İZ’ edatı ile yapılmıştır.

Bir mümin Kur’an’ı hiç bilmese bile şuna iman etmek zorundadır. Kur’an’ın icazından kaynaklanan ve yine Kur’an’dan karşılığı bulunmayacak olan ZERRE KADAR BOŞLUK YOKTUR.

Kur’an okuyan ve onu anlamaya çalışan her müminin doğru davranışı da şu olmalıdır. Kur’an ayetleri daima insana kendi eksikliğini gösteren bir yapıya sahiptir. Bir ayetle karşı karşıya kalan mümin her şeyden önce kendi eksikliğini görmeli ve o konuda Kur’an’ın kendisinden kapasite artırımı istediğini anlamalıdır. 

Bu kapasite artırımı kiminde gramerdir, kiminde sahih düşünme biçimidir, kiminde okuduğunu yaşayamamadır, kiminde fazla cesaret, kiminde fazla korkaklıktır.

Eksiklik her ne olursa olsun mümin şunu bilmelidir: EKSİK OLAN BENİM.

BEN TAMAMLANACAK OLANIM, KUR’AN TAMAMLAYACAK OLANDIR.

BEN ŞAŞIRMIŞ OLANIM, KUR’AN ŞAŞKINLIĞIMI GİDERECEK OLANDIR.

BEN TÂBİ OLANIM, O TÂBİ OLUNANDIR.

BEN YOLDA DOĞRU GİTMEK İSTEYENİM, O DOSDOĞRU YOLU GÖSTEREN KILAVUZDUR.

Kavramlar: