Üç Maymun

ÜÇ MAYMUN

Tefsir ve meal geleneğinde bazen öyle durumlarla karşılaşmaktayız ki müfessir ve meal yazarlarının verdikleri mealler ve yaptıkları tefsirler aslında tam da onların durumunu anlatmaktadır. Onlar yaptıkları açıklamalarla güya ayeti daha anlaşılır hâle getireyim derlerken bizzat ayetin anlatmak istediği duruma kendileri düşüp olayın örneği olabilmektedirler. İşte şu ayetlere verilen mealler ve yapılan tefsirler tam da bunun göstergesidir:

وَاِذَا ق۪يلَ لَهُمُ اتَّبِعُوا مَٓا اَنْزَلَ اللّٰهُ قَالُوا بَلْ نَتَّبِعُ مَٓا اَلْفَيْنَا عَلَيْهِ اٰبَٓاءَنَاۜ اَوَلَوْ كَانَ اٰبَٓاؤُ۬هُمْ لَا يَعْقِلُونَ شَيْـًٔا وَلَا يَهْتَدُونَ
Bakara 2 / 170

Ve-iżâ kîle lehumu-ttebi’û mâ enzela(A)llâhu kâlû bel nettebi’u mâ elfeynâ ‘aleyhi âbâenâ eve lev kâne âbâuhum lâ ya’kilûne şey-en velâ yehtedûn(e)

وَمَثَلُ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا كَمَثَلِ الَّذ۪ي يَنْعِقُ بِمَا لَا يَسْمَعُ اِلَّا دُعَٓاءً وَنِدَٓاءًۜ صُمٌّ بُكْمٌ عُمْيٌ فَهُمْ لَا يَعْقِلُونَ
Bakara 2 / 171

Vemeśelu-lleżîne keferû kemeśeli-lleżî yen’iku bimâ lâ yesme’u illâ du’âen venidâ(en) summun bukmun ‘umyun fehum lâ ya’kilûn(e) Vemeśelu-lleżîne keferû kemeśeli-lleżî yen’iku bimâ lâ yesme’u illâ du’âen venidâ(en) summun bukmun ‘umyun fehum lâ ya’kilûn(e)

Şimdi meal ve tefsir yazarlarının bizzat bu ayette bahsedilen kişilerin konumuna düştüklerini ortalığı karıştırmadan anlatabilmem için art arda meal vermek yerine birkaç tane meal örneğini teker teker vermem ve biraz da izah etmek gerekmektedir. Derli toplu anlatabilir miyim bilmiyorum ama elimden geleni yapacağım.

Bunu meal ve tefsir yazarlarının ayıplarını ortaya dökmek için değil, bu iki ayeti bir hakikat karşısında üç maymunu oynayan insanların iç dünyalarını ele verdiği için örnekliyorum, asıl amacım da budur. Öte yandan bu ayetler bir ara benim gündeme getirdiğim “ittifak ve tevarüs” ile alâkalı sarsılmaz ölçüler de koymakta ve hangi yolla gelirse gelsin mümin insanın bilgiye karşı takınacağı doğru tavırları belirlemektedir.

Her ayette olduğu gibi bu ayetteki anlam katmanları da insanın kuşatamayacağı kadar derindir. Bu yüzden benim söyleyeceklerim elbette ki çapıma göre olacaktır. Yüce Allah’ın sonsuz merhametine sığınıyor ve kelimelerine sarılan kullarını yüz üstü bırakmayacağına iman ediyorum.

İlk önce işe müfessirlerin en akılcısı olarak nam salmış ve hatta aklını çok fazla kullanıyor diye “mutezile” ilan edilmiş Zemahşeri ile başlayalım. Zemahşeri Bakara suresi 171. ayete şu şekilde meal vermiştir:

وَمَثَلُ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا كَمَثَلِ الَّذ۪ي يَنْعِقُ بِمَا لَا يَسْمَعُ اِلَّا دُعَٓاءً وَنِدَٓاءًۜ صُمٌّ بُكْمٌ عُمْيٌ فَهُمْ لَا يَعْقِلُونَ
Bakara 2 / 171

Nankörce inkâr edenler(le bizim elçimiz)in durumu; bağırıp çağırmadan başka bir şey duymayan (bir davar)a haykıran (çoban)ın durumuna benzer. Sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler; akledemezler.

Zemahşeri’nin verdiği bu meale dikkat edilecek olursa müfessir ayette anlatılan misale parantez içinde (-le bizim elçimiz) eklemesini yaptığı görülecektir. Bu durumda Zemahşeri ayette hazf edilmiş ‘VE RESULİNA’ ifadesi olduğunu kabul etmiş olmaktadır.

Zemahşeri Çevirisine Yapılan Eleştiriler

Arapça bilenler ayetteki ‘MESELU’ kelimesinin muzaf, ‘ellezine’ ifadesinin muzafun ileyh olduğunu hemen görürler. Bu noktada Zemahşeri’ye göre cümlede bir tane muzaf, iki tane muzafun ileyh olmuş olmaktadır. Fakat ayette ve hatta ayetten öncesinde de sonrasında da böyle bir kelimenin hazf edildiğine dair hiçbir emare yoktur.

Ayetin başındaki ‘MESELU’ ve devamındaki ‘KEMESELİ’ ifadelerinden de anlaşılmaktadır ki ayette bir TEŞBİH vardır. Bu ayette olduğu gibi ‘MESELU’ ve ‘KEMESELİ’ kelimeleri ile yapılan teşbihlere TEŞBİH-İ TEMSİLİ denir. Bu tür teşbihlerde benzetme, vasıflar hususunda değil “durumlar” hususunda yapılır.

Bilindiği üzere teşbihlerde daima 4 unsur olmak zorundadır:

  1. BAŞKASINA BENZETİLEN (müşebbeh)
  2. KENDİSİNE BENZETİLEN (müşebbehun bih)
  3. BENZETME KONUSU (vech-i şebeh)
  4. BENZETME EDATI (benzetme edatları harf, isim ve fiil olmak üzere 3 türlüdür. Bu ayette isim kullanılmıştır.)

(Teşbih hakkında daha geniş bilgi edinmek isteyenler herhangi bir belagat kitabına müracaat edebilirler. Her belagat kitabında teşbih konusu mutlaka uzun uzun işlenmektedir.)

Teşbihin bu kurallarına ve ayette teşbih-i temsili olduğunu unutmadan Zemahşeri’nin verdiği meal üzerinden teşbihin unsurlarını tespit etmeye çalışalım:

  1. BAŞKASINA BENZETİLEN … Nankörce inkâr edenler(le bizim elçimiz)
  2. KENDİSİNE BENZETİLEN … Bu benzetmede müşebbehun bih  الَّذ۪ي  ismi mevsulüdür.
  3. BENZETME YÖNÜ … Bağırıp çağırmadan başka bir şey duymayan (bir davar)a haykıran (çoban)ın durumuna benzer.
  4. BENZETME EDATI … كَمَثَلِ … Durumuna benzer

Zemahşeri’nin bu mealine göre başkasına benzetilen RESUL VE BAHSE KONU OLAN KAFİRLERDİR. Yani çobana benzeyen sadece resul değil, kafirler de resul gibi çobana benzetilmiştir. Peki ayette “ÇOBAN” kelimesi var mıdır? Tabi ki yoktur.

Bu benzetmede “resul” ile “kafirler” aynı kefeye konmuştur. Peki, Zemahşeri bunu nasıl tefsir etmiştir? Şu şekilde:

Burada mutlaka hazfedilmiş̧ bir muzāf gerekli olup, bu; “Nankörce inkâr edenleri davet edenin durumu… davara haykıran kişinin durumuna benzer” şeklinde takdir edilir. Yahut [muzâf takdir etmeksizin]; “Nankörce inkâr edenlerin durumu davara haykıran kişinin hayvanlarına benzer” şeklinde takdir edilir ki, buna göre mana şu şekildedir: Onları imana çağıran kişinin durumu, onların zihne yerleştirme ve derinlemesine düşünme söz konusu olmaksızın, nağmenin tınısından ve anlamsız bir sesin yankısından başka bir şey duyamayan kimseler olmaları bakımından- çobanın çağırmasından başka bir şey duymayan hayvanlara haykıran (çoban)ın durumu gibidir. Çobanın seslenmesi de hayvanları yönlendirmek için ıslık gibi sesler çıkarmasından ibaret olup, hayvanlar akıl sahiplerinin anlayıp bellediği gibi bu sesi başka biçimde ne anlayabilir ne de belleyebilirler.

