Var Olma Meselesi

VAR OLMA MESELESİ

Mevcut siyeri ve Müslümanların tarihini temel alarak konuşacak olursak Allah’ın en son resulü Muhammed (yoluna can feda) hayattayken ona inanan tüm insanlar, ‘yetkilerini Allah’tan almış biri’ ile muhatap olduklarına inanıyorlardı ki zaten öyle de olması lazımdı.

Ondaki ilmin kazanılmış bir ilim olmadığına ve ayrıca o ilmin ona Cebrail tarafından öğretildiğine de inanıyorlardı ki öyle de olması lazımdı.

Onun, verdiği hükümde isabetli ve doğru olduğuna, yanlış hüküm vermesi durumunda Yüce Allah tarafından düzeltileceğine de inanıyorlardı ki öyle de olması lazımdı.

Muhammed’in otoritesi ve toplum algısı

Tüm insanlığa ulaştırdığı Kur’an üzerinde gerekli olan tüm yetkilerin ona ait olduğuna inanıyorlardı ki öyle de olması lazımdı.

Risalet görevini yaparken Allah’ın, Cebrail’in, Meleklerin ona destek ve yardımcı olduklarına da inanıyorlardı ki öyle de olması lazımdı.

Allah resulünün kendilerinin yardımına muhtaç olmadığına, tam tersi kendilerinin Allah’ın ve O’nun resulünün yardımına muhtaç olduklarına inanıyorlardı ki öyle de olması lazımdı.

Onun sözlerinin ne kadar koyu olursa olsun kendi aralarındaki ihtilaf, kavga ve anlaşmazlıkları çözen hüccet değerinden sözler olduğuna inanıyorlardı ki öyle de olması lazımdı.

Hayatı düzenleyen yasama kanunlarının, kanunları uygulama biçiminin, haklının hakkını haksızdan alan yargılama şeklinin tartışılmaz olduğuna inanıyorlardı ki öyle de olması lazımdı.

İşte bu, özellikle Allah resulü Muhammed’i, yaşadığı müddetçe sözü hüccet, emirleri itirazsız dinlenen kişi haline getiriyordu. O, bu haliyle, içinde yaşadığı insanlardan ayrılarak müstesna bir konuma gelmişti. “Yüce dostlar katına” diyerek son nefesini verdiğinde özelde ona arkadaşlık yapmış olanlar -genelde tüm insanlık- SÖZÜ DİNLENEN BİR ADAMI kaybetmiş oldu. 

İnsan türünün yapısı ihtilaf ve anlaşmazlık üretmeye meyyaldir. Allah resulü öldüğünde, insan türünden, ihtilaf çıkarma ve anlaşmazlık yapma kabiliyetlerini alıp beraberinde götürmedi. Nitekim ilk ihtilaf daha cenazesi defnedilmeden çıktı. Tarihte “hilafet meselesi” olarak nam salmış bu ihtilaf günümüze kadar çözümlenmemiş bir ihtilaf olarak gelmeye devam etti. Bu ihtilaf Allah resulünün ölümünden bir ay önce çıksaydı Allah resulü bunu bir dakikada çözerdi çünkü o sözü dinlenen adamdı. Bu meselede şöyle düşünmek mümkündür. Allah resulünün getirdiği Kur’an duruyor; Allah resulünün tüm davranışları, sözleri, meseleleri çözmede kullandığı yöntemler tartışmanın taraflarının hepsinin hafızasında ter ü taze olarak duruyor. Hepsi Allah resulü ile direkt muhataptı ve resul ile aralarına kimse girmemişti. Resulü üçüncü, dördüncü, beşinci, altıncı râviden duyup öğrenmemişler, onun hakkındaki bilgileri direkt onu görerek ve onunla birlikte yaşayarak öğrenmişlerdi. Bu ihtilafları çözmek için her ne lazımsa hepsi de onlarda vardı. Eksik olan tek şey sadece resulün canlı kanlı bedeniydi ama buna rağmen çözemediler ve kendilerinden sonra Müslümanları ikiye bölecek ‘Şii-Sünni ayrımı’nın temellerini attılar. Burada ne eksikti? Bilgi vardı, resulün sözleri vardı, Kur’an vardı ama sözü dinlenen adamın sözü birinin rivayetine ya da anılarına dönüşünce sözler aynı olsa bile “sözü dinlenen adamın” ağzından çıkmayınca aynı etkiyi yapmadı.

Hepsi Medine’deydi, hepsi resulle direkt muhataptı, hepsi aracısız ona ulaşıyordu ama sözler artık sözü dinlenen, o ayrıcalıklı, o müstesna, o öğretmeni ‘Cebrail’ olan adamın ağzından çıkmıyordu çünkü.

Üçüncü halife seçiminin, Osman’ın katli meselesinin, Cemel ve Sıffin Savaşı’nın bundan bir farkları yoktu. Bu olayların tamamı resulün hadislerini râviler üzerinden öğrenen adamlar tarafından çıkarılmadı, tam tersi bizzat resulün sözlerini duymuş, resulle oturup kalkmış, kimi zaman bir lokma ekmeği onunla bölüşmüş, onunla gülmüş, onunla ağlamış adamlar tarafından çıkarıldı.

Hadislerin çözüm gücü ve sınırları

Hadisler hepsinin hafızasında duruyordu ve onların hafızasındaki hadisler asla zanni değildi, tam tersi gözleriyle gördükleri, elleriyle dokundukları, kulaklarıyla duydukları YAKİNİ bilgiydi.

Eğer o yaşıyor olsaydı Müslümanların tarihine onları parça parça edecek olayları başlatan arazlar olarak geçen bu olayların olmasına müsaade etmezdi. İyi de ne eksikti? Sadece Allah resulünün bedeni eksikti.

Bu durumda (ahmakça) bir akıl yürütüp şöyle desek kim buna karşı çıkabilir ki:

Siz “hadis hadis” deyip duruyorsunuz. Hadislerin İslam’ın anlaşılmasında vazgeçilmez yeri olduğunu iddia edip duruyorsunuz. Hadislerin bize gelişi 7 râviden sonradır. Bu hadisler çözüm olsaydı hadislerin kendi hafızalarında YAKİNİ bilgi olarak durduğu adamların meselesini çözerdi. Ebubekir hadislerle meselesini çözemedi, Osman’ın hilafetine karar verenler hadislerle doğru bir seçim yapamadılar. Cemel Savaşı’nda savaşan taraflar hadislerin kaynağı olan taraflardı ama onlar o hadislerle kendi meselelerini çözemediler; Hakem olayının tarafları kendilerinden sonrasına yüzlerce hatta binlerce hadis rivayet edenlerdi ama rivayet ettikleri o hadislerle kendi meselelerini çözemediler. Sıffin Savaşı’nda tarafların her ikisinde de onlarca hadis râvisi vardı ama o hadisler binlerce insanın ölümüne engel olamadı. Ha keza yönetimin saltanata dönüşmesini sağlayanlar yine hadislerin ilk kaynağı olanlardı.

Sahabeler, “biz onlarla sorun çözelim, Kur’an’ı daha iyi anlayalım” diye bize hadis rivayet ediyorlar ama rivayet ettikleri hadisler onların sorunlarını çözmüyor; üstelik hadisler onların hafızalarındayken kesinlikle zanni değildir çünkü onlar hadisleri İLK ELDEN almış hatta bizzat kendileri ilk el olmuşlardır ama buna rağmen hadisler sorunları çözmedi. Onlardan sonra hadisler aktarıla aktarıla zanni bilgiye dönüştü. O halde nasıl olacak da YAKİNİ BİLGİ halindeyken sorun çözmeyen hadisler HABER-İ VÂHİD olduğunda sorun çözecek?

Bu durumda iki şık çıkar karşımıza:

  1. Ya hadisler bu sorunları çözmede yetersiz.
  2. Ya da sahabeler hadislere sâdık değiller.

Aslına bakılırsa bu iki şıktan hangisi olursa olsun ‘HADİS’ denen olgunun üzerine bir karabasan gibi çökmekte ve güvenilirliğini tartışmalı hâle getirmektedir.

Mesela, dürüstlükle ilgili hadisleri nakleden İBN ABBAS’ın başı tam da dürüstlük meselesi yüzünden EBU ESVED ED-DÜELİ ile belaya girmişti. Dürüstlükle ilgili hadisleri rivayet eden İbn Abbas neden bu hadislerle kendi dürüstlük sorununu çözemedi?

İnsanları yönetmenin nasıl kılı kırk yaran bir dikkat istediğine dair hadisler nakleden Osman b. Affan neden bu hadislerle kendi yönetiminin problemlerini çözemedi?

Ayetle sabit ADİL HAKEMLİK meselesi ve ona bağlı olarak onlarca hadis neden bu hadisleri nakleden tarafların hakem olayında çözüm olamadı?

Taraflardan her ikisi de en çok hadis rivayet eden sahabeler olan ve biri zevcesi diğeri hem damadı hem kuzeni olan Aişe annemiz ve Ali arasındaki meselede hadisler neden çözüm olamadı?

İbn Abbas’ı hariciler gönderirken “Onlarla Kur’an üzerinden tartışma, hadisler üzerinden tartış.” diye öğüt veren Ali neden karşı tarafta da en çok hadis rivayet eden Aişe annemizle hadisler üzerinden anlaşamadı?

Dedik ya hangisi olursa olsun olayın üzerine gölge düşmekte.

1- Eğer hadis denen olgu yetersiz olduğundan sahabelerin sorunlarını çözememişse zaten yetersizdir o kadar gürültüye gerek yok.

2- Yok, hadisler yeterli ama sahabeler hadislere sâdık değillerse bu durumda böylesi kişiler SİKA (güvenilir) olma özelliklerini kaybederler ve böylelerinden hadis kabul edilmez.

  • HİLAFET SORUNU
  • KUR’AN’IN CEM’İ SORUNU
  • OSMAN’IN HİLAFETİ
  • OSMAN’IN KATLİ
  • CEMEL SAVAŞI
  • SIFFİN SAVAŞI
  • HAKEM OLAYI
  • EMEVİ SALTANATI
  • YEZİD’İN HİLAFETİ
  • HASAN’IN KATLİ
  • HÜSEYİN’İN KATLİ
  • HARRE VAKASI
  • KABE’NİN YIKILMASI
  • ABDULLLAH B. ZÜBEYR VAKASI

Bunlar ve daha saymadığım onlarca irili ufaklı meselelerin tamamı HADİSLERİN İLK ŞAHİTLERİ tarafından çıkartılmış ve tarih boyunca ne hadis ne de Kur’an ile çözümlenmiş, çözümlenmemekle kalmayıp Müslümanları bir daha bir araya gelemeyecek şekilde parça parça etmiştir.

Taraflarının, hadislerin kaynağı olan kişiler olduğu bu olayları çözemeyen hadislerin Ali-Veli arasındaki tarla sınırı ihtilafını, ya da Hüso ile Haso arasındaki mal alışverişinden kaynaklanan ihtilafı çözmede vazgeçilmez delil olarak kullanılması tam bir iki yüzlülük olmamakta mıdır?

Günümüzden 1000 sene önce yaşamış bir musannifin, yedi râviden sonra, oradan buradan ve tamamen keyfi usullerle Allah resulüne içtihaden izafe ettikleri sözlerin Kur’an’ın vazgeçilmezi olarak alınması hangi usulle açıklanabilir ki?

Kur’an ve hadis ilişkisi ile varoluş meselesi

Mesele artık “Kur’an yeter / Kuran yetmez” meselesini çoktan aşmıştır. Mesele bir varoluş meselesidir. Mesele; “Biz mümin olarak şu lanet edilesi dünya düzeninde var olacak mıyız yoksa hep sünepe kalacak mıyız?” meselesidir.

Mesele, “Kendi kaderimizi kendimiz yazacak mıyız yoksa kafirlerin ve tağutların yazdığı senaryodaki rolümüzü bir kader olarak yaşayacak mıyız?” meselesidir.

Mesele, “necasetten taharet, yenmesi helal-haram olan hayvanlar, namazın rükünleri, ihram giyme modası, şeytan taşlama çılgınlığı” meselesini çoktan aşmıştır. Mesele, “Allah, O’nun kitabı, resulleri, melekleri; ahiret tasavvurumuzu inşa edecek mi etmeyecek mi?” meselesine çoktan dönüşmüştür.

Mesele, “hayatımızın bir parçasını Allah resulüne verme” meselesini çoktan aşmıştır çünkü ortada ne Allah’a ne de O’nun risaletine verecek hayat kalmıştır.

Mesele, “sinekten yağ çıkarma yöntemlerinin öğretildiği fıkıh usulü” meselesini çoktan aşmıştır. “Sineklerin bile bir değerinin olduğu şu dünyada MÜMİN olarak var olacak mıyız olmayacak mıyız?” meselesine çoktan dönüşmüştür.

“Kafirler tarafından kurulmuş dünya düzeninde VAR OLACAK MIYIZ, OLMAYACAK MIYIZ?”

Mesele işte tam da budur!

Kavramlar: