Başlıklar
TİN SURESİNİ OKUMA REHBERİ (2)
TİN 4-5-6-7. ÂYETLERİ
’BADU’, ‘KEZZEBE’, ‘ESFELE SEFİLİN’, ‘İLLA’–
‘Kezzebe’ fiilinin meful’lerini nasıl aldığının üzerinde durmak lazım.
Mesela şu kullanıma bakalım:
Vemen ażlemu mimmeni-fterâ ‘ala(A)llâhi keżiben ev keżżebe bi-âyâtih(i) innehu lâ yuflihu-zzâlimûn(e)
TDV Meali – Yalan sözlerle Allah’a iftira edenden veya O’nun âyetlerini yalanlayandan daha zalim kimdir! Şüphe yok ki, zalimler kurtuluşa ermezler!
Fiil tefil babı’ndan olmasına rağmen nesnesini ‘Bİ’ ile almış.
Vekeżżebe bihi kavmuke vehuve-lhakk(u) kul lestu ‘aleykum bivekîl(in)
TDV Meali – Kur’an hak olduğu halde kavmin onu yalanladı. De ki: Ben size vekil (kefil) değilim.
Burada da öyle.
Seyekûlu-lleżîne eşrakû lev şâa(A)llâhu mâ eşraknâ velâ âbâunâ velâ harramnâ min şey-/(in) keżâlike keżżebe-lleżîne min kablihim hattâ żâkû be/senâ kul hel ‘indekum min ‘ilmin fetuḣricûhu lenâ in tettebi’ûne illâ-zzanne ve-in entum illâ taḣrusûn(e)
TDV Meali – Putperestler diyecekler ki: «Allah dileseydi ne biz ortak koşardık ne de atalarımız. Hiçbir şeyi de haram kılmazdık.» Onlardan öncekiler de aynı şekilde (peygamberleri) yalanladılar ve sonunda azabımızı tattılar. De ki: Yanınızda bize açıklayacağınız bir bilgi var mı? Siz zandan başka bir şeye uymuyorsunuz ve siz sadece yalan söylüyorsunuz.
Bu ayette ise fiilin nesnesi yok.
‘KEZZEBE’ kelimesinin geçtiği diğer yerlere bakarsanız çok büyük oranda sadece bir tane nesne aldığını ve bu nesnesini de ‘Bİ’ ile aldığını görebilirsiniz.
Bu arada belirteyim ki ‘KEZZEBE’ kelimesi -tam sayıyı hatırlamıyorum ama galiba- 175 kez geçmiş. Bu kullanımlardan bize tıpkı Tin suresinde olduğu gibi bir nesnesini direkt, diğer nesnesini ‘Bİ’ ile almış bir örnek lazım.
TEFİL BABI’NDAN 175 CİVARINDA KULLANIM VAR… Diğer kullanım şekillerini saymadım.
Fekad keżżebûkum bimâ tekûlûne femâ testatî’ûne sarfen velâ nasrâ(an)(c) vemen yazlim minkum nużikhu ‘ażâben kebîrâ(n)
TDV Meali – (Bunun üzerine ötekilere hitaben şöyle denir:) İşte (taptıklarınız), söylediklerinizde sizi yalancı çıkardılar. Artık ne (azabınızı) geri çevirebilir, ne de bir yardım temin edebilirsiniz. İçinizden zulmedenlere büyük bir azap tattıracağız!
Burada iki tane nesne var, biri ‘KUM’ diğeri ‘Bİ’ ile başlayan cümle.
Bu ‘kezzebe’ kelimesine bakarken kelimenin içinde geçtiği ayetin tamamına bakınız. Çünkü bir kenara not alıp daha sonra buna detaylı bakmak lazım diyebileceğiniz önemli şeyler karşınıza çıkabilir…
Meselâ ben size bir örnek vereyim:
Veemmâ-lleżîne fesekû feme/vâhumu-nnâr(u)(s) kullemâ erâdû en yaḣrucû minhâ u’îdû fîhâ vekîle lehum żûkû ‘ażâbe-nnâri-lleżî kuntum bihi tukeżżibûn(e)
TDV Meali – Yoldan çıkanlar ise, onların varacakları yer ateştir. Oradan her çıkmak istediklerinde geri çevrilirler ve kendilerine: Yalandır deyip durduğunuz cehennem azabını tadın! denir.
Felyevme lâ yemliku ba’dukum liba’din nef’an velâ darran venekûlu lilleżîne zalemû żûkû ‘ażâbe-nnâri-lletî kuntum bihâ tukeżżibûn(e)
Bugün birbirinize ne fayda, ne de zarar vermeye gücünüz yeter. Biz zalim olanlara, yalanlamakta olduğunuz ateş azabını tadın! diyeceğiz.
‘azebennari ELLEZİ kuntum bihi tukezzibun’
‘azebannari ELLETİ kuntum biha tuzkezzibun’
Burada sadece bir nesne almış… Ben dikkatinizi aynı kelimeye hem müzekker hem de müennes zamir ve ism-i mevsul kullanılmasına çekmek istedim.
Hatta SECDE 20’de aynı ayet içinde ‘NAR’ kelimesine hem müzekker hem de müennes zamir dönmüş. Ayete biraz dikkatli bakarsanız ‘yahrucu minHA’ dendikten sonra ‘azebennari ELLEZİ kuntum bi Hİ’ denmiş.
‘Kuntum tukezzibun’ denmesi elbette yeterli olmazdı çünkü fiil nesnesiz kalırdı. Sıla cümlesinde gizli ya da açık ism-i mevsule dönen bir zamir olması lazım.
Örnek verdiğim iki ayette aynı kelimeye bir yerde müzekker diğer yerde müennes ismi mevsul ve zamir kullanılmasına dikkat çekmek istedim.
Bunu da şunun için yaptım… Şimdi bir kelime için yaklaşık 175 ayete bakacağız. Bu ayetlere bakarken sadece bir kelimeye değil de ayetin tamamına bakalım.
Cem-i mükesser kullanımlarda eğer fiil ile fâil arasına veya fiil ile naibul fâil arasına başka bir kelime girmemişse fiil müennes gelebilir.
Şöyle bir tasnif yapmak gerek:
- Tefil babında (hangi vezin olursa olsun) gelen ‘KEZZEBE’ fiilinin NESNE almadığı yerler.
- Tefil babında olduğu halde tek bir nesneyi harf-i cer’le aldığı yerler.
- Tefil babından olduğu halde bir tek nesneyi harf-i cer’siz aldığı yerler.
- Tefil babından olduğu halde iki nesneden birini direkt, diğerini harf-i cer’le aldığı yerler.
- Tefil babından olduğu halde iki nesnesini direkt aldığı yerler (varsa tabi).
Böyle yapmak zorundayız çünkü bu beş kullanımın beşinde de kelime aynı anlama gelmez.
- Nesnesi yoksa anlam lâzımdır, fiil fâilin üstünde kalır… Bu; ahlak, metot, yaklaşım biçimi, iç dünya ile alakalıdır.
- Nesneyi harf-i cer’le alıyorsa fiil yine lâzımdır ama içte edinilen ahlak başkasına da sirâyet ediyor demektir.
- Nesnesi bir tane ve direkt alıyorsa bu “o nesneyi ÇEVİRMEK, HÂLE SOKMAK, SAYMAK” manalarına geliyor demektir.
- İki nesnesinden birini direkt almışsa yine “onu çevirmek, hâle sokmak, saymak, edindirmek” manaları vardır ama bunu harf-i cer’le aldığı ikinci nesneye göre yapıyor demektir.
- İki nesnesini direkt almışsa kesinlikle bu, kökünde müteaddidir ve müteaddiliği artmış demektir.
‘KEZZEBE’ fiili kesinlikle SULASİ MEZİD bir kelimedir. Eğer bir kelime sulasi mezid olduğu halde (özellikle tefil, ifal ve mufaale babı için konuşuyorum) nesnesini harf-i cer ile almışsa bu o kelimenin SULASİ MÜCERRED kökünde hangi manada olduğunu gösterir. Demek ki kökünde lâzımdır ve sulasi mezid olunca da lâzım olarak kalmıştır… Yok aynı kelime bir tane nesneyi direkt alıyorsa kökünde lâzımdır ama sulasi mücerred olunca müteaddi olmuş demektir. Yok iki tane nesne alıyorsa KÖKÜNDE MÜTEADDİDİR ve müteaddiliği artmış demektir.
A’râf 37’de Enam 21’deki gibi hal olarak ‘eftere’ fiilinden sonra gelmiş ve “veya” diyerek de tefil babında gelmiş.
Femen azlemu mimmeni-fterâ ‘ala(A)llâhi keżiben ev keżżebe bi-âyâtih(i)…
TDV Meali – Allah’a iftira eden ya da O’nun âyetlerini yalanlayandan daha zalim kimdir!
İşte burada ‘EFTERA’ kelimesinin asıl anlamı devreye girer… Aslında bu kelimenin manasında ilk bakışta olumsuz bir şey yok. “Parçalardan oluşan bir bütün yapmak veya bir şeyi parça parça yamamak.”
Kezzebe kullanımı ve nesne ilişkisi
“ALLAH HAKKINDA YALANCILIKLA PARÇALAR YAMAMAKTAN / YALAN PARÇALAR YAMAMAKTAN / YALAN NİTELEMELER GETİRENDEN YAHUT ONUN AYETLERİNİ YALANCILIKLA İTHAM EDENDEN DAHA ZALİMİ KİMDİR?”
Böylesi bir şey olması lazım.
‘KEZZEBE Bİ’ formu “birini yalancılıkla / yetersizlikle / gerçeği tam yansıtmamakla / hakikat olanı söylememekle nitelemek”tir.
‘MİN MEN İFTERA’ ifadesi KAVRAMDIR, tek bir öğedir, cümle İSM-İ TAFDİL üzerine bina edilmiştir.
‘MEN EFTERA’… Mufaddalun aleyh’tir.
‘AZAB’ kelimesi her halükârda FÂİLİNE muzaf olmuş müştak bir kelime olmaktadır.
Bu ‘azabunnar’ ifadesinden sonra birinde muzafun ileyh’in diğerinde muzaf’ın sıfat alması çok şey anlatmaktadır ama gündemimiz bu değildir.
Eğer بَعْدُ الْبَاق۪ينَۜ ifadesi muzaf muzafun iley ise بَعْدُ kelimesi neden MERFU?
Çünkü eğer ‘ba’du’ kelimesi muzafsa bu aynı zamanda onun cümlenin mefulü olduğu anlamına gelir. O halde nasıl olur da merfu gelir?
‘BA’DU’ kelimesine MEBNİ’dir desek olmaz çünkü kelimenin mebniliği ancak izafetsiz olduğu durumlar için geçerlidir.
TİN suresinde de geçen بَعْدُ ‘ba’du’ kelimesi Kur’an’da 235 defa geçmiştir. Fakat bu kelime genellikle muzaf olarak kullanılan bir kelimedir. Eğer izafet yapmamışsa bu kelime fetha veya damme üzere mebni olabilen bir kelimedir. Fakat izafetsiz geldiği yerlerde bu sefer anlamı “SONRA” değil “ÖNCE” olur.
Mebnilik durumu izafetsiz geldiği yerler içindir.
Şu’arâ suresindeki kullanımında zannedersem bir izafet yoktur yani بَعْدُ الْبَاق۪ينَۜ (ba’du-lbâkîn(e)) ifadesi muzaf muzafun ileyh değildir… ‘BAKİN’ kelimesi tehir edilmiş mefulü bih, ‘badu’ kelimesi ise takdim edilmiş zarftır.
Śumme aġraknâ ba’du-lbâkîn(e)
SV Meali – Sonra geri kalan herkesi suda boğduk.
Bu ayetteki ‘BADU’ kelimesinin muzafı değil… Orada bir izafet yok… ‘EL-BAKİN’ kelimesi tehir edilmiş mefulü bih BADU kelimesi öne geçmiş ZARF.
Tüm Nahiv kitaplarında da bulunan açıklamaya göre Tin suresinin 7. ayetinde geçen فَمَا يُكَذِّبُكَ بَعْدُ بِالدّ۪ينِۜ (Femâ yukeżżibuke ba’du bi-ddîn(i)) meal ve tefsirler tarafından “bundan sonra” anlamı verilen بَعْدُ (badu) kelimesine “bundan sonra” anlamının verilmesi mümkün değildir.
‘BA’DU’ (بَعْدُ) ifadesi çoğunlukla izafetle kullanılan bir edattır. İzafetle kullanıldığı zaman kelime “murabtır” ama izafetten kesildiği yani tek başına kullanıldığı yerlerde kelime fetha üzerine veya damme üzerine MEBNİ’dir.
İzafetle kullanıldığı yerlerde ister açıktan yazılmış olsun isterse HAZF edilmiş olsun kendisinden önce daima bir MİN harf-i cer’i bulunur.
Anlamı da “…-den sonra” şeklindedir. Kur’an’da 235 defa geçen bu kelime (benim tespitime göre) sadece 4 yerde izafetle gelmemiş herhangi bir kelimeye veya kelime grubuna da muzaf olmamıştır.
Bu kelimenin İZAFETSİZ kullanılması durumunda kelimenin anlamı “…-den sonra” değil, “henüz” anlamındadır.


Sözlüklerde (yukarıdaki resimde olduğu gibi) ve Nahiv kitaplarında kelimenin olumsuz mazi’den gelmediği durumlarda da “HENÜZ” anlamında kullanıldığına dair cümleler bulunmaktadır. Sanırsam HASAN AKDAĞ’ın Edatlar kitabında geçen “olumsuz mazilerden sonra gelişinde ‘henüz’ anlamı verir.” cümlesi bir “kural cümlesi değil, haber cümlesi”dir.
Her halükârda TİN 7. ayette kelimenin anlamı “…-den sonra” şeklinde değil, “henüz” veya “önce” anlamında olmalıdır.
Burada şöyle bir soru da sorulabilir:
(Femâ yukeżżibuke ba’du bi-ddîn(i))
Acaba bu cümlenin başındaki ‘MA’ edatı bir soru edatı değil de bir olumsuzluk edatı olabilir mi?
Bu soru sorulunca ortaya çıkacak “FÂİL kim?” sorusunun cevabı için de “Acaba Âsım kıraatinde ve diğerlerinde ‘yukezzibu’ şeklinde yazılan kelime ‘NUKEZZİBU’ olabilir mi?” sorusu da sorulabilir.
Muzari fiilin başına ‘MA’ olumsuzluk edatının gelmesinin önünde bir engel yok.
Muzari fiilin ‘MA’ ile olumsuz yapılması genellikle ŞİMDİKİ ZAMAN içindir.
“Din sebebiyle / dinden dolayı seni henüz yalanlamadı/inkâr etmedi.” gibi oluyor ama bu durumda “‘YALANLAMADI’ fiilinin fâili KİM?” diye bir soru çıkıyor ortaya.
İşte bu durumda diyorum ki acaba bu fiil ‘NU+KEZZİBU+KE’ olabilir mi? Olursa nasıl olur ve delil nedir?
Devamındaki ayetle de uyumlu hale gelmesine geliyor ama söylememizin kesinlikle reddedilemez delillere sahip olması lazım.
“Hiçbir iştikaka başvurmadan ve hiçbir kelimeyi yemeden veya hiçbir HAZFE başvurmadan ayete ne mana verilebilir?” diye bir soru sorsak hangi manaları verebiliriz?
- HENÜZ TANITILAN BU İTAAT / İNANÇ / KÂİDE / YOL / KURAL VE KÂİDELERE KARŞILIK NE SENİ YALANCI / İNKÂRCI HÂLİNE GETİREBİLİR?
- HENÜZ BİLDİRİLEN/TANIDIĞIN BU KURALA (o kural bu ayetten önceki iki ayette bildirilen şeyler) KARŞI NE SENİ YALANCI KONUMUNA DÜŞÜREBİLİR Kİ?
İnne-lleżîne keferû len tuġniye ‘anhum emvâluhum velâ evlâduhum mina(A)llâhi şey-â(en) veulâ-ike hum vekûdu-nnâr(i)
SV Meali – Kâfirlik edenlerin /ayetleri görmezlikte direnenlerin malları da çocukları da Allah katında hiçbir işlerine yaramayacaktır. Onlar o ateşin yakıtıdır.
Kede/bi âli fir’avne velleżîne min kablihim keżżebû bi-âyâtinâ feaḣażehumu(A)llâhu biżunûbihim va(A)llâhu şedîdu-l’ikâb(i)
SV Meali – Bunların durumu, tıpkı Firavun hanedanının ve daha öncekilerin durumu gibidir. Onlar ayetlerimiz karşısında yalana sarıldılar. Allah da onları günahları sebebiyle yakaladı. Allah’ın cezası çetindir.
Bu ayetlerle ilgili şöyle bir durum vardır:
11. ayetin başına dikkat edilirse teşbih edatı ile başlayan bir cümle olduğu görülecektir.
كَدَأْبِ اٰلِ فِرْعَوْنَۙ (Kede/bi âli fir’avne)
Teşbih üslubunda dört şeyin olması gerekmektedir:
- Teşbih edatı
- Benzetilen
- Benzeyen
- Benzetme yönü (benzetilen husus)
Böyle olmasına rağmen ilk cümlede bu hususlardan sadece ikisi vardır. İlk cümleden hemen sonra ‘VAV’ olduğu için ilk cümlenin sonraki cümleye atfı da benzetme yönünden olmamaktadır. Bu cümlenin anlam ifade edebilmesi için 11. ayetin başındaki benzetme cümlesinin aslında kendisinden önceki 10. ayetin son cümlesi olması gerekmektedir.
İnne-lleżîne keferû len tuġniye ‘anhum emvâluhum velâ evlâduhum mina(A)llâhi şey-â(en) veulâ-ike hum vekûdu-nnâr(i) kede/bi
Yani böyle olması gerekmektedir. Böyle olduktan sonra ayette durum şöyle olmaktadır:
- Benzetme edatı… ‘KE’
- Başkasına Benzetilen … وَاُو۬لٰٓئِكَ (veulâ-ike)
- Kendisine benzetilen … اٰلِ فِرْعَوْنَۙ (âli fir’avne)
- Benzetme yönü … وَقُودُ النَّارِۙ (vekûdu-nnâr)
İŞTE ONLAR, TIPKI FİRAVUN ÂL-İ’NİN AZİMLE DEVAM ETTİRDİKLERİ GİBİ O ‘NAR’IN YAKITIDIRLAR/TEMSİLCİSİDİRLER.
‘VKD’ … “YAKIT”
‘VFD’ … “TEMSİLCİ, DELEGASYON”
NEDEN böyle olmak zorundadır?
10. ayette geçen وَاُو۬لٰٓئِكَ هُمْ وَقُودُ النَّارِۙ (veulâ-ike hum vekûdu-nnâr(i)) cümlesi İHBARİ yani bir şeyden haber veren bir cümledir. Eğer bu cümleye “Onlar ateşin yakıtıdırlar.” şeklinde bir mana verirsek o şöyle yansımaktadır. “Onlar ölecekler, hesaba çekilecekler, sonra cehenneme yakıt olacaklar.”
Oysa haber cümlesinde onların ileride böyle olacağını gösteren bir durum yoktur. Cümle, gelecekte olacak olandan haber vermemekte tam tersi şu an içinde bulunulan durumdan haber vermektedir. Sebep budur.
‘KEZZEBE’ fiiline genelde “yalanlamak” anlamı verilmiş. Bir kişiyi yalanlamak; verdiği haberde onu tekzib (tefil babı’nın mastarı) etmek, “bu haber doğru değil, bu haber uydurma” demek. Yoksa karşıdaki kişinin her söylediğine “Yalan” demek değildir.
“Yalanlamak” denilen şeyi her konuda yapmak zaten mümkün değildir.
Özellikle tefil babı’ndan gelen ‘kezzebe’ fiiline “yalancı saymak, yalan söylediğine hükmetmek” gibi manalar verilmesi de mümkündür. Fakat bu da bir bağlamı zorunlu kılmaktadır.
Genel olarak “bir kişiyi yalancı ilan etmek” aslında her konuda değildir. Meselâ hadis usûlünde yalan söylediği tespit edilmiş birinden -”sahih” bile olsa- gelen hadislere ve hatta rivayetlerin tamamına sahih değeri verilmez.
Bu tıpkı şuna benzer:
Tarihselcileri ele alalım… Onların dediği gibi Kur’an’daki herhangi bir ayetin “tarihsel” olması şu anlama gelecektir… Demek ki geçmişte kalmak, tarihsel olmak bu kitabın özellikleri arasında vardır o halde her ayetin tarihsel olma ihtimali de vardır.
Bir kişinin çok önemli bir konuda bir kere dahî yalan söylemiş olması o kişinin ağzından çıkacak her sözün şüpheli olmasına yol açacaktır hatta en basit konularda bile.
Yine bir örnek vereyim. Meselâ 19’cular kendi sistemlerine uymuyor diye Tevbe suresinin son iki ayetinin Kur’an’a eklendiğini söylemektedirler… Şimdi eğer bu bir kere olmuşsa bundan sonra her ayet “Acaba ekleme midir?” diye okunacaktır, demektir.
‘KEZZEBE Bİ AYETİHİ’ ve ‘KEZZEBE Bİ AYATİNA’ ifadelerine gelince… Bu ifadelere hangisinin en doğru olduğu tartışmasını sonraya bırakarak birden fazla yaklaşım geliştirebiliriz.
- ‘KEZZEBE Bİ AYETİHİ’ … Onun ayetleriyle yalan söyledi… Yani onun ayetlerini kullanarak yalan söyledi.
- ‘KEZZEBE Bİ AYETİHİ’ … Onun ayetlerini “yalan haber/alamet/işaret” olarak niteledi.
- ‘KEZZEBE Bİ AYETİHİ’ … Onun ayetlerini, onun ayetlerinin etkisini yok etmek için aynı konuda aslı olmayan yalanlar uydurdu.
Kur’an’la ilgili bütün eksiklik izafelerini dahil edebiliriz buna, aslında bu durum hayatımızda her zaman uyguladığımız en yaygın davranış biçimi değil midir?
Meselâ, küflü peynir veren peynirciden, artık ondan sonra alacağınız her peynir hakkında acaba bana yine küflü peynir verdi mi diye şüphelenmez miyiz? Aynı peynirci hakiki manada dünyanın en iyi peynirini de size verse hep içinizde ona karşı bir şüphe duymaz mısınız?
Bunun yanında “kendisi iyi” olsa bile, kendisi hiç yalan söylememiş olsa bile, bir şekilde başkasının yalan haberini doğru diye tanıtmış ama sonuçta yalan olduğu ortaya çıkmış birinin artık o haberden sonraki tüm haberlerine de “acaba?” diye bakılmaz mı?
Yani şu aşağıdaki her durumda da ŞÜPHE oluşur:
- KİŞİ DAHA ÖNCE DE YALAN SÖYLEDİĞİ, ARTIK HANGİ KONUDA OLURSA OLSUN HEP “ACABA?” DİYE BAKMAK.
- KİŞİNİN KENDİSİ DÜRÜSTTÜR AMA BAŞKA BİR YALANCININ YALAN HABERİNİ “DOĞRU” DİYE TANITMIŞTIR. KENDİSİ DÜRÜST OLARAK BİLİNDİĞİ İÇİN DE O YALAN HABER İNANDIRICI OLMUŞTUR. EĞER AYNI HABERİ O DEĞİL DE BAŞKASI GETİRECEK OLSAYDI ONA İNANILMAZDI. BU YÜZDEN BU DURUMA DÜŞMÜŞ BİR KİŞİ İÇİN DE ARTIK “ACABA?”LAR OLUŞUR.
Herhangi bir haberin yalan olması nasıl sağlanır? Bunun için haberin kaynağı ile hedefi arasındaki herhangi bir durakta şüphe uyandırmak yeterlidir.
Bazen “haberin kaynağı ve haberin kendisi” doğru olduğu halde haberi getirenin güvenilmez olması doğru haberin bile şüphe ile karşılanması gerektiğine yeterli sebeptir… “Bir fasık size bir haber getirdiğinde onu iyice araştırın.” ayeti işte bunun en güzel örneğidir. Dikkat edin; “yalan haber getirdiğinde” demiyor ayet.
Bazen kaynak doğrudur, haberi getiren de doğrudur ama haberin kendisi yalan olarak nitelenir. Bu durumda hem kaynak hem getiren zan altında kalır.
Bazen kaynak doğrudur haber de doğrudur ama getirene yalancı denir…bunun sebebi o haberin ve o haberi getiren kişinin haberin kaynağı ve haberin kendisine YAKIŞMAMASIDIR.
Mesela, insanlar resul geleceğini biliyor, o resulü de bekliyorlar ama “Meryem’den doğan İsa’nın o bekledikleri olmadığını” söylüyorlar.
İşte bu ‘KEZZEBE’ kelimesi, geçtiği bağlamlarda aldığı mefullere göre bu şekilde farklı anlamlar kazanabilir.
‘AYATİHİ’ ve ‘AYATİNA’ ifadelerine gelince… Burada cevaplanması gereken ilk şey; “‘AYAT’ kelimesi ne ifade etmektedir?” sorusudur… Kitabı oluşturan cümleler mi yoksa başka bir şey mi?
ŞİMDİ eğer ‘KEZZEBU Bİ AYATİHİ’ ifadesini “Kitapta geçen cümleler” olarak algılasak bu durumda kitaptaki cümlelerin hakiki manada O’na ait olması yani hâşâ O’nun ağzından çıkmış olması gerekmektedir.
Bu durum anlaşılması çok güç (aslında imkânsız) bir şeyin ortasına çıkmasına yol açacaktır.
Meselâ şu ayete bakalım:
Vemen ażlemu mimmeni-fterâ ‘ala(A)llâhi keżiben ev keżżebe bi-âyâtih(i) innehu lâ yuflihu-zzâlimûn(e)
Badu ve izafet kullanımı
TDV Meali – Yalan sözlerle Allah’a iftira edenden veya O’nun âyetlerini yalanlayandan daha zalim kimdir! Şüphe yok ki, zalimler kurtuluşa ermezler!
Bu ayetteki ‘AYATİHİ’ ifadesi eğer bu kitabın cümlelerini kastediyorsa biraz kafa yorulduğunda özellikle bu cümlenin kitabın içinden bir cümle olmadığı sonucuna rahatlıkla varılacaktır.
Ayetin bağlamında baktığımızda bir önceki ayetin şunları dediğini görürüz:
Elleżîne âteynâhumu-lkitâbe ya’rifûnehu kemâ ya’rifûne ebnâehum elleżîne ḣasirû enfusehum fehum lâ yu/minûn(e)
SV Meali – Kitap verdiğimiz kimseler onu kendi çocuklarını tanıdıkları gibi tanırlar. Kendilerini hüsrana uğratanlar, ona inanmayanlardır.
Şimdi bu adamların ellerinde kitap var, kitabı da kendi çocuklarını bildikleri gibi biliyorlar (bu ifade müthiş bir ifadedir.) Peki bu adamlar ne yapıyorlar? Ellerindeki kitabın cümlelerinin Allah’ın cümleleri olmadığını mı söylüyorlar?
Bunu söylemeleri saçmalık olmaz mıydı? Mesela şu an Yahudiler, ellerindeki kitabın Allah’ın ayetlerinden oluşmadığını mı söylüyorlar? veya Hıristiyanlar. Hatta Budistler, Mecusiler bile dinlerine kaynaklık eden kitapların Allah tarafından olduğunu inkâr mı ediyorlar?
Ara bir paragraf olarak şunu diyebilirim ki; Din mensupları içinde dinlerine kaynaklık eden kitabın Allah tarafından gönderilmiş cümlelerden oluşmadığını söyleyen tek din mensupları Müslümanlardır… MANA OLARAK MUHAMMED’İN KALBİNE İLKA EDİLDİ, O DA BUNU SÖZE DÖNÜŞTÜRDÜ.
Ne kadar ironik bir durum…
Neyse. Konunun anlaşılması için ‘AYAT’ kelimesinin anlamı yardımcı olacaktır.
‘AYAT’ … “Bir varlığın başkalarından ayrıldığını gösteren, diğerlerinden farklı olduğunu bildiren ALÂMET, İŞARET, DELİL”
Herhangi bir şeyi gösteren işaret levhaları bile bir yandan o işaret ettiğinin ne olduğunu bildirirken aynı zamanda NE OLMADIĞINI da bildirir.
Meselâ, yolda giderken bir işaret levhası gördünüz; işaret ettiği istikamete baktınız ve üzerindeki “ANKARA 203 KM.” yazısını okudunuz. Burada olaya ister “Bu işaret ne diyor?” diye yaklaşın isterse “NE DEMİYOR?” diye yaklaşın; sonuç değişmeyecektir. Her halükârda ne demediğini de temel almak zorundasınız.
Mesela, gösterdiği yöne baktınız…bu şu anlama gelmektedir…Bu gösterdiği yön, başka bir yön değil, diğer yönler değil
Üzerindeki yazıya baktınız; “ANKARA 203 KM.” Bu 202 veya 204 değil, bu “sıfırdan başlayıp sonsuza kadar uzatabileceğiniz sayılardan hiçbiri değil” demektir.
Yani basit bir işaret levhası bile size bir şeyin ne olduğunu gösterirken aslında en başta o şeyin ne ve hatta NELER olmayacağını göstermektedir.
En basit düzeyde meseleyi ele alalım
Üzerinde “eczane” yazan bir tabela gördüğümüzde aklımıza ilk gelen şey “oradan neler satın alabileceğimiz” değil, tam tersi NELER satın alamayacağımızdır.
Eczane levhasını gören herkes oradan köfte ekmek alamayacağını bilir.
Şimdi eğer ‘AYATİHİ’ kelimesine “CÜMLELERİ” manası verdiğimizde şöyle olacaktır…
“O’NUN CÜMLELERİNİN NE OLMADIĞINI BİLİRLER.”
Yok eğer bu ‘AYAT’ kelimesini muzaf-muzafun ileyh olmasını da temel alarak “BİZZAT KENDİSİNİN NE OLMADIĞINI GÖSTEREN İŞARETLER” manası verirsek başka bir durum çıkacaktır.
‘KEZZEBE’ kelimesinin “MUHÂTABINI YALANCI HALİNE SOKMAK” gibi bir manası var… Tefil babı’nın özelliklerinden biri de FİİLİN KASTETTİĞİ MANAYI FÂİLİNE YA DA MEFULÜNE İZAFE ETMEK.
Hatta bazen bu kelime TAM TERSİ mana bile verebilir, ‘MERADUN’ – ‘MERRADUN’ gibi ama bu durum yanlış hatırlamıyorsam sadece isimden fiil yapma durumu için söz konusu.
‘KEZZEBE Bİ AYETİHİ’ ifadesindeki izafeti temel aldığımızda “onu diğerlerinden ayırıp ne olmadığını bildiren işaretleri yalan saymak” manası çıkar.
Meselâ, “beşer bir resul göndermek” O’nun ayırıcı işaretlerinden, O’nun alâmetlerinden biridir. “Kitap göndermek” O’nun ayırıcı özelliklerinden biridir ama bunları O’nun ayırıcı işaretleri olarak görmemek işte tam da bu anlama gelmektedir.
Burada dikkat edilmesi gereken şey, izafet tamlamasındaki MUZAFUN İLEYH ile bir sorunlarının olmaması, kafayı MUZAFA takmış olmalarıdır.
Yani Allah’ın kendisine bir yalan izafe etmiyorlar veya O’nu yalancı yerine koymuyorlar, ayetlerini hedef alıyorlar.
Kur’an’ın hiçbir yerinde hiçbir kâfirin BİZZAT ALLAH’I hedef alan hiçbir itirazı yoktur… Günümüzde din mensuplarının tamamı (adı nasıl telaffuz edilirse edilsin) O’na karşı son derece saygılıdırlar.
Kabul edilmeyen şey; saygılı olduklarını gösterdikleri Tanrı’nın, onu diğerlerinden ayırıp NE OLMADIĞINI bildiren ayetleri.
Bu Tanrı tasavvurunda bir azaltma şeklinde değil ÇOĞALTMA şeklinde kendisini gösterir… Müslümanlar da dahil olmak üzere tüm din mensuplarının TANRI sunumlarına bakarsanız tartışmaların tamamının NE OLMADIĞI değil de ne olduğu etrafında döndüğünü görürsünüz.
İşte bu durum Yüce Allah’ın özellikleri hususunda bir azaltmaya değil bir çoğaltmaya sebep olacaktır.
Yani “OLMAYANI VARMIŞ GİBİ GÖSTERMEYE” neden olacaktır.
Şimdi Kur’an’da şu itiraza çok rastlarız… “ONUNLA BERABER BİR MELEK OLMALI DEĞİL MİYDİ?”
Biraz dikkat ederseniz… O’na bir itiraz yok, yani “bu olmalı ama bununla beraber bir de melek olmalı.” İşte bu çoğaltmadır… NEDEN?
Aslında “ONUNLA BİR MELEK OLMALI.” sözü yanlış bir sözdür çünkü zaten onunla beraber melekler onun yanındadır… Hatta melekler onlara bile görünmektedir… (Lut’a gelen melekleri kasaba halkının görmesi gibi.) Resullerin yaptığı işlere meleklerin iştirak etmiş olduklarını da bunlar çok iyi bilmektedir. Resullerin getirdiğini bırakın sıradan meleği en yetkili olanlardan birinin getirdiğini de bilmektedirler. O halde neden hâlâ “Onun yanında bir melek olmalı.” demektedirler?
Diyelim ki, bir resulün yanında on tane melek var… Melekler de “Biz meleğiz.” diye onlara söylüyor… Peki buna inanırlar mı?
İNANMAZLARDI!
Neden mi inanmazlardı?
Ve kâlû levlâ unzile ‘aleyhi melek(un)(s) velev enzelnâ meleken lekudiye-l-emru śümme lâ yunzarûn(e)
SV Meali – Şunu da derler: “Ona bir melek indirilseydi ya!”. Eğer melek indirseydik işleri bitirilir, onlara süre verilmezdi.
Velev ce’alnâhu meleken lece’alnâhu raculen velelebesnâ ‘aleyhim mâ yelbisûn(e)
SV Meali – Bu elçiyi melek yapsaydık, onu erkek yapar, onları içine düştükleri karmaşaya yine düşürürdük.
İŞTE bundan dolayı inanmazlar, inanamazlardı.
Eğer Lut, misafirlerine saldıran kasabalılara “Ey kavmim! Bunlar meleklerdir.” deseydi onlar kesinlikle inanmazlardı.
ÇÜNKÜ melekler bu âleme ancak ve ancak bir insan kılığında gelebilirler.
Nasıl ki BEŞER olan bir resule inanmaları mümkün değilse insan görünümündeki meleğe inanmaları da mümkün değildir.
Günümüz Müslümanlık inancında resullere gelen meleklerin kendi aslî suretiyle geldikleri hatta Cebrail’in 600 bin kanadının Muhammed tarafından sayıldığını bildiren epey fazla rivayet vardır.
CEBRAİL tam zina yapmak üzere olan Yusuf’un sırtına KANADIYLA vurmuştur.
Yani bir yandan melekleri kanatlı kuşlara benzetecekler öte yandan resule de diyecekler ki “YANINDA BİR MELEK NEDEN YOK?” Kanatları olan bir meleğe inananlar, resulün yanında insan gibi duran meleğin melek olduğuna inanırlar mı?
İşte bu inanç ALLAH’IN ne olduğu hususunda bir çoğaltmadır… Yani sanki Allah’ın böyle bir ilkesi varmış gibi, sanki Allah böyle yapıyormuş gibi algılamaktadırlar.
Bunlar Meleklerin ASLİ görüntüsünü görmek istemektedirler.
Oysa bu, Allah’ın izin vermediği bir şeydir… TIPKI ŞEYTANIN ASLİ GÖRÜNTÜSÜNDE İNSANLAR ARASINDA DOLAŞTIĞINA İNANMALARI GİBİ.
Tüm dünyada, geçmişte ve günümüzde şeytan hep elinde çatallı bir mızrak, boynuzlu ve çok çirkin, kuyruğu olan acayip bir yaratık olarak algılanmış ve o şekilde resmedilmiştir. Bu yüzden Kur’an hakkında kitap yazan bir ilahiyatçı kılığına girmiş, güzel yüzlü bir şeytan olabileceğine hiç inanmazlar… Bunlara göre şeytan; bir resullerin kılığına giremez bir de ilahiyatçıların, meal ve tefsir yazarlarının yani ULEMÂ kılığına giremez.
Oysa şeytanın gireceği ve inandırıcılığı olan TEK KILIK İLAHİYATÇI KILIĞIDIR.
Genelev patronu, içki fabrikası sahibi, kumarhane patronu, tefeci kodaman kılığına girmiş şeytan’a ALLAH adına kim inanır ki?
Şeytanın sarıklı, cübbeli, sabah akşam “Allah!” diyen bir kılıkta olabileceğine asla ihtimal vermezler.
Onlara göre Şeytanın sabah akşam “KUR’AN YETER!” diye yırtınan bir ilahiyatçı kılığına girmesinin imkânı yoktur.
İşte bu düşünlerin ve inançların tamamı Yüce Allah’ın ayetlerinin NE OLMADIĞI ayrımının yapılmamasından dolayıdır.
‘KEZZEBE Bİ AYATİHİ’ … Eğer bağlamında Allah varsa bu kesinlikle ONUN NE OLMADIĞI İLE ALÂKALIDIR.
Anlamaya uğraştığımız TİN 7. ayetteki kullanımın bağlamında ise ‘ED DİN’ kelimesi vardır… O halde o ayette de konu DİNİN NE OLMADIĞI İLE ALÂKALIDIR.
‘EDDİN’ kelimesi ‘DYN’ kelimesinin MASTARIDIR.


Fiil ve isim olarak bu manaları olan ‘EDDİN’ kelimesine bağlamını da dikkate alarak ne anlam vereceğiz?
Ayette geçen kelimeyi ‘EDDİN = İSLÂM’ şeklinde algılayabilir miyiz?
Az önce başladığımız konudaki ‘AYATİNA’ ifadesine dönüş yapmadık ama konuların bağları mecburen bu araları vermeyi gerekli kılıyor.
Şimdi TİN suresindeki ayetler nasıl anlaşılıyor?
Lekad ḣalaknâ-l-insâne fî ahseni takvîm(in)
SV Meali – İnsanı, en güzel donanımda yaratırız.
Śumme radednâhu esfele sâfilîn(e)
SV Meali – Sonra (yaptığı yanlışlar yüzünden) onu aşağıların en aşağısına indiririz.
İllâ-lleżîne âmenû ve ’amilû-ssâlihâti felehum ecrun ġayru memnûn(in)
SV Meali – İnanıp güvenen ve iyi işler yapanlar başkadır. Onlara tükenmeyecek ödül vardır.
Bu üç ayette anlatılan şeylerin zamansal dağılımı şu şekilde oluyor… (müktesebâta göre)
- İNSAN EN GÜZEL “BİÇİM”DE YARATILIYOR… Müktesebâta göre bu ayetteki ‘TAKVİM’ kelimesi ELEMENTER yapıyla alâkalıdır… Yani ayakların kafada değil de vücudun alt kısmında olması, popo yerinde kafa, kafa yerinde popo olmaması, burnumuzun fil hortumu gibi olmaması, gözlerimizin eşek gözü gibi olmaması, kollarımızın ahtapot kolları gibi olmaması vs. işte bunlar en güzel ‘takvim’dir… Buna göre fare, aslan, fil, zürafa, çekirge, sinek, yılan, kuşlar, böcekler ‘AHSENU TAKVİM’ değildir.
- Bu şekilde tek bir kişiden (erkekten) yaratılan insan çoğalmıştır… Ona resul gönderilmiştir, bu resullere ve onlarla birlikte gönderilen dine imân edenler ‘ECRUN GAYRU MEMNUN’ ile ödüllendirilmiştir… Bu da şu demektir… Ölmüşler ve cennete koyulmuşlardır…
- İnanmayan insan türünün tamamı ise ‘ESFELE SEFİLİN’E atılmıştır… ‘ESFELE’ dendiğine göre EN DİP olması lazımdır… Burası neresidir?
CEHENNEMİN EN DİBİ… İyi ama eğer insan türünün tamamı cehennemin en dibine atılmışsa yani ‘ESFELE’ye atılmışsa cehennemin ‘SEFİLİN’ olan kısımlarında kim olacaktır? İyi ama Kur’an’da cehennemin de katmanları olduğu ve insanların yaptıklarına göre bu katmanlarda ceza çekeceklerine dair onlarca ayet vardır… Burada “İNSAN TÜRÜNÜN BİR KISMI” denmemektedir… İmân etmeyen insan türünün tamamı ‘ESFELE’ye atılacak denmişse bu insan türünün tamamı için geçerli olmalıdır…
‘SEFİLİN’… İnsanın gençliği (gülmeyin valla ben müfessirlerin dediğini diyorum) ‘ESFELE’ ise onun ihtiyarlığıdır… Hoppala, ama istisnada “İMÂN EDENLER HARİÇ” diyor… Ne yani, imân edenler ihtiyarlamayacak mı?

ZEMAHŞERİ


KURTUBİ
Śumme radednâhu esfele sâfilîn(e)
SV Meali – Sonra (yaptığı yanlışlar yüzünden) onu aşağıların en aşağısına indiririz.
İllâ-lleżîne âmenû ve ’amilû-ssâlihâti felehum ecrun ġayru memnûn(in)
SV Meali – İnanıp güvenen ve iyi işler yapanlar başkadır. Onlara tükenmeyecek ödül vardır.
Aslına bakılırsa iki ayet olarak bölünen bu cümle sadece bir cümledir…
Bu iki ayetin ayrı yazılması çok büyük bir suçtur, bir cümleyi hem de en olmadık yerden bölmek çok büyük bir hadsizliktir.
Bu iki ayette kurala göre ‘HU’ zamirine ne anlam verilirse verilsin MÜSTESNA MİNH’in ‘ESFELE SEFİLİN’ olması lazım ama öyle bir hâle getirilmiş ki sanki ‘HU’ zamiri MÜSTESNA MİNH olma şartlarını üzerinde taşıyormuş gibi onu müstesna minh yapmışlar… Bu hiçbir istisna türüne uymuyor.
6. ayetin başında gelen ‘İLLA’ edatı ile mutlaka bilinmesi gereken şu incelikler vardır:
Bilindiği gibi istisna cümleleri şu şekildedir, (SAĞDAN SOLA): müstesna + istisna edatı + müstesna minh.
İstisna cümleleri ÖNCE cümlede MÜSTESNA MİNH olup olmamasına göre ikiye ayrılır. Müstesna minhi olan (en sağdaki öğe) istisnalara TAM İSTİSNA, bu öğesi olmayan istisnalara da MÜFERRAĞ istisna denir.
Tüm ögeleri olan istisnalar (yani tam istisnalar) cümlenin en sağındaki (müstesna minh) ile cümlenin en solundaki (müstesna) ismin AYNI CİNS olup olmamasına göre YİNE ikiye ayrılır:
Eğer her iki isim aynı cinsten ise buna MUTTASIL, eğer her iki isim AYRI cins ise buna MUNKATI denir.
Bunun yanında ‘İLLA’ edatının “…-den başka, …-den gayrı” şeklinde غير (ğayri) kullanılması da kendi içinde şartlara bağlanmıştır.
İstisna edatı ve illa kullanımı
İstisna cümlelerinin OLUMLU ve OLUMSUZ şeklinde kullanımının da hem irabı hem de anlamı farklıdır.
Diyanet İşleri Meali (Yeni) – Sonra onu, aşağıların aşağısına indirdik.
Diyanet Vakfı Meali – Fakat iman edip sâlih amel işleyenler için eksilmeyen devamlı bir ecir vardır.
Bu meal zaten istisna edatını bambaşka bir şekilde çevirmiştir… Evet dilciler arasında istisna edatının “FAKAT” anlamını taşıyabileceğini söyleyenler de vardır ama bunun da şartları vardır ve burada bu şartlardan hiçbiri yoktur.
Mehmet Okuyan Meali – Sonra onu aşağıların aşağısına çevirdik.
İman edip iyi işler yapanlar hariç. Onlar için başa kakılmayan (kesintisiz) bir ödül vardır.
Bu meal yazarı ise istisna edatına “HARİÇ” manası vermiştir… İşte bu mana ‘İLLA’ edatının غير (ğayri) anlamında kullanıldığı anlamına gelmektedir. Oysa bunun da şartları vardır ve bu şartlar burada bulunmamaktadır (birazdan bu şartları söyleyeceğim).
Mustafa İslamoğlu Meali – Sonra onu başlangıç noktasının en dibine döndürmüşüzdür.
Ancak (tekâmül yolculuğunda), imanda sebat eden ve o imanla uyumlu hareket edenleri kesintisiz bir ödül beklemektedir.
Bu meal yazarı hem istisna edatını yok etmiş hem de 5. ayete öyle bir mana vermiş ki bu meali ciddiye almaktan haya ederim.
Süleyman Ateş Meali – Sonra onu aşağıların aşağısına çevirdik.
Yalnız inanıp iyi işler yapanlar hariç. Onlar için kesintisiz bir mükafat vardır.
Bu meal yazarı da İSTİSNA cümlesini de istisna edatını da bambaşka bir şekle sokmuş bunun da üzerinde durulmaya değer bir tarafı yoktur.
Şaban Piriş Meali – Daha sonra, onu aşağıların en aşağısına indirdik.
Kendilerine kesintisiz bir ödül verilecek olan iman edip doğruları yapanlar dışında.
Bu meal yazarı ise SANKİ iki cümle arasında bir takdim-tehir varmış gibi mana vermiş. Her iki cümleye biraz dikkat ederseniz önceki cümlenin SONRA, sonraki cümlenin de ÖNCE yazılması durumunda her iki cümlenin anlamlı olabileceğini göreceksiniz.
Meallerin büyük çoğunluğu 6. ayetin başında geçen ‘İLLA’ edatına “ANCAK” manası vermişlerdir. Bu mana İSTSİNA cümlesini tamamen yok etmektedir ve hiçbir istisna cümlesinin böyle bir durumu yoktur.
Eğer 6. ayetin başında bir İSTİSNA edatı varsa (ki var) o halde hangi dile çevirecekseniz çevirin şu şablonu yansıtmak zorundasınız
(SAĞDAN SOLA DOĞRU OKUYUNUZ) … müstesna + istisna edatı + müstesna minh
Bu noktada eğer ortadaki istisna edatına HARİÇ, “GAYRİ” anlamının verilmesi durumunda harf olan ‘İLLA’ edatı SIFAT olan “GAYRİ” (غير) kelimesine çevrilmiş olmaktadır.
Evet harf ‘İLLA’ edatının sıfat olan “GAYRİ” anlamında okunması mümkündür. Fakat bunun şartı da şunlardır:
- ‘Gayr’ kelimesi sıfat olduğu için cümlede bir mevsufun olması şart olacaktır ve ‘İlla’nın “gayri” anlamında okunması için müstesna minh’in CEMİ veya ŞİBHİ CEMİ olan bir kelime olması gereklidir.
- Müstesna minh’in NEKİRA bir isim veya başında CİNS için konulmuş bir “elif-lam” takısı olması gereklidir.
Buna göre TİN 5. ve 6. ayetlerde EĞER müstesna minh, ‘RADEDNAHU’ fiilinin sonundaki ‘HU’ zamiriyse yukarıda belirttiğimiz şartlardan HİÇBİRİ bulunmamaktadır.
O halde nasıl olacak da “ANCAK, HARİÇ, BAŞKA” şeklinde anlam verilecektir?
Bu manaları vermenin tek yolu HİÇBİR KURAL GÖZETMEMEKTİR.
ŞUNU yapmak da fayda vermeyecektir… ‘HU’ zamirini kaldırıp oraya ‘EL-İNSAN’ kelimesi koyulsa durum değişecek midir?
Evet, değişecektir ama İYİ yönde değil KÖTÜ yönde.
Çünkü ‘EL İNSAN’ kelimesi ile ‘İLLELLEZİNE AMENU’ kavramı AYNI türden olmadığı gibi biri SIFATİ tanımlama diğeri ise cins isimdir.
Eğer ‘ELLEZİ’ ile başlayan cümlenin en başında ‘KANU’ gibi bir kelime olsaydı olabilirdi ama bu HALİYLE ‘HU’ zamirinin yerine ‘EL-İNSAN’ kelimesini koymak da durumu kurtarmayacaktır… Kaldı ki az önceki belirttiğimiz şartlarda “bunların yerine ZAMİR kullanılsa da olur” şeklinde bir istisna yoktur.
Bu iki ayette AYNI cinsten olabilecek ve İSTİSNA şartlarını taşıyacak yani biri müstesna minh diğeri müstesna olabilecek sadece iki kelime vardır:
Eğer
MÜSTESNA MİNH … ‘ESFELE SEFİLİN’
MÜSTESNA … ‘ELLEZİNE AMENU VE AMİLUS SALİHATİ’
olursa İSTİSNA şartları tam olarak yerine gelecektir.
BİZ ONU (İNSANI) İMÂN EDİP SALİH İŞLER YAPANLARIN DIŞINDAKİ ‘ESFELE SEFİLİN’ OLANLARIN TAMAMINDAN UZAKLAŞTIRDIK, REDDETTİK.
Bu ayetlerdeki ‘İLLELLEZİNE AMENU VE AMİLUS SALİHAT’ ifadesi insan türünden olanları değil ‘NAHNU’ türünden olanları kastetmektedir.
‘felehum ecrun gayru memnun’ ifadesi ise bunun en açık delilidir.
Birinci ayette ‘TİN VE ZEYTUN’ diye okunan kelimeler ise daha önce belirttiğim gibi ‘EL BEYAN’ veya ‘BEYYİN’ ve ‘RABBİYYUNE’dir.
Bu kelimeler HABERİ HAZF EDİLMİŞ MÜPTEDADIR ve işte 6. ayetin sonundaki ‘ECRUN GARYU MEMNUN’ ifadesi hazf edilen haberin ne olduğunu bildirmektedir.
‘İLLELLEZİNE AMENU VE AMİLUS SALİHAT’ ifadesi NAHNU türünden olanlarsa o takdirde insanı uzaklaştırdığı/reddettiği kesim şeytanlar oluyor. ‘ESFELE SAFİLİN’ olanlar da “şeytanlar” oluyor.
‘AMENU VE AMİLUS SALİHAT’ fiiline Resuller, NAHNU’lar ve insanlar ortak. Melekler de gayb âleminin varlıklarının tamamı da imân etmek ve sâlih amel işlemekle mükelleftirler.
Ayette geçen ‘RADEDNA’ kelimesini ‘RADDEDNA’ şeklinde tefil babından okumak da mümkündür. Böyle okuduğumuzda “Onu ‘esfele sefilin’e karşı duracak, reddedecek hâle getirdik.” manası da vermek mümkündür. Yani “Ondan uzaklaştırdık” değil, “Ondan uzaklaşacak kabiliyeti, bilgiyi, aklı, iradeyi ona verdik, artık bundan sonra bu kapasiteyi kullanıp kullanmamak ona kalmış.” gibi bir şey çıkıyor ortaya.
Tefil babı’nın özelliklerinden birisi de “fiilin kast ettiği manayı fâiline ya da mefulüne izafe etmek” manası vardır. Bu durumda ‘REDDADNE’ kelimesinin anlamı, “Onu reddetme ile vasıflandırdık, reddetme kabiliyet ve imkânını verdik.” şeklinde bir anlam çıkar karşımıza. “İmân edip sâlih amel işleyenlere karşı insana böyle bir kapasite vermedik, ona böyle bir şey öğretmedik.” olur… Ama bu anlam beraberinde hemen şu soruyu getirir… Öyle olsa bile insan türünün imân edip sâlih amel işleyenlere karşı çıktıkları, reddettikleri hatta yok etmeye kalkıştıkları da bir gerçek olarak ortada durmaktadır. O halde insan bunu nerden öğrendi, bu kapasiteye nereden sahip oldu?
‘Esfele sefilin’e karşı çıkma kapasitesi olmasına rağmen ona karşı çıkmayıp DOST olmasından öğrendi. Küfrü, şirki, yalanı, isyanı, kaosu vs. insanlara (ilk insanlara) MELEKLER ÖĞRETMEDİ.
TİN SURESİ 4, 5, 6, 7. AYETLERİ:
- ŞURASI MUHAKKAK Kİ, BİZ İNSANI EN UYGUN (en güzel) SÜREÇTE KARAKTER SAHİBİ YAPTIK.
- SONRA, KENDİLERİ İÇİN KESİNTİSİZ (yasaklanmamış) BİR HİZMET BULUNAN İMAN EDİP SALİH AMEL İŞLEYENLERİN DIŞINDAKİ SEFİLLERDEN OLAN EN SEFİL(LER)E KARŞI ÇIKMA KABİLİYETİ İLE KABİLİYETLENDİRDİK.
- ÖYLEYSE HENÜZ YENİ BİLDİĞİN BU HİZMETİ YALAN SAYMA BECERİSİNİ NE KAZANDIRDI?
- YOKSA ALLAH HÂKİMLERİN EN HÂKİMİ DEĞİL Mİ?
Türkçesi için daha uygun cümleler kurulabilir ama mana aşağı yukarı böyle… Ayet sayısı düştü çünkü 5 ve 6. ayetler asla iki ayet olamaz.