 “Duyamayacağı şeyle” ifadesiyle, konuşurken sesini yükseltenin sözünden yana, harfleri anlamaksızın, çağırma ve yankılı bir sesten öte hiçbir şey duyamayan; bütünüyle sağır olan kimsenin kastedilmesi de caizdir. Yine mananın: “Onların, kendi atalarına tâbi olmaları ve onları taklit etmeleri hususundaki durumları, sesin ancak dışa açılan kısmını duyup, bunun özünü anlayamayan hayvanların durumu gibidir. İşte bunlar da atalarının zahirî hallerine tâbi olup, onların hak üzere mi yoksa bâtıl üzere mi olduklarını anlayamamaktadırlar” şeklinde olacağı da söylenmiştir. Yine denildiğine göre mana; “Onların putlara çağırmaları hususundaki durumları [bağırıp çağırmadan başka bir şey] duymayan davara çağıranın durumu gibidir” şeklinde de olabilirse de, şu var ki, “bağırıp çağırmadan başka” ifadesi buna müsaade etmemektedir. Çünkü̈ putlar hiçbir şey duyamazlar.

Bu açıklamaları biraz dikkatli okuyanlar Zemahşeri’nin açıklamalarının da “Kafirler” ile “Resul”ü aynı kefeye koyduğunu fark edeceklerdir.

Sadece bu da değil, Zemahşeri ayette geçen دُعَٓاءً وَنِدَٓاءً (duaen ve nidaen) ifadelerine de “anlamsız bir şekilde bağırıp çağırma” manası vermiştir. Oysa her iki kelime de “anlamsız bağırıp çağırma” anlamına asla gelmemektedir.

Nitekim hem ‘duaen’ hem de ‘nidaen’ kelimeleri Kur’an’da pek çok kere kullanılmaktadır ve hiçbir yerde bu manaya gelmemektedirler. Evet ‘nida’ kelimesinin “yüksek sesle seslenme” gibi bir anlamı vardır ama bu seslenme “anlamsız bağırtı” değildir.

‘Dua’ kelimesinin ise asla ve kat’a “anlamsız seslenme” anlamı yoktur hatta bu kelime anlamlı seslenmelerin EN ANLAMLISIDIR. 

Müfessirler böyle, peki ya meal yazarları ne durumda? Onlardan da birkaçına bakalım.

Mehmet Okuyan Meali – Kâfir olanların durumu, (çobanın) bağırıp çağırmasından başka bir şey duymayanın durumuna benzer. Onlar (gerçeğe karşı) sağırdır, dilsizdir, kördür; onlar akıl da etmezler:

Bu meale göre yine teşbihin unsurlarını tespit etmeye çalışalım:

  1. BAŞKASINA BENZETİLEN … Kâfir olanlar
  2. KENDİSİNE BENZETİLEN … Bu benzetmede kendisine benzetilen ism-i mevsuldür ve ism-i mevsuller meale ‘-an’ şeklinde yansımıştır.
  3. BENZETME YÖNÜ … (çobanın) bağırıp çağırmasından başka bir şey duymayan
  4. BENZETME EDATI … Durumuna benzer

Bu meale biraz dikkat edilirse ‘kafirler’ “bir çobanın sesinden başka bir şey duymayan kişiler”e benzetilmiştir. İyi ama cümledeki ism-i mesvul ve sıla cümlesi öyle dememektedir. Kafirlerin çobanın seslendiklerine değil, çobanın kendisine benzemesi gerekmektedir. M. Okuyan’ın bulduğu bu anlam ayette yoktur. M. Okuyan da tıpkı Zemahşeri gibi ÜÇ MAYMUNU oynamıştır.

Rakamlarla Kur’an’ın her bir harfini mucize ilan eden E. Yüksel’e bakalım… Bakalım o “mucize” dediği metne nasıl davranmıştır:

Edip Yüksel Meali – İnkarcıların durumu, sözleri ancak bağırma ve çağırma biçiminde algılayarak (anlamadan) tekrarlayan kişi gibidir. Sağır, dilsiz ve kördürler; düşünmezler.

(Eğer ben bu beyefendiyi dikkate alıp bu meali eleştirirsem az biraz Arapça bilenler böylesi bir meali dikkate aldığım için beni çok ayıplarlar. Söz sarf etmek bile gereksiz…)

Meallerden Örnek Analiz ve Değerlendirme

Elmalılı üstadımıza(!) bakalım:

Elmalılı Meali (Orijinal) – O kâfirlerin meseli sade bir çağırma veya bağırmadan başkasını duymaz bir kulakla haykıranın hâline benzer, sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler, akıl da etmezler.

(Maalesef ağzımdan çıkacak kelimeleri yutkunmakla yetiniyorum.)

Peki ya GENETİK MÜHENDİSİ abimiz ne diyor?

Mustafa İslamoğlu Meali – İşte inkârda direnen bu kimselerin durumu şu (sürüye) benzer: Bir sürü (düşünün ki), çobanın canhıraş haykırışını yalnızca çığlık-bağlık olarak algılıyor. Onlar sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler; dolayısıyla onlar akıllarını kullanmazlar.

(Bu adamdı değil mi bana “Kur’an’ın genetiği ile oynama.” diyen? Genetiği bozuk kişi… Böylesi meal yazıp sonra da anlamadan, dinlemeden millete genetik dersi vereceksin, öyle mi?)

Şu adamın ayeti soktuğu hâle bakın Allah aşkına… Bunun neresini düzelteyim, neresini eleştireyim?

Süleymaniye Vakfı Meali – Kendilerini ayetlere kapatanların durumu, anlamadığı sese karşı öten karganın durumu gibidir; onların duyduğu sadece bir çağrı ve seslenmedir. Sağır, dilsiz ve kör kesilirler. Onlar akıllarını kullanmazlar. 

(Al birini vur ötekine.)

Arapça bilmeyen arkadaşlar, bu meal ile ayet arasındaki bağ en fazla %20’dir. O %20 de sadece kelime benzerliğidir. Ayetin kendisinin anlamı ile meal arasında zırnık kadar benzerlik yok…

Bu kadar meal benim ayarlarımı bozmaya yetti. Diğer meallerin de bunlardan aşağı kalır yanı olmadığı için daha fazla meal vermeye gerek yok diye düşünüyorum.

Peki ben ne diyorum?

Ayetteki hiçbir kelimenin noktasına ve harekesine tek bir eleştiri getirmeden ayeti anlamaya kalkışacak olursak ilk yapmamız gereken şey TEŞBİHİN UNSURLARINI tespit etmek olacaktır. Buna göre:

  1. BAŞKASINA BENZETİLEN … مَثَلُ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا … Az önce belirtmiştim… ‘MESELU-KEMESELİ’ şeklinde yapılan benzetmelere teşbih-i temsili denir. Bu tür teşbihlerde de bir kişinin veya şeyin durumu başka bir kişinin, şeyin durumuna benzetilir. مَثَلُ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا bu ifade muzaf-muzafun ileyh’ten oluşmuş bir isim tamlamasıdır. Buna göre başka bir duruma benzetilen durum KAFİRLİK EDENLERİN DURUMU’dur.
  2. KENDİSİNE BENZETİLEN … Kendisine benzetilen de bir izafet tamlamasıdır. كَمَثَلِ الَّذ۪ي … Baştaki ‘KE’ edatı benzetme edatıdır.. ‘MESELİLLEZİ’ ise kendisine benzetilendir. Fakat görüldüğü gibi kendisine benzetilen bir ism-i mevsuldür ve ism-i mevsuller asla tek başlarına bir anlam taşımazlar, anlamları kendilerinden sonraki sıla cümlesi ile tamamlanır. İsm-i mesvul gördüğümüz her yerde aklımıza ilk gelmesi gereken şey BU DAHA ÖNCE BAHSİ GEÇMİŞ BİRİDİR.

Bunu bir kenara bırakacak olursak ism-i mevsuller sıla cümlesiz olmaz, bu yüzden sıla cümlesi ile birlikte ism-i mevsul teşbih cümlesinin “kendisine benzetilen” ögesidir.

  1. BENZETME YÖNÜ … يَنْعِقُ بِمَا لَا يَسْمَعُ اِلَّا دُعَٓاءً وَنِدَٓاءً Bu cümle sıla cümlesidir ve aynı zamanda teşbihte benzeme yönüdür. Aslında benzetme işte tam da bu sıla cümlesi için yapılmıştır. Bu sıla cümlesindeki يَنْعِقُ fiili hem malum hem de meçhul okunmuştur. Az sonra meçhul okunması durumunda nasıl bir anlam, meçhul okunmaması durumunda nasıl bir anlam ortaya çıktığını vereceğim.
  2. BENZETME EDATI … كَمَثَلِ Bu ifade benzetme edatıdır. Fakat burada aslında benzetme işlevini gören ifade kelimenin başındaki ‘KE’ harfidir. Durum duruma benzetildiği için ‘KE’ harfi ‘MESEL’ kelimesinin başına gelmiştir.

Kelimelere anlam vermeden önce meal ve tefsir yazarlarının hiç olmayacak şekilde “bağırma-çağırma” a:nlamını verdikleri   دُعَٓاءً وَنِدَٓاءً / ‘duaen’ ve ‘nidaen’ kelimeleri hakkında birkaç söz söyleyeyim:

‘Nida’ kelimesi “çağırmak, seslenmek” anlamındadır. Fakat bu ‘nida’ ifadesi “ismini anarak veya ismini anmadan çağırmak” anlamına gelmektedir. Bir kişiye “EY ADAM!” da diyebilirsiniz, “EY FALAN!” da diyebilirsiniz. İşte bunun gözetilmediği çağırmaya ‘NİDA’ denir. ‘Nida’ da asıl olan sadece “çağırmak, seslenmek”tir.

Modern Çevirilerde Süregelen Hatalar

‘Dua’ kelimesi ise “ADI İLE, İSMİ İLE çağırmak, seslenmek” manasındadır.

“Her ‘DUA’ bir ‘nida’dır ama her ‘nida’ bir ‘dua’ değildir.” şeklinde bir tanım getirsem daha anlaşılır sanırım.

Ayetteki يَنْعِقُ bu fiilin İLK sözlük anlamı şu şekildedir: “karga bağırıp ötmek, azarlamak”

Ayette akıllı varlıklar için kullanılan bir ism-i mevsul olduğuna ve ayette ‘ĞURAB’ kelimesi OL-MA-DI-ĞI-NA göre kelimenin “karga bağırıp ötmek” gibi bir anlamı olamayacağı gün gibi ortadadır. Bu kelimenin kıraatlerde meçhul ve malum olarak iki şekilde okunduğunu belirtmiştik.

Gelelim لَا يَسْمَعُ (la yesmau) ifadesine… Bu ifadeye “DUYMUYORLAR/DUYMAZLAR” şeklinde mana verilmesinin imkânı yoktur çünkü hem Kur’an’daki ‘SEMİA’ kelimeleri “duyma” değil “ANLAMA” anlamındadır. Hem de bu ayette “duyma” anlamı verirsek ortaya kınanacak bir durum çıkmaz. Şöyle ki لَا يَسْمَعُ اِلَّا دُعَٓاءً وَنِدَٓاءً ifadesi bir istisna cümlesidir. Bu istisna cümlesine mana verirsek “DUA ETMEK VE NİDA ETMEK DIŞINDA DUYMAZLAR.” Bunun kınanacak nesi var? Zaten insan ‘nida’ edilince veya çağırılınca duyar.

Son olarak بِمَا ifadesine gelelim. Cümlenin yapısına baktığımızda ‘MA’ edatının olumsuzluk edatı olmadığı açıktır. Bu durumda edat ya bir ism-i mevsuldür ya mastar edatıdır ya da mastar-ı zamaniye edatıdır.

Edatı ism-i mevsul olarak aldığımızda لَا يَسْمَعُ ifadesi akılsız ve iradesiz varlıkların bir fiili olur ki bu saçma ötesi bir şey olur.

Bu durumda edat; olumsuzluk, şart, soru, ism-i mevsul, taaccüp, nekre-i nakısa, tam marife özel, kaffe ve zaid bir edat kesinlikle OLMAZ. Geriye kaldı MASTARİYE veya MASTAR-I ZAMANİYE.

Mastariye olursa kendisinden sonraki لَا يَسْمَعُ ifadesi “DUYMAMALARI/ANLAMAMALARI” şeklinde bir anlama bürünür… Mastar-ı zamaniye olursa “ANLAMADIKÇA” şekline bürünür… Her ikisine de cümle içinde bakacağız… Bir de edatın önünde ‘Bİ’ harf-i ceri vardır.

Bu harf-i cer’in kullanım alanları şu şekildedir:

  1. MAA ANLAMINDA
  2. KARŞILIĞINDA ANLAMINDA
  3. SEBEB-DEN DOLAYI, YÜZÜNDEN, İÇİN ANLAMINDA
  4. KASEM ANLAMINDA
  5. -İ, -E EKİ ANLAMINDA
  6. LEYSE VE MA’NIN HABERLERİNİN BAŞINDA
  7. ‘KEFA’ FİİLİNİN FAİLİNDE
  8. TAACCÜP FİİLLERİNİN FAİLLERİNİN İKİNCİSİNİN FAİLİNDE

Bütün bunlardan sonra ne meal vereceğiz?

Sıla cümlesindeki fiil MALUM olursa şu şekilde:

KAFİRLİK EDENLERİN MİSALİ, İSMİYLE VE İSİMSİZ ÇAĞIRMANIN DIŞINDA ANLAMAMASI YÜZÜNDEN AZARLAYAN ADAMIN DURUMUNA BENZER.

Sıla cümlesindeki fiil meçhul olursa şu şekilde:

KAFİRLİK EDENLERİN MİSALİ, İSMİYLE VE İSİMSİZ ÇAĞIRMANIN DIŞINDA ANLAMAMASI YÜZÜNDEN AZARLANAN ADAMIN DURUMU GİBİDİR.

Bu mealler, üzerinde uzun uzun çalışılmış mealler değildir. Tıpkı bu yazı gibi başka bir konu üzerinde çalışırken doğaçlama olarak karşılaştığım bir konu olduğu için sadece bu çalışma çerçevesinde çalışılarak verilmiş meallerdir.

Ayetle ilgili daha derinlemesine çalışmalar yapılınca daha köklü meallere ulaşılacağı kesindir.

Bu ayetin kelimeleri arasında şu muhteşem isnadı söylemeden geçmem olmaz.

Hatırlarsanız biz hep şunu demiştik… Biz müminiz, ayetlerin konusu, bağlamı, muhatabı kim olursa olsun BİZ, AYETLERİN SÖYLEDİĞİNİ ÜSTLENİRİZ…

Kur’an’daki ayetlerin hiçbiri muhatabı ve bağlamı olmayan avare kasnak sözler değillerdir. Hepsinin bağlamı ve muhatabı vardır.

Bu bağlamları okuyan ve muhataplarını tespit eden bizler kör, sağır ve dilsiz kesilerek ÜÇ MAYMUNU oynayamayız. Mesela, bir önceki ayet şöyle demektedir:

Teşbih ve Mecazın Çözümlemesi

وَاِذَا ق۪يلَ لَهُمُ اتَّبِعُوا مَٓا اَنْزَلَ اللّٰهُ قَالُوا بَلْ نَتَّبِعُ مَٓا اَلْفَيْنَا عَلَيْهِ اٰبَٓاءَنَاۜ اَوَلَوْ كَانَ اٰبَٓاؤُ۬هُمْ لَا يَعْقِلُونَ شَيْـًٔا وَلَا يَهْتَدُونَ
Bakara 2 / 170

Diyanet Vakfı Meali – Onlara (müşriklere): Allah’ın indirdiğine uyun, denildiği zaman onlar, “Hayır! Biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız” dediler. Ya ataları bir şey anlamamış, doğruyu da bulamamış idiyseler?

Bu ayet ‘HUM’ zamiri kullanarak kendisine kesin bir muhatap belirlemiştir. Ayette kendilerine “ONLAR” denen bir grup vardır ve bunlara “ALLAH’IN İNDİRDİĞİNE TÂBİ OLUN” denmektedir. Hah işte, ‘Hum’ dediği için muhatap “biz” değiliz, bunlar “kafirler”dir, zaten bir sonraki ayette ism-i mevsul ile bunların altı çizilmektedir. Dolayısıyla “muhatap biz değiliz, üzerimize almamıza gerek yok.” denilebilir.

Haydi biraz yakından bakalım… Bakalım da bize mi yoksa bambaşka birilerine mi sesleniyor?

Ayet diyor ki “ONLARA ‘ALLAH’IN İNDİRDİĞİNE TÂBİ OLUN’ DENİLİNCE…”

Ben de soruyorum: Allah NE İNDİRDİ?

Cevap: Noktasız ve harekesiz olan Kur’an indirdi.

Atalarımız ne yaptı? Noktaladı ve harekeledi.

Şimdi, atalardan bize 20 tane noktalı ve harekeli kıraat geldi. Biz diyoruz ki ALLAH’IN İNDİRDİĞİ, RESULÜN İNSANLIĞA BIRAKTIĞI NOKTASIZ VE HAREKESİZDİR, ONA TÂBİ OLUN, ONU TEMEL ALIN, ONUN ÜZERİNDEN DİN EDİNİN, TASAVVURLARINIZI ONA GÖRE DÜZENLEYİN…

Gelen cevap: “BİZ ATALARIMIZI ÜZERİNDE BULDUĞUMUZ KIRAATLERE UYARIZ.”

Muhataplık ve Bağlamsal Önceliklerin İncelenmesi

“Bu ayetler Müşrikler, Yahudiler ve Hıristiyanlar bağlamındadır, bize bir şey demiyor.” demek işte tam da bir sonraki ayette “‘SİZE DİYORUM’ DEMEYİNCE ANLAMAYAN KAFİRLERİN DURUMUDUR.”

Bütün meal ve tefsir yazarları, atalarından gelen meal ve tefsirleri durmadan tekrarlamayı, ellerindeki metnin sadece bir kıraat olduğunu çok iyi bildikleri halde ÜÇ MAYMUNU oynamaktadırlar. Çünkü onlara göre ayetler “EY!” diye hitap ettikten sonra bizzat onları isimleri ile muhatap almazsa ANLAMAYACAKLARDIR.

Bunlara göre “ULAN ZEMAHŞERİ, ULAN KURTUBİ, ULAN FALAN, ULAN FİLAN” diye onlara hitap edilmedikçe onlar havaya bakıp ıslık çalacak ve üç maymunu oynayacaklardır.

Yahudilere “Allah’ın kitabını gizlediler.” der, bunlar üstlenmez…

Kendi elleriyle yazdıklarına “‘Bu da Allah katındandır’ dediler.” der, bunlar yine üstlenmez…

“Allah’ın kitabını küçümsediler.” der, bunlar üstlenmez… 

“Yüce Allah’ın kitabını eksik görüp kendi ulemaları (rableri) ne diyorsa onu din edindiler.” der, bunlar üstlenmez…

Allah “‘La ilaha illallah’ dinin temelidir.” der, bunlar “İslam’da Kölelik” diyerek kitap yazar da yine tevhidi üstlenmezler…

Allah “Kadın baş tacıdır.” der, bunlar kadını “şeytanın kırbacı” olarak tarif eder de yine üstlenmezler…

Allah her resulün “Benim ücretim Allah’a aittir.” dediğini aktarır; tağutlara ve şeytanlara eğilmekten bir türlü dik duramazlar ama yine de üstlenmezler…

Çünkü bunlara “EY KANDIRALI! SANA DİYORUM!” demedikçe bunlar anlamaz.

Bu ayete biraz dikkat edilirse onlar “Biz atalarımızı üzerinde bulduğumuza tâbi oluruz.” dedikten sonra “Ataları aklını kullanamayan ve doğru bulamayanlar olsalar da mı?” şeklinde bir cümle kurulmuştur… İşte bu cümle “ittifak ve tevarüs”ün hangi çerçevede olması gerektiğini kesin hatlarla çizen bir cümledir. Fakat konu bu değildir.

Verdiğim meallerle ilgili şunu tekrar söyleyeyim… Bu mealler uzun uzun üzerinde çalışılmış mealler değillerdir. Hoş, uzun uzun çalışmış olsam da bir şey değişmez çünkü hep dedim ve ölünceye kadar da diyeceğim… Bunların hepsi sadece ve sadece belli bir metot çerçevesinde benim Kur’an’dan anladıklarımdır. Asla Kur’an değildir. Bundan öte bir anlam taşıması mümkün değildir.

Kavramlar: