Yaratilis Baglaminda Safirler

YARATILIŞ MEVZUSU BAĞLAMINDA ‘SAFİR’LER

ABESE SURESİ’nde ‘SEFERAT-KİRAM-BERARAT-TEZKİRATUN’ ve ‘KİTAP VE HİKMET’

كَلَّٓا اِنَّهَا تَذْكِرَةٌۚ
Abese 80 / 11

Kellâ innehâ teżkira(tun)

SV Meali – Yok, yok… Bunlar ileride hatırlanacaktır.

فَمَنْ شَٓاءَ ذَكَرَهُۢ
Abese 80 / 12

Femen şâe żekerah(u)

SV Meali – Kim ne yapmışsa onu hatırlayacaktır.

ف۪ي صُحُفٍ مُكَرَّمَةٍۙ
Abese 80 / 13

Fî suhufin mukerrame(tin)

SV Meali – Bunlar, değerli sayfalara,

مَرْفُوعَةٍ مُطَهَّرَةٍۙ
Abese 80 / 14

Merfû’atin mutahhera(tin)

SV Meali – yüksek nitelikli ve temiz sayfalara

بِاَيْد۪ي سَفَرَةٍۙ
Abese 80 / 15

Bi-eydî sefera(tin)

SV Meali – Yazıcıların elleriyle kaydedilir.

كِرَامٍ بَرَرَةٍۜ
Abese 80 / 16

Kirâmin berara(tin)

SV Meali – güvenilir, değerli yazıcıların…

قُتِلَ الْاِنْسَانُ مَٓا اَكْفَرَهُۜ
Abese 80 / 17

Kutile-l-insânu mâ ekferah(u)

SV Meali – Kahrolası insan, ne kadar da nankördür!

مِنْ اَيِّ شَيْءٍ خَلَقَهُۜ
Abese 80 / 18

Min eyyi şey-in ḣalekah(u)

SV Meali – Allah onu hangi şeyden yarattı?

مِنْ نُطْفَةٍۜ خَلَقَهُ فَقَدَّرَهُۙ
Abese 80 / 19

Min nutfetin ḣalekahu fekadderah(u)

SV Meali – Döllenmiş yumurtadan değil mi? Yarattı, arkasından ölçüsünü belirledi.

ثُمَّ السَّب۪يلَ يَسَّرَهُۙ
Abese 80 / 20

Śumme-ssebîle yesserah(u)

SV Meali – Sonra yolunu kolaylaştırdı.

ثُمَّ اَمَاتَهُ فَاَقْبَرَهُۙ
Abese 80 / 21

Śumme emâtehu feakberah(u)

SV Meali – En sonunda onu öldürecek ve mezara koyacaktır.

ثُمَّ اِذَا شَٓاءَ اَنْشَرَهُ
Abese 80 / 22

Śumme iżâ şâe enşerah(u)

SV Meali – Daha sonra onu, istediği zamanda mezardan çıkaracaktır.

كَلَّا لَمَّا يَقْضِ مَٓا اَمَرَهُۙ
Abese 80 / 23

Kellâ lemmâ yakdi mâ emerah(u)

SV Meali – Yok, yok… (Sana ihtiyaç duymayan kişi), bu güne kadar Allah’ın verdiği emri tutmadı.

Yine konumuz bağlamında genelde Abese özelde şu yukarıya aldığım kısmı gündeminize taşıyorum.

Burada öncelikle dikkat edilmesi gereken âyetler 12. ilâ 16. âyetlerdir.

12. âyette ‘ZEKERAHU’ cümlesinde bir ‘HU’ zamiri var… Geriye doğru bunun mercisini aramaya başladığımızda ben bu ‘hu’ zamirin döndüğü müzekker bir kelime tespit edemedim. Tek müzekker kelime fiillerin failleri.

Fakat bu zamirin mercisini tespit etmeyi biraz daha ileriye bırakırsak ve devam eden âyetlere bakarsak neyi arayacağımızı daha iyi anlayabiliriz.

O ‘HU’ ne ise ‘Fİ SUHUFİN MUKERRAMETİN MERFUATİN MUTAHHARATİN’miş.

Ve dahası ‘Bİ EYDİ SEFERATİN KİRAMİN BERARATİN’miş.

Bu âyetlerde ilk tespit edilmesi gereken şey kelimelerin sonundaki yuvarlak ‘TA’nın müenneslik için mi yoksa başka bir şey için mi olduğunu tespit etmektir.

Bir açılım olsun diye TERSİ bir durumun olduğu bir âyet:

كَلَّٓا اِنَّهُ تَذْكِرَةٌۚ
Müddessir 74 / 54

Kellâ innehu teżkira(tun)

SV Meali – Hayır hayır, Kur’an doğru bilgidir.

Burada müpteda müzekker, haber ise müennestir.

كَلَّٓا اِنَّهَا تَذْكِرَةٌۚ
Abese 80 / 11

Kellâ innehâ teżkira(tun)

Safir imgesi ve tematik tahlil

SV Meali – Yok, yok… Bunlar ileride hatırlanacaktır.

SV Vakfı’nın mealine dikkat ettiyseniz kastedilen şeyin insanın amel defteri olduğu söylenmiş.

‘BERARA’ ve ‘SEFERA’nın çoğul siga olduğunu söylüyor irab siteleri, ‘KİRAM’ da çoğul.

Şu âyetlerde irabın şöyle olması lazım:

كَلَّٓا اِنَّهَا تَذْكِرَةٌۚ
Abese 80 / 11

NASB EDATI … ‘İNNE’

‘İNNE’NİN İSMİ … ‘HA’

‘İNNE’NİN HABERİ … ‘TEZKİRAT’

12 ilâ 15. ayetlerin hepsi ‘TEZKİRAT’ kelimesinin sıfatı konumunda.

Çeviri ise sondan başa doğru yapılmalı: HİÇ KUŞKUSUZ Kİ O (16, 15, 14, 13, 12, 11 âyetler) ‘…-AN TEZKİRA’DIR

Cümlenin yapısının böyle olması lazım.

Bir tek cümleden 6 âyet çıkarılmış.

كَلَّا اِنَّهَا تَذْكِرَةٌۚ َمَنْ شَٓاءَ ذَكَرَهُۢ ف۪ي صُحُفٍ مُكَرَّمَةٍۙمَرْفُوعَةٍ مُطَهَّرَةٍۙ بِاَيْد۪ي سَفَرَةٍۙ كِرَامٍ بَرَرَةٍۜ
Abese 80 / 11

Kellâ innehâ teżkira(tun) femen şâe żekerah(u) fî suhufin mukerrame(tin) merfû’atin mutahhera(tin) bi-eydî sefera(tin) kirâmin berara(tin)

İşte böyle olması lazımdı. YALNIZ küçük, çok küçük bir sorun var… Âyette “KAYDEDİLİR” diye bir kelime yok. Daha da küçük bir sorun var o da ‘HU’ zamirinin insanın amellerinin yazıldığı deftere nasıl döndüğü ile ilgili bir MERCİ de yok… Tabi SV için bu sorunlar çok küçük oldukları için çok da kafaya takmamışlar.

314_Yaratilis_Baglaminda_Safirler

314_Yaratilis_Baglaminda_Safirler

‘KUTİLEL İNSAN’ ifadesine KURTUBÎ’nin TEFSİRİ

ZEMAHŞERÎ

NAHİVDEN şu açıklamayı yapıyorlar… Mazi fiiller “beddua” anlamında olduğundan başka şekilde kullanılır.

‘TEBBET YA DA’ … “iki eli KURUSUN”

‘KATELEHUMUMLLAH’ … “Allah onları KAHRETSİN”

KUTİLE KEYFE KADDER’ … “GEBERESİCE nasıl ölçtü”

Onlara göre bu bedduaları yapan ALLAH…Bunlar gibi epey var.

En tuhafı şu… ‘KATELEHUMULLAH’… Allah onları kahretsin.” diyen de Allah.

Her ne kalıp bulurlarsa bulsunlar, hangi yorumu getirirlerse getirsinler Yüce Allah’ın şu hallerinin anlaşılması mümkün değildir:

  1. YEMİN ETMESİ
  2. DUA ETMESİ
  3. BEDDUA ETMESİ
  4. KÖTÜ LAKAB TAKMASI (Yakub’a lakap olarak verildiği söylenen ve anlamı “Allah ile güreşti.” olduğu söylenen ‘israil’ kelimesi gibi)
  5. MUHATABINI HAK ETMEYEN SIFATLARLA TANIMLAMASI

DUA üslubu, bir İSTEK kipidir. Yüce Allah’ın dua veya beddua etmesi için KENDİSİNDEN daha Yüce bir varlığın olması lazımdır ki ondan istesin.

Kendisinden daha düşük varlıklardan istemesi ise kesinlikle Yüce Allah için ACZİYET olacaktır ki O, acze düşmekten münezzehtir.

İSTEK-TALEP-EMİR üsluplarının tamamında fiil “emir fiil” kalıbında gelir. Bu üsluplarda cümlenin emir mi yoksa talep-istek mi olduğu failden, mefulden ve mefulü bihden anlaşılır.

Meselâ,

رَبَّنَا وَلَا تُحَمِّلْنَا مَا لَا طَاقَةَ لَنَا بِه۪ۚ وَاعْفُ عَنَّا۠ وَاغْفِرْ لَنَا۠ وَارْحَمْنَا۠ اَنْتَ مَوْلٰينَا فَانْصُرْنَا عَلَى الْقَوْمِ الْكَافِر۪ينَ

rabbenâ velâ tuhammilnâ mâ lâ tâkate lenâ bih(i) va’fu ‘annâ vaġfir lenâ verhamnâ ente mevlânâ fensurnâ ‘ale-lkavmi-lkâfirîn(e)

BAKARA suresinin son cümlesi olan bu âyette fiillerin tamamı EMİR kalıbındadır. Bu fiillerin emir fiil olması durumunda ortaya çıkacak anlamın asla mümkün olamayacağı aşikârdır.

Işte bu durum cümlenin dua cümlesi olduğunu gösterir. Çünkü alt makam üst makama emir veremez.

Yani dua ve beddua cümlelerinde hep istekte bulunan “alt makam”, kendisinden istenen “üst makam” formatındadır.

Allah’ın beddua veya dua etmesi ancak ve ancak ONDAN DAHA ÜST BİR MAKAM OLMASI DURUMUNDA MÜMKÜNDÜR.

Bu kadar basit bir ölçüyü bu müfessirlerin bilmemesi mümkün değildir.

Abese 11 ve 12. âyetlerdeki zamir uyumsuzluğuna dikkat çekmiştim. Bu uyumsuzluk haricinde 12. âyetten sonra gelen cümlelerin ta 17. âyete kadar sıfat olduğunu da söylemiştim. Eğer 12. âyetteki ‘HU’yu temel alırsak marife olduğu için 12. âyetten sonraki cümlelerin hepsi HAL olur. Zil hal ise ‘HU’ zamiri olur. Yok, eğer 11. âyetteki ‘TEZKİRATUN’ kelimesini alırsak bu durumda 12. âyet de dahil olmak kaydıyla 17. âyete kadar hepsi SIFAT olur.

Fakat bu durum zamir uyumsuzluklarını çözmez. O uyumsuzluğun nedeni bulunmadan da cümlelerin ‘HU’ zamirinin HALİ mi yoksa ‘TEZKİRATUN’ kelimesinin sıfatı mı olduğu da bilinmez.

Bu sorunun cevabı için bize yardımcı olacak şey 12. âyetin başında geçen ‘FA’ harfidir.

Onun için şu soruyu sorma zorunluluğu vardır: 12. ÂYETİN BAŞINDAKİ ‘FA’ NE İFADE ETMEKTEDİR?

Cevap FA’sı olabilmesi için kendisinden önceki cümlenin şart cümlesi olması lazım.

ABESE suresinin 11 ve 12.âyetlerindeki ZAMİR UYUMSUZLUKLARI ile ilgili sorduğum bu sorunun cevabı şudur:

كَلَّٓا اِنَّهَا تَذْكِرَةٌۚ
Abese 80 / 11

Kellâ innehâ teżkira(tun)

Metin bağlamı ve anlatım özellikleri

SV Meali – Yok, yok… Bunlar ileride hatırlanacaktır.

فَمَنْ شَٓاءَ ذَكَرَهُۢ
Abese 80 / 12

Femen şâe żekerah(u)

SV Meali – Kim ne yapmışsa onu hatırlayacaktır.

11. âyetteki ‘inne’nin ismi olan müennes ‘HA’ zamiri 4. âyette geçen الذِّكْرٰىۜ (eżżikrâ) kelimesine dönmektedir. 11. âyette ‘İNNE’nin haberi olarak gelen ‘TEZKİRATUN’ kelimesi sadece müennesi olan MÜZEKKERİ olmayan bir kelimedir.

Bu kelime 11. âyette müennes bir zamirin HABERİ olarak gelmiştir. 12. âyette ona dönen müzekker ‘HU’ zamiri, ‘FA’ ile başlayan bir cümlenin için de bu sefer MÜZEKKER olarak gelmiştir. Nahiv açısından bunda herhangi bir sakınca yoktur. Aynı durum MÜDDESSİR suresinde tersinden işlemiştir:

كَلَّٓا اِنَّهُ تَذْكِرَةٌۚ
Müddessir 74 / 54

Kellâ innehu teżkira(tun)

SV Meali – Hayır hayır, Kur’an doğru bilgidir.

فَمَنْ شَٓاءَ ذَكَرَهُۜ
Müddessir 74 / 55

Femen şâe żekerah(u)

SV Meali –Öğrenmeyi tercih eden öğrenir.

Bu âyetlerde ‘İNNEHU’ şeklinde geçen ‘HU’ zamiri, 46. âyette geçen ‘YEVMİD DİN’ kelimesine dönmektedir.

‘TEZKİRATUN’ kelimesinin müzekkeri olmadığı için müzekker bir müptedaya haber olabilmiştir.

‘TEZKİRATUN’ kelimesi TEFİL babı’nın mastarıdır. FAKAT bu mastar MASTARI BİNAİ MERRE veya MASTARI BİNAİ NEVİ olan bir mastardır.

Yani ABESE suresinde 12.â yette geçen ‘HU’ zamiri ‘TEZKİRATUN’ kelimesine racidir… 11. âyette geçen ‘İNNAHA’ kelimesindeki müennes ‘HA’ zamiri ise 4. âyetteki müennes الذِّكْرٰىۜ (eżżikrâ) kelimesine racidir.

Kişisel ve toplumsal temaların incelenmesi

‘TEZKİRATUN’ kelimesinin müennesi olmadığı için hem müennes bir müptedaya haber olmaktadır hem de kendisinden sonra kendisine müzekker bir ‘HU’ zamiri dönmektedir. Eğer bu kelimesin MÜZEKKERİ olsaydı 12. âyette ‘ZEKERA+HU’ kelimesindeki ‘HU’ zamiri kullanılmaz onun yerine ‘TEZKİRATUN’ kelimesinin müzekkeri kullanılırdı. Fakat kelimenin müzekkeri olmadığı için eğer ‘ZEKERA TEZKİRATUN’ şeklinde gelseydi yine aynı uyumsuzluk söz konusu olacaktı. Ama kelimenin müzekkeri olmadığı için kelime 12. âyette tekrarlanmamış -ki buna hiç gerek yoktur- onun yerine müzekker zamir kullanılmıştır.

Bu müthiş kullanım hakikaten insanı kendisine hayran bırakmaktadır. Bu, Kur’an’ın ARABİYYUN olmasından dolayıdır. Yani fazla, gereksiz, laf kalabalığı olmayan bir söz olmasından dolayıdır.

‘İnne’ ile kurulan cümlelerde bazen ikinci bir tekid olan ‘LAM’ gelmektedir. Bu durum bir İNKÂRA cevap olduğu anlamına gelmektedir.

Bu ‘inne’ edatının kullanım şekilleri hakkında Ünlü filozof KİNDİ ile Endülüslü dilci MÜBERRRİD arasında geçen şöyle bir olay anlatılır:

KİNDİ: Ben Arap dilinde şu konunun açıklamasını bulamıyorum.

MÜBERRİD: Hangi konu?

KİNDİ: ‘ABDULLAHİ KAİMUN… İNNE ABDELLAHİ KAİMUN… İNNE ABDULLAHİ LE KAİMUN’ cümleleri tek bir anlam olduğu halde 3 farklı şekilde söyleniyor. Bunun açıklamasını bulamıyorum.

MÜBERRİD: Bunların hiçbiri aynı manada değildi.

  1. ‘ABDULLAHİ KAİMUN’ … haber cümlesidir.
  2. ‘İNNE ABDELLAHİ KAİMUN’ … Soran kişiye bir cevaptır
  3. ‘İNNE ABDELLAHİ LE KAİMUN’ … inkârı reddetmek içindir

‘Tezkiratun’ kelimesinin müzekkeri yoktur. Bu o kelimenin hem müzekker hem de müennes için aynı formda olacağı anlamına gelmektedir. 11. âyette müennes bir ‘HA’ zamirine HABER olmuştur. O ‘HA’ zamiri 4. âyetteki müennes bir kelimeye karşılıktır. Eğer ‘tezkiratun’ kelimesinin müzekkeri olsaydı 12. âyette ‘HU’ zamiri yerine ‘TEZKİRATUN’ kelimesinin müzekkerinin konulması şart olurdu. Yani 12. âyette bir zamir değil bizzat kelime kullanılmak zorundaydı. Fakat kelime sadece müennes formda olduğu için kelime TEKRAR edilmemiş, bunun yerine o kelimeye müzekker ‘HU’ zamiri atfedilmiştir. ‘TEZKİRATUN’ kelimesinin sadece müennesi olduğunu bilmeyen bizim gibiler böylesi bir durumla karşılaşınca şaşırıp kalmaktadırlar. O dili konuşan birileri olsaydık hiç şaşırmaz, kelimenin sadece müennes formu olduğunu bilirdik. Ama bizim gibi o dili konuşmayanların o kelimenin sadece müennes formda olduğu işte bu yollarla öğretilmektedir. Bu şekilde ‘TEZKİRATUN’ kelimesine müzekker zamirin atfedildiği 3 tane âyet vardır… O âyetlerde ‘TEZKİRATUN’ kelimesinin “haber” olduğu müzekker zamirin mercilerine baktığımızda karşımıza müzekker kelimeler, müennes zamirlere haber olduğunda ve bu müennes zamirlerin mercilerini aradığımızda ise karşımıza müennes kelimeler çıkmaktadır. Belki tam anlatamıyorum ama inanın bu durum, bu metnin sadece Arapça konuşanları değil yeryüzündeki tüm insanları göz önüne alarak hazırlandığını gösterir.

Meselâ, Müddessir suresinde geçen ‘İNNEHU TEZKİRATUN’ âyetindeki ‘HU’ zamirinin mercisini aramak için geriye doğru gittiğinizde karşınıza ‘ED-DİN’ kelimesi çıkmaktadır.

HÂKKA suresindeki ‘İNNEHU TEZKİRATUN’ ifadesindeki ‘HU’ zamirinin mercisini tespit için geriye doğru gittiğinizde ise karşınıza ‘İNNEHU LE KAVLU RESULÜN KERİM’ ifadesi çıkacak… Bu cümledeki ‘HU’ zamirinin mercisini aramak için geriye doğru gittiğinizde ise bu sefer karşınıza ‘HAKKATUN’ kelimesi çıkacak… Bir metni bu şekilde dizayn etmek insanın tüylerini diken diken ediyor. Bu nasıl ince bir hesap demeden insan kendisini alamıyor.

ŞART CÜMLESİNİN başına ‘FA’ gelmesi kendisinden sonraki cümlenin şart cümlesi veya başka bir cümle şekli ile alâkalı değildir.

Bu ‘FA’nın bağlaç olarak geldiği yerlerde şart ŞUDUR: Önceki cümleyi sonraki cümleye atfetme imkânının ol-ma-dı-ğı durumlarda ‘FA’ edatı gelir. Zaten atfetme imkânı varsa ‘FA’ değil ‘VAV’ gelir.

Bu, bir önceki âyetle ‘FA’ ile başlayan âyet arasında kopukluk olduğu, her ikisi başka başka şeylerden bahsettiği anlamına gelmez. Tam tersi konu yine aynıdır ama bir önceki cümle aynı konunun başka bir cephesindeyken ‘FA’ ile başlayan cümle başka bir cephededir demektir.

Önceki âyette ‘ZİKRA’ denilen bir şeyden uzun uzun bahsedilmiş. En sonunda ise ‘ZİKRA’ için ‘TEZKİRATUN’ diyerek bir yargı belirtilmiş. ‘FA’ ile başlayan cümlede ise konu ‘ZİKRA’dan ‘TEZKİRATUN’a kaymış ve onunla ilgili tanıtımlar yapılmış.

ABESE suresinde dikkatinizi çektiğim âyetlerle alâkalı olarak zamir uyumsuzluklarını tespit ettiğimize göre şimdi bu âyetlerin bizim ana gündemimiz olan YARATILIŞ meselesiyle alâkalı kısmına odaklanmamız gerekmektedir.

Bu âyetlerde bir ‘ZİKRA’dan bahsedilmektedir. O ‘ZİKRA’nın ‘TEZKİRATUN’ olduğu söylenmektedir ve o ‘TEZKİRA’NIN ise ‘Fİ SUHUFİN’ ile başlayan cümlelerde sıfatlarından ve ‘Bİ EYDİ’ diyerek de onun halinden bahsedilmektedir.

Elbette ki her kelimesi bizi ilgilendirir ama odak noktamızı ‘Bİ EYDİ SEFERAT’ ile başlayan kısma yöneltelim. Çünkü bunlara ‘MELAİKE’ denmemiş, ‘MELE-İ A’LÂ’ denmemiş, ‘RESUL’ denmemiş, ‘SEFERAT’ demiş… Bunlara Kur’an’da hiç kimseye atfedilmeyen sıfatlar da verilmiş. Şimdi bunlara peşinen bunlar “MELEKLERDİR” dememiz kolaycılık olacaktır. Evet biz artık biliyoruz ki gördüğümüz dünya gördüğümüzden ibaret değil. Ama bunu bu peşin öngörü ile değil, delillerle yapmamız gerekecektir. Çünkü tespit ettiğimiz durum bilgi haznemize eklenen bir gereksiz bilgi daha değil, İMÂN ETMEMİZİN ŞART olduğu bilgiler olacaktır.

Üstelik ‘Fİ’ ile ‘tezkiratun’a dikkat çeken kelimeler ‘Bİ’ ile o ‘tezkira’nın kimin elinde olduğuna dikkat çekmektedir.

Bu noktada ‘SEFARATİN KİRAMİN BERARETİN’ ifadeleri çok değerli ve üzerinde en ince detayına kadar durulması gereken ifadeler olmaktadır.

Şu detay bilgiyi vermeden geçemeyeceğim. ‘TEZKİRA’ kelimesi tefil babı’nın mastarlarından biridir. İlginç bir şekilde bu kelimenin anlamları arasında “MÜENNES BİR KELİMEYİ MÜZEKKER YAPMAK” gibi bir anlam da vardır.

Tam da bu anlama uygun olarak müennes bir kelime âyette müzekker yapılmıştır… Muhteşem bir incelik…

Âyette geçen ‘SEFERAT-KİRAM-BERARAT’ kelimelerinin hepsi sülasi kökten türemiş müştak kelimelerin çoğullarıdır.

Bu anlamlara baktığımızda özellikle ‘SEFARAT’ kelimesinin kastettiği kişilerin kesinlikle özel kişiler olması gerekmektedir.

‘SEFARAT’ kelimesi sülasi mücerred fiil kökünden türemiş ‘SAFİR’ (سافر) kelimesinin çoğuludur. Kelimenin sonundaki yuvarlak ‘TA’ müenneslik ‘TA’sı değildir. Mübalağa ‘TA’sı olması lazım.

Retorik araçlar ve dilsel imgeler analizi

Bu durumda ‘SAFİR’ kelimesi mübalağa ile ism-i fail olmaktadır ki mübalağa ile ism-i failler sadece sülasi mücerred kökten türerler.

Bu kelime sülasi kökünde “elçilik yapmak, haber veya mektup getirip götürmek, görünmek, açılmak, belirmek, açığa çıkmak” anlamlarına gelmektedir.

Şu hâlde ‘SAFİR’ kelimesi bu anlamların hepsini içermelidir.

NEDEN?

Çünkü bu anlamlardan hangisini yaparsanız yapın aslında hepsini yapmış olursunuz.

ELÇİLİK yapmak için “sürekli bulunulan konumu terk etmek, açığa çıkıp belirmek, bir haberi götürmek, bir şekilde görünmek, görününce belirmek” zaten olmaktadır.

Öyleyse anlam şu şekilde olmalıdır… “BELİREREK / GÖRÜNMEZKEN GÖRÜNEREK HABER GETİREN ELÇİLER.”

‘KİRAM’ kelimesi ise kalıbı itibariyle SIFAT-I MÜŞEBBEHE’dir.

‘Kiram’ kelimesi sıfatı müşebbehedir ve kökü ‘KERUME’ fiilidir. Yani beşinci bab’tan gelen bir fiildir. Bunun sıfat-ı müşebbehe’si ‘KERİM’dir bunun da çoğulu ‘KİRAM’dır. Anlamı “CÖMERT, AZİZ, DEĞERLİ, ASİL, FAYDALI, KOLAYCA VEREN” şeklindedir.

‘SEFERAT’ olduklarına göre burada “KOLAYCA vermek” anlamı daha uygun düşmektedir. Yani “getirdikleri haberi kolayca (zorluk çıkarmadan, süründürmeden, sadece ucunu gösterip gerisini merak ettirmeden) verenler.”

Buna da şu anlam verilebilir: “GETİRDİKLERİ HABERİ KOLAYCA VEREN ŞEREFLİLER, ASİLLER.”

‘BERARAT’ kelimesine gelince bu kelime de mübalağa ile ism-i fail olması lazım. Sonundaki ‘TA’ da mübalağa için olması lazım. Anlamı: “Sorumluluğunu iyi bilen, tabiatı itibariyle iyi, samimi, içten, itaatkâr, yaptığı işi gösterişsiz yapan” şeklinde olması lazım.

Aynı şekilde bu kelimenin, “sözünün gereğini yerine getiren, sözün hakkını veren” anlamları da vardır… Bu kelime ‘SAFİR’ kelimesine sıfat olduğu için “SÖZÜN HAKKINI VEREN, SÖZÜN GEREĞİNİ YERİNE GETİREN” anlamları daha uygun düşmektedir.

“SÖZÜN GEREĞİNİ YERİNE GETİRMEK” NE DEMEKTİR?

Bunlar için esas tanımlama ‘SAFİR’dir, diğer kelimeler buna sıfattır. O halde bunların “sözün gereğini yerine getirmeleri” demek hem “ELLERİNDEKİ SÖZÜ KOLAYCA VERMEK, SÂDIK KALARAK VERMEK” hem de “SÖZÜN ANLAŞILMASI İÇİN KOLAYLAŞTIRMAK VE BUNUN GEREĞİNİ YERİNE GETİRMEK”tir.

Sadece 3 kelime ile Kitab’ın hangi özelliklere sahip kişiler tarafından, ne şekilde ve nasıl bir yöntemle ulaştırıldığını anlatıyor.

Bir de ‘EYD’ kelimesini dikkate aldığımızda ‘TEZKİRA’ olan ‘ZİKR’in nasıl bir denetime tâbi olduğu da anlaşılıyor.

‘TEZKİRA’ lelimesinin sıfatları ise tam da İÇERİĞİN durumundan haber veriyor.

Yani sadece bir cümle ile hem haberin kendisinden hem de haberi getirenlerden haber veriyor.

“KOLAYCA VEREN” tanımlaması kolayca vermek neyi kapsarsa tüm anlamlarını içerir. Meselâ

وَلَقَدْ يَسَّرْنَا الْقُرْاٰنَ لِلذِّكْرِ فَهَلْ مِنْ مُدَّكِرٍ
Kamer 54 / 17

Ve lekad yessernâ-lkur-âne liżżikri fehel min muddekir(in)

Tefsir geleneği ve yorum karşılaştırmaları

TDV Meali – Andolsun biz Kur’an’ı öğüt alınsın diye kolaylaştırdık. (Ondan) öğüt alan yok mu?

Bu âyetten, verilen haberin kendisinde “KOLAYLIK”tan bahsedilmektedir.

Üstelik âyete çok dikkat edin… ‘YESSERNAL KURANE’ + ‘Lİ’Z ZİKR’

“BU ÖĞRETİYİ AKILDAN ÇIKARIL-MA-YAN BİLGİ OLMASI İÇİN KOLAYLAŞTIRDIK.”

Demek ki “kolayca vermek” aynı zamanda “bilginin kolaylaştırılması” anlamını da geliyor… Yoksa siz bir bilgiyi yalvartmadan ve çok basit bir şekilde verirsiniz ama bilginin kendisi ZOR ise bu KOLAYCA VERMEK olmaz.

Biz, bu “kolayca vermek”ten “hem bilginin insana ulaşması için insanı çileden çıkaran şartlar koşmadan hem de bilginin içeriğinin insanı çileden çıkaran bir zorluğu olmadan vermek” şeklinde olması gerektiğini anlamalıyız gibime geliyor.

Zaten cömertlik “insanın çok ihtiyaç duyduğu ve kendi imkânları ile elde edemediği şeyleri, kişinin ihtiyacı olan şeyleri ihtiyacı olduğu şekilde vermek” değil midir?

AÇ olan kişinin karnını doyurmak için ona zor şartlar koşmak cömertlik olmayacağı gibi kişinin yemekte zorlanacağı ve hatta en sonunda da yiyemeyeceği binlerce yiyeceği o kişiye vermek de cömertlik değildir.

Cömertlik hem yemeğin kendisinin tam da ihtiyaç duyacağı şekilde olması hem de tam da kişinin ihtiyacına uygun şekilde verilmesidir.

Elbisesi olmayana şapka vermek, ayakkabısı olmayana çorap vermek cömertlik olmaz ki.

CÖMERTLİK = GEREKLİ OLANI, GEREKTİĞİ ZAMANDA, GEREKTİĞİ ŞEKİLDE VE GEREKEN MİKTARDA İSTENMEDEN, YALVARTMADAN VERMEKTİR.

Âyette geçen ‘Bİ EYD’ kelimesi çok daha fazla önem kazanmaktadır.

314_Yaratilis_Baglaminda_Safirler

İşte bu ifade hem Kur’an’ın denetiminin ne şekilde olduğunu bildirmekte hem de bundan önceki tanımlamalarda o denetimin nasıl olduğu bildirilmektedir

‘SUHUF’ kelimesinin sıfatlarından biri olan ‘MUTAHHARAT’ kelimesi kanaatimce kesinlikle ‘MUZAHHARATUN’ şeklinde olmalıdır.

“AÇIKLANMIŞ, BİLDİRİLMİŞ, DUYURULMUŞ, AÇIĞA ÇIKARILMIŞ, GİZLİLİKTEN GÖRÜNÜR HÂLE GETİRİLMİŞ, BİLİNMEZDEN BİLİNİR HÂLE GETİRİLMİŞ.”

Kelimeye kök harfleri ‘T+H+R’ olan bir kelimeden türemiş TEFA’UL BABI’nın ism-i mefulü olarak anlam verecek olursak… “PİSKEN TEMİZ HÂLE GETİRMEK, DAHA ÖNCEKİ MADDİ VE MÂNEVİ KİRLERİNDEN ARINDIRILMIŞ HÂLE GETİRMEK” gibi bir mana çıkar ki böyle bir manayı kabul etmek imkânsızdır.

Abese suresindeki âyetlerde ‘SUHUF’ kelimesine dönen sıfatların kalıplarına lütfen dikkat edelim: ‘MÜKERREMAT-MERFUAT-MUTAHHARAT’

Hepsi de ism-i meful.

Yani şimdi ism-i mefullerin bir hareketten etkilenen nesne olduğunu düşündüğümüzde kirli olan ‘MUTAHHAR’ yapılır, katışıksız olmayan katışıksız yapılır. Bunu göz önüne aldığımızda buradaki ism-i mefullerin ‘SUHUF’ kelimesinin zaten var olan içeriğini bir halden bir hâle getirmeyle değil, o ‘suhuf’ların işlevleri ile alâkalı olması lazım… Meselâ görünmez olanı görünür hâle getirmek ya da bildirilmemiş olanı bildirilmiş halde getirmek ‘suhuf’ların içeriği ile alâkalı değil, durumları ile alâkalı olur ki bu hem mümkündür hem de zaten öyle olmak zorundadır.

‘SAFİR’LERİN sıfatlarının da bu kitaba bir katkı şeklinde değil de kitapla muhatap olanlara bir katkı şeklinde anlaşılması konuya daha uygundur gibime geliyor.

Yani “KOLAYCA VERMEK” veya “KUR’AN’I KOLAYLAŞTIRMAK” Kur’an üzerinde birtakım oynamalar yapmakla değil, insan türünün kapasitesini artırmakla oluyor sanki.

Yani YEMEK YİYECEK DİŞİ OLMAYANA DİŞ VERMEK gibi, idrakini arttırmak gibi…

Yani yemeği değil de yemek yiyecek adamı değiştirmek…

Mesela ‘YESSERNAL KUR’AN’ … “(Hem fiziki hem içerik olarak) kolayca ulaşılmasını mümkün kıldık” gibi…

İşte bu yüzden ‘MÜKERREMAT-MERFUAT-MUTAHHARAT’ ifadelerinin içerikten ziyade HÂL ile, durum ile alâkalı olmalı diye düşünüyorum.

“İnsan türünün kapasitesini arttırmak” derken, insana da bir müdahale anlamalıyız bundan.

Şimdi Kur’an’a baktığımızda ‘Kitap’ ile beraber ‘HİKMET’ de veriliyor… İşte bu ‘HİKMET’ insanın anlama kapasitesini yükselterek onu Kur’an’ı anlamada daha yetkin hâle getiriyor… Yani metnin seviyesi düşürülmek yerine insanın seviyesi yükseltiliyor.

‘HİKMET’ kelimesinin geçtiği bağlamlara baktığımızda “VERİLEN ve ÖĞRETİLEN bir şey” olduğunu görüyoruz. Kelime hep ‘Kitap’la beraber ama ‘Kitap’tan ayrı olarak geçmektedir… ‘KİTAB VE HİKMET’ şeklinde.

Yani bir şey var ‘Kitap’ta değil, Kitap’tan ayrı ama tamamen Kitap’tan bağımsız değil…

“Kur’an’ın YAZILI bir şekilde verildiğini” temel aldığımızda (ki kesinlikle böyledir), BİR YAZI veriliyor… Bu yazı hazır bir yazı. Yazılırken beşer resullere danışılmıyor. Ya da insan türünden birine REDAKTE ettirilmiyor.

Şimdi şöyle bir empati yapalım… Bize fiziki konumunu, dizaynını, içeriğini bilmediğimiz, birileri tarafından hazırlanmış TÜRKÇE bir yazı veriliyor. Bu yazı hakkında bize deniliyor ki; “Bu yazı üzerinde herhangi bir tasarruf hakkınız yoktur. Bu yazıda herhangi bir gramer hatası olmadığı gibi TÜRKÇE dilinde bundan daha Türkçe olan başka bir metin de yoktur. ÇELİŞKİSİ, yanlışı, yalanı yoktur.” deniliyor ve farz edelim ki ekleniyor; “İşte bu Türkçe yazıya göre yaşamalısınız çünkü öleceksiniz ve bu yazıdan hesaba çekileceksiniz.”

Burada bize lazım olan şey nedir?

Burada bize lazım olan şey kesinlikle ve kesinlikle her şeyden önce o yazının GRAMER kurallarıdır. Çünkü anlamı ortaya çıkaran ve belki de ortaya çıkarmasından daha önemli olarak anlamı sabitleyen şey GRAMERDİR.

FAKAT Türkçe konuşanların Türkçesi de şu durumdadır… Üzerinde ittifak edilen bir metin yoktur ve hiç olmamıştır. Türkçe denilen dilin saf ve bozulmamış halde olduğunun delili de yoktur.

Bu durumda bize konuştuğumuz dildeki kuralları sabitleyecek üst bir bilgi gerekmektedir. İşte bu şeyin adı ‘HİKMET’TİR.

Yazıyı daha kolay hâle getirmek için müdahale şansınız yoktur. Cümleleri yeniden düzenleme gibi bir şansınız da yoktur ama METNİ kolayca anlamak için gerekli donanıma sahip olma şansınız vardır.

Yani ‘HİKMET’, yazının kapasitesini anlamak için insana yapılan bir müdahaledir.

Resuller zaten ‘KİTABI ve HİKMETİ’ öğretmekle görevlendirilmişlerdir.

Peki neden sadece KİTABI öğretmek demedi de ‘kitab ve hikmet’ dendi?

Bunu da şöyle bir soru ile daha açık hâle getirmeye çalışayım:

Yazıyı okumayı öğrenmek GRAMER bilgisi gerektirmemektedir. Çok küçük bir çabayla en fazla bir hafta içerisinde azıcık aklı olana İngilizce okumayı öğretmek mümkündür. Ama bu demek değildir ki bu kişi o dildeki İSNAD-MÜSNED ilişkisini de öğrenmiştir. Bir yazıyı okumak ile o yazıdaki isnad-müsned ilişkisini doğru kurmak aynı şey değildir.

Dille uğraşan herhangi birine “GRAMER NEDİR?” sorusu sorulsa vereceği cevap kesinlikle “Herhangi bir yazının kelimeleri arasındaki isnad-müsned” ilişkisini tespit etmektir.” cevabını alırsınız.

Arapça cümlelerde hani biz MÜPTEDA-HABER diyoruz ya aslında onların daha üst tanımı MÜSNEDÜN İLEYH-MÜSNEDDİR.

İster fiil isterse isim cümlesi olsun her iki cümlenin temel yapısı müsned-müsnedun ileyh’tir. İşte bu, yazıyı okumakla öğrenilmez. Bu, GRAMER ile öğrenilir. İşte bu yüzden sadece ‘KİTAB’ denmemiş, ‘KİTAP VE HİKMET’ denmiş. Çünkü ‘hikmet’ kesinlikle “gramer kuralları”dır. Yani isnad-müsned ilişkisini bildirmektedir. Kelimeleri tek tek ele aldığımızda MÜSNED, birine bağlanan fiil ya da isimdir… MÜSNEDÜN İLEYH kendisine bir isim veya fiil bağlanan isimdir… Dikkat edelim ‘HİKMET’ kelimesi “bir şeyi gerektiği gibi, gerektiği şekilde ve gereken bağlarla bağlamak” anlamındadır.

İşte bu ‘hikmet’, “insanın koyduğu ölçüler” değildir. Yani müptedanın (müsnedün ileyh) marife merfu olacağı, ona bağlanan haberin (müsned’in) nekira ve merfu olacağı BİR BAĞDIR ve bu bağlar insan türü tarafından VAZedilmiş bağlar değillerdir.

Kitap da insan türünün vazettiği bir kitap değildir. O halde burada insanın konuştuğu şeklin ve biçimin temel alınması asla doğru olmayacaktır… Kitap insana ait değildir hikmet de insana ait değildir.

‘Kitab’ı getirenlerin ‘‘HİKMET’i es geçmesi aslında “insana ait olmayan” bir kitabı insana aitmiş gibi yapmak olacaktır. Ama hem yazıyı hem de o yazının kurallarını getirmek bu kitabı her yönüyle insana ait kılmamak olacaktır.

İnsan türünün YAZIYA ULAŞMASI için EKSTRA bir çaba harcamasına gerek yoktur. Hatta bırakın gramer kurallarını o yazıyı hiç okuyamayan biri bile kitaba ulaşır. Nitekim milyonlarca ve hatta milyarın üstünde insanın evinde Kur’an vardır.

Yani yazı FİZİKİ olarak ulaşılır kılınmıştır. Ama bu durum asla içeriğinin de aynı şekilde hiçbir ekstra çaba olmadan ulaşılır olduğunu göstermez.

‘Kitap’ yazılı halde gelmiştir ve ona ulaşmak için herhangi bir kısıtlama veya ön şart getirilmemiştir. Bu yazının gramerine ulaşmak için de herhangi bir kısıtlama getirilmemiştir. Fakat yazının fiziki haline her şekilde ulaşan insanların tamamı aynı şekilde yazının içeriğine ulaşamamaktadır. Bu eksiklik yazıdan değil yazıya muhatap olanlardan kaynaklanan bir eksikliktir. Öyleyse burada yazının kapasitesini düşürmek bir çözüm olmayacak tam tersi yazıya muhatap olanların kapasitesini yükseltmek daha doğru çözüm olacaktır.

Hem eğer bu kitabın insanlara ulaştırılması için seviyesini düşürmeye kalksak o seviyenin düşeceği DİP noktası yoktur.

O halde karşımızda bir yazı vardır ve bu yazıyı anlamanın EN ASGARİ bir kapasitesi vardır. Yazı o kapasitenin altına asla inemez. Tam tersi insanın oraya çıkması zaruridir.

İşte orijinal metni noktalayıp harekeleyenler tam da bunu yapmayı hedef almış. Kur’an’ı kendi idraklerinin seviyesine çekmeye çalışmışlardır…

Türkçesinde kelimelere manalarını kaybettirmeden düzenleme yapılabilir ama âyetlerin mealleri aşağı yukarı şöyle olmalı:

Abese 80/11, 12, 13, 14,15, 16

كَلَّٓا اِنَّهَا تَذْكِرَةٌۚ فَمَنْ شَٓاءَ ذَكَرَهُۢ ف۪ي صُحُفٍ مُكَرَّمَةٍۙ مَرْفُوعَةٍ مُطَهَّرَةٍۙ بِاَيْد۪ي سَفَرَةٍۙ كِرَامٍ بَرَرَةٍۜ

Kellâ innehâ teżkira(tun) femen şâe żekerah(u) fî suhufin mukerrame(tin) merfû’atin mutahhera(tin) bi-eydî sefera(tin) kirâmin berara(tin)

Gerçekten O, sözün gereğini yerine getiren, kolaylaştırıp veren, elçilerin kontrolünde, açıklanıp bilinir hâle getirilmiş, öncü kılınmış, kolayca ulaşılır hale getirilmiş sayfalarda bulunan, isteyen kimsenin onu hazır bilgi olarak alacağı, akıldan çıkarılmaması gereken dosdoğru bilgidir.

Burada bahse konu olan ‘SAFİR’LER kesinlikle ‘MELE-İ A’LÂ’DIR.

‘Sefer’ kelimesinde anlam, kişinin kendisinden daha çok, kişinin hâlini, durumunu belirtiyor.

Kavramlar: