Yaratilis Mevzusunda Yontem Arayisi

YARATILIŞ MEVZÛSUNUN ÇÖZÜMLENMESİNDE YÖNTEM ARAYIŞI

Ana gündemimiz olan “yaratılış” meselesi önünde sonunda bizi Kur’an’daki “yemin üslubu” ve “üzerine yemin eden şeyler”le karşı karşıya getirecektir. Benim “yaratılış” meselesi üzerine daha önce yaptığım çalışmalara ara vermemin nedeni de bu “yeminler” meselesidir. Yüce Allah’ın yemin etmesini kabul etsek bile üzerine yemin edilen şeylere ve yemin edilen yerlerdeki konunun bağlamlarına baktığımızda -hangi açıklama getirilirse getirilsin- derin bir boşluk ve çok büyük soru işaretleri oluşmaktadır. Bazı yerlerde üzerine yemin edilen şeyler açık seçik olsa ve kolay anlaşılsa da birçok yerde üzerine yemin edilen şeyler dahî anlaşılmamaktadır. Bunun yanında birçok yerde ne yeminin gerekçesi ne de üzerine yemin edilen şey hiç anlaşılmamış ve tarih boyunca herkes bol keseden “şu olabilir, bu olabilir” şeklinde sallayıp durmuşlardır.

Yüce Allah’ın yemin etmesi ile ilgili getirilen “Allah, üzerine yemin ettiği şeylerle ilgili bizim dikkatimizi çekmektedir.” şeklindeki açıklama tam bir safsatadır. Çünkü üzerine dikkatimizi çektiği şeylerin ne olduğu belli değildir.

Yeminler meselesini ben daha önceki derslerde işledim ve “Yüce Allah yemin etmez.” şeklinde bir yargı belirttim. Benim bu çıkışım bir durumla ilgili genel bir yargıdır. Fakat bu genel yargı sadece Allah’ın yemin etmeyeceği üzerinedir. Bu genel yargıdan şöyle bir soru çıkmaktadır. Tamam Yüce Allah yemin etmez ve yemin üslubu olduğu söylenen yerlerde yeminin şartları da oluşmamıştır. O halde bunlar yemin değilse NEDİR?

İşte bu en sondaki “NEDİR?” sorusu benim her yemin üslubu olduğu söylenen yer için “ŞUDUR” diye cevapladığım bir soru değildir… Birkaç yer için “şudur” diyebilirim ama yaklaşık 350 adet yemin için maalesef sona gelmiş değilim.

Gelmiş değilim çünkü yemin üslubunun olduğu söylenen yerlerde ortalık o kadar bulanıktır ki ne olduğunu anlamak için devasa çalışmalar yapılması gerekmektedir. Bunun için evvela ulemânın yemin üslubu var dediği yerlerin NEDEN YEMİN ÜSLUBU OLMADIĞININ ortaya konması ve çok sağlam delillerle ispatlanması, ardından da yine reddedilemeyecek delillerle ne olduğunun ispatlanması gerekmektedir.

Bu çalışma her bağlam için ayrı ayrı yapılmak zorunda olduğundan bir yeri diğer yere şablon olarak almak da mümkün olmamaktadır. Çünkü kimi yerde tahzir kimi yerde iğra kimi yerde fiili gizlenmiş bir cümle kimi yerde müptedâsı gizlenmiş bir haber ve kimi yerde de haberi gizlenmiş bir müptedâ şeklindedir.

Belki de hepsinden daha da önemlisi, İŞTİKAKA başvurmak zorunluluğudur.

Bunlar içinde en zor olanı iştikaka başvurmaktır…

Çünkü meselâ “ZÂRİYÂT” sûresinde üzerine yemin edildiği söylenen şeylerin tespiti daha çok “anlam” ve ortaya çıkan anlamların kime veya kimlere ne veya nelere döndüğü ile alâkalıdır. Ama iştikak bundan daha ötedir.

İşte bunlardan bir tanesi de TÎN SÛRESİDİR.

وَالتّ۪ينِ وَالزَّيْتُونِۙ
Tîn 95 / 1

Ve-ttîni ve-zzeytûn(i)

Tîn sûresine giriş ve yöntem

SV Meali – İncirin1 ve Zeytinin2 hakkı için.

1 Burada önemine dikkat çekilen incir, en çok mensubu bulunan dinlerden Budizm’in kurucusu Buda’nın da Nebîlerden olduğunu gösteriyor olabilir. Çünkü Budistler Buda’nın, Ganj’ın bir kolu olan Neranjara kıyısında, Gaya’da Bodhi veya Bo ağacı denen incirin altında aydınlanmaya eriştiğine inanır ve orayı kutsal ziyaret yeri sayarlar. (Budizm, Günay Tümer DİA) Allah Teâlâ Nebîmize şöyle demiştir: “Her toplumun geçmişinde bir uyarıcı mutlaka bulunmuştur.” (Fâtır 35/23-24)

2 Kudüs’te, İsa aleyhisselamın dua için sık sık gittiği dağ. Bu dağın eteğindeki Getsemani Bahçesi, İsa aleyhisselamın, havarileri ile yediği son akşam yemeğinden sonra Yahuda tarafından yakalatıldığı bahçedir. (Matta.26:36-46, Markos.14:32-42, Luka.22:39-46)]

وَطُورِ س۪ين۪ينَۙ
Tîn 95 / 2

Ve tûri sînîn(e)

SV Meali – Sina dağının* hakkı için

* Musa aleyhisselamın vahiy aldığı dağ. Buraya Sina Dağı dendiği gibi Sinîn Dağı da denir (Taberi).

وَهٰذَا الْبَلَدِ الْاَم۪ينِۙ
Tîn 95 / 3

Ve hâżâ-lbeledi-l-emîn(i)

SV Meali – Bir de bu güvenli şehrin hakkı için*!

*Buraya kadar olan üç âyette Allah yemin etmektedir. Allah’ın bir şeye yemin etmesi, onun ve ondan sonra anlatılan şeyin önemine vurgu yapmak içindir. Bu yüzden biz, bu anlama uygun meal verdik.

لَقَدْ خَلَقْنَا الْاِنْسَانَ ف۪ٓي اَحْسَنِ تَقْو۪يمٍۘ
Tîn 95 / 4

Lekad ḣalaknâ-l-insâne fî ahseni takvîm(in)

SV Meali – İnsanı, en güzel donanımda yaratırız.

ثُمَّ رَدَدْنَاهُ اَسْفَلَ سَافِل۪ينَۙ
Tîn 95 / 5

Śumme radednâhu esfele sâfilîn(e)

SV Meali – Sonra (yaptığı yanlışlar yüzünden) onu aşağıların en aşağısına indiririz.

اِلَّا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ فَلَهُمْ اَجْرٌ غَيْرُ مَمْنُونٍۜ
Tîn 95 / 6

İllâ-lleżîne âmenû ve ’amilû-ssâlihâti felehum ecrun ġayru memnûn(in)

SV Meali – İnanıp güvenen ve iyi işler yapanlar başkadır. Onlara tükenmeyecek ödül vardır.

فَمَا يُكَذِّبُكَ بَعْدُ بِالدّ۪ينِۜ
Tîn 95 / 7

Femâ yukeżżibuke ba’du bi-ddîn(i)

SV Meali – Ey insan, bu din karşısında seni yalana sürükleyen nedir?

اَلَيْسَ اللّٰهُ بِاَحْكَمِ الْحَاكِم۪ينَ
Tîn 95 / 8

Eleysa(A)llâhu bi-ahkemi-lhâkimîn(e)

SV Meali – Allah’ın kararı, herkesin kararından doğru değil midir?

Metin bağlamı ve tematik analiz

Bu (diğerleri de öyledir) sûreyi anlamaya başlamanın ilk adımı hemen yemin üslubuna girişmek ve neden yemin olmadığını ispatlamak değildir. Hepsinden önce hem meal yazarlarının hem müfessirlerin kelimelere verdikleri meallerin NEDEN bu olmayacağını ispatlamaktır. Onların yanlışlarını ve yanlışlarının arka planında neler olduğunu ortaya koymaktır.

Daha sonra sûredeki ZAMİRLERİN veya tanıtımların kim veya kimlerle alâkalı olduğunu tespit etmektir. İşte bundan sonra “Yemin üslubu mu değil mi, yemin üslubuysa NEDEN, yemin üslubu değilse NEDEN?” sorularının haklı gerekçelerine geçilmesi gerekmektedir.

TÎN sûresinin 4. âyetinde geçen ‘LEKAD HALAKNAL İNSANE…’ cümlesi işte bu sûreyi YARATILIŞ ile alâkalı bir sûre haline getirmektedir. Hatta eğer sûrede yemin varsa bu yeminlerin gerekçesi bu cümledir. Çünkü yemin üslubu da bir şart-cevap cümlesidir ve yeminin cevabında TEKİD bulunur.

Yani 4. âyet YEMİNİN GEREKÇESİDİR.

İşte bu şekilde sıkı bağlarla konu YARATILIŞ konusuna bağlanmıştır.

Kur’an’ın her bir konusu ters çevrilmiş bir piramit gibi bir noktadan başlayıp yelpaze şeklinde gittikçe açılan bir özelliğe sahiptir.

Yaratılış konusu da böyledir.

Konular işlenirken yelpazenin doğru açılıp açılmadığı her bir adımın, her bir aşamanın kesinlikle doğru olduğunun delilleri çok sağlam bir şekilde ortaya konulmalı ve her bir aşama kendisinden önceki aşamanın tamamlayıcısı olduğu gibi kendisinden sonraki aşamanın da belirleyicisi olmak zorundadır.

Bu öyle zor bir çalışmadır ki tahammül tek başına yeterli değildir.

Aynı zamanda bu çalışmayı daima canlı tutacak bir motivasyon ve bir o kadar da imkân gerekmektedir.

Kararlılık ise zaten işin olmazsa olmazıdır.

Bütün bunları bir araya getirsek bile tam olarak nerden başlayıp nereye gittiğimizi bir arada tutacak, konuları dağıtmadan ve kendimiz de dağılmadan belli bir çerçeve içinde tutacak METOD’a bağlılık ise meselenin çimentosudur.

Bazen geldiğimiz nokta bizi başladığımız noktadan o kadar uzağa götürecektir ki aradaki bağı kurmak neredeyse imkânsız gibi gözükecektir.

Söz dizimi ve dilbilimsel özellikler

İşte bu noktada harcanan enerjilerin “kümülatif” bir değer taşıması yani sonuç getirmeyen bir enerji sarfiyatı olmaması için çok sağlam bir şekilde ODAKLANMAK gerekmektedir.

Amaç; beynimizin kıvrımlarına hiç kimsede olmayan bilgiler serpiştirmek değil, KENDİ VARLIĞIMIZI YÜCE ALLAH’IN BELİRLEDİĞİ ANLAMA GETİREBİLMEKTİR.

Kur’an’ı Kur’an ile anlama metodu ile hangi âyete bakılırsa bakılsın ben Yüce Allah adına yemin ederek söylüyorum ki hiçbir şekilde müktesebatla bir gözede buluşmanın imkânı yoktur. Hangi âyetle uğraşılırsa uğraşılsın müktesebatta olmayan bilgilere ulaşacağımız kesindir. Fakat işin tehlikeli boyutu da tam burasıdır. Yolda önümüze çıkacak cezbedici başka konuların peşine takılıp ve cezbedici bir konudan cezbedici başka bir konuya sıçrayarak yol almak HER BİLGİDE YARIM KALMAK ANLAMINA GELECEKTİR.

Şimdilik geldiğimiz noktada sahip olduğumuz kendi kapasitelerimiz bizi idare etmektedir ama konu ilerledikçe ve derinleştikçe kapasitelerimizin çok az olduğunu da göreceğiz.

Ben şu kadar yıllık Kur’an çalışmalarımda şunu yüzlerce kere tecrübe ettim:

Kapasitesi ne olursa olsun Kur’an’ı Kur’an ile anlamaya kalkışmayı prensip edinmiş her kişi Kur’an ile yola çıkabilir. Fakat Kur’an, peşine düşen kişiyle peşine düştüğü konu arasında bir uyum olabilmesi için yolda o kişiyi o konuya hazırlamaktadır. Daha önce yazdığım ve hemen hemen herkesin “duygusal” bulduğu “Kur’an ile Kuzey Kutbuna Yolculuk” adlı yazı işte bu tecrübenin sonucudur. Evet, Kur’an, kapasitesi ne olursa olsun bir kişiyi alıyor ve yolda onu varmak istediği hedefi anlaması için KAPASİTE ARTIRMAYA ZORLUYOR.

Bu kapasite artırma zorunluluğunun hangi durakta ve ne şekilde karşımıza çıkacağını önceden tahmin etmemizin imkânı yoktur.

Kur’an’ın insanı eğitme metodu akıl sır ermeyecek bir metottur. Yolda gidildikçe Kur’an’ın insanı içten kuşatıcılığına şahit olunacaktır ve bu durumlarda insan kendisini hiçbir sırrı ve gizlisi kalmamış, herkesin hakkındaki her şeyi bildiği biri gibi hissedecektir.

Evet, Kur’an insana VALLAHİ BİLLAHİ TALLAHİ BİLMEDİKLERİNİ VE DAHA DA ÖNEMLİSİ HİÇBİR ZAMAN BİLEMEYECEĞİ ŞEYLERİ ÖĞRETMEKTEDİR. AMMMAAA;

Kur’an insana hiçbir şekilde başkasından alamayacağı bilgiler verirken aynı zamanda böylesine kıymetli bilgiler verdiği insandan o bilgileri taşıyacak KAPASİTE DE istemektedir.

İşte tam bu noktada bu bilgilere ulaşmak isteyen herkes kendisine şunu sormak ve yine sadece kendisi cevaplamak zorundadır. “BEN BU BİLGİYİ NİYE İSTİYORUM?”

Bu soruya verilecek en kolay ve en yanlış cevap “İNSANLARI ALLAH’IN YOLUNA SEVK ETMEK, ONLARA KUR’AN’IN KILAVUZLUĞUNUN NE KADAR MUHTEŞEM OLDUĞUNU GÖSTERMEK.” cevabıdır.

Tefsir tarihi ve kaynak tartışması

Yaratılış konusunda şimdiye kadar ulaştığımız bilgileri bile şöyle geriye çekilip bir değerlendirmeye tâbi tutacak olursanız tarihte hiç kimsenin söylemediği ve bizim kadar sağlam delillerle delillendiremediği konular olduğunu rahatlıkla görürsünüz

Tek başına “Âdem’in ilk insan olmadığı” mevzusu bile tarihte eşi benzeri olmayan bir söylemdir.

“Beşer-İnsan ayrımı” ise ne geçmişte ne günümüzde hiç kimsenin hayalini dahî kurmadığı bir meseledir.

Üstelik bu meselelerin arkasına koyduğumuz deliller karşı konulması imkânsız delillerdir.

İşte bu durum bu kadar değerli bilgiyi elinde bulunduran insanın KENDİSİNİ DEĞERLİ görmesine yol aça-bi-le-cek bir durumdur.

Tam burada bizim bir KAPASİTE artırımına girmemiz şarttır.

Bu değerli bilgileri kim için ve nasıl taşıyacağız?

Bu değerli bilgileri ELMAS TAŞIDIĞINDA KENDİSİNİ ELMASIN SAHİBİ GİBİ GÖREN BİR HAMAL GİBİ Mİ yoksa “BU ELMASIN SAHİBİ ALLAH’TIR, TAŞIYANIN KIYMETİ YOKTUR, O BİLGİLERİ TAŞIMAK BİR AYRICALIK DEĞİL BİR LÜTUFTUR.” diyerek mi taşıyacağız?

Bu Kur’an ile insanları kurtarmaya çalışan her kişi bilsin ki bu yolun sonu “kibre, istikbâra, yanılgıya, kendini beğenmişliğe” çıkacaktır.

Bu Kur’an’a imân etmek isteyen her kişi bilsin ki bu Kur’an’ın sahibi Allah’tır ve O bunu dilediğine taşıttırır ve O’nun hiç kimseye ihtiyacı yoktur.

Biz de çok değerli bir yükün ÇOK DEĞERSİZ hamalları olmak zorundayız. O yükün bir benzeri yok ama hangi evsafta olursa olsun HAMALLARIN benzeri çoktur.

Ne kendi iç dünyamızda ne insanlar nezdinde o bilgiyi taşımaktan kaynaklanan bir RANT elde etmeyi aklımızın ucundan dahî geçirmemeliyiz.

Uygulamalı anlam ve sonuç çıkarımı

Biz bu kitaba sadece ve sadece kendimizi kurtarmak için İYİ OLMAK VE DAHA DA ÖNEMLİSİ İYİ KALMAK İÇİN imân etmek zorundayız.

İyi kalmak için sebeplerimizin olması lazım. Hakiki, yüce ve gerçekten değerli sebepler…

İşte, Kur’an bize o sebepleri ve değerleri vermektedir.

Hiç kimse bir başkasını “iyi” yapamaz.

İYİ olmanın kararını da çabasını da mücadelesini de her insan bizzat kendisi vermelidir.

Diğerleri bu mücadelede ya ona destek ve yardımcıdır ya da köstek ve engeldir.

Diğerleri ister köstek olsun ister destek en nihayetinde her şey insanın bizzat kendisinde başlamakta ve kendisinde bitmektedir.

Hasbelkader bazı meselelerde size Kur’an’ı anlatmakla karşı karşıya kalmış BENİM KAPASİTEME GELİNCE… Başkaları açısından hem insani olarak hem de ilim açısından kendimden başkasını taşıma kapasitem yoktur.

Hatta kendimi taşıyacak kapasitem bile yetersizdir.

Kur’an’ın bilgilerini taşıma açısından kapasiteme gelince… Bunu değil ben, hiçbir resûlün bile “KAPASİTEM yeterlidir.” diye cevaplaması mümkün değildir.

Bu Kur’an TARTIDA HAFİF, PAHADA ÇOK AĞIR BİR KİTAPTIR.

Yüzeysel baktığımızda altı üstü harflerden, kelimelerden ve cümlelerden oluşmuş bir metindir işte.

Tüm kelimeleri yazılı olarak bir kâğıda yazsanız ve en güzel ciltle ciltleseniz 1 kg. dahî gelmez işte.

O yazıyı yazmak için gerekli MÜREKKEBİ tartsanız 2 kg. dahî etmez işte.

Hepsiyle birlikte tartsanız annesinden yeni doğmuş 2.7 kg. ağırlığında bir bebeğin ağırlığı bile etmez işte.

Fakat tek bir kelimesinin anlam ağırlığını terazinin bir kefesine, kâinatı da öbür kefesine koysanız kâinat tüy gibi kalır.

Böylesine ağır bir kitabı trilyon tane Ramazan olsa bile taşıyamaz.

İşte bu noktada ben hiçbirinizin öğretmeni, yol göstericisi, hocası falan değilim, istesem bile O-LA-MAM… Ben de sizin gibi kapasitesinden memnun olmayan biriyim. Ben de sizin gibi iyi olmak ve iyi kalmak isteyen biriyim. Ben de sizin gibi inanmak ve inancından şüphe etmek istemeyen biriyim.

Burada bizim yaptığımız şeyin dıştan görüntüsü şudur…

HER BİRİ BİRÇOK ORGANI EKSİK İNSANLARIZ… Kimimizin gözü yok, güvendiği birinden gördüklerini anlatmak ister. Kimimizin kulakları sağır, güvendiği birinden duyduklarını işaret diliyle anlatmasını ister. Kimimizin ayakları yok, güvendiği birinden kendisini sırtında götürmesini ister. Kimimizin elleri yok, güvendiği birinden elleriyle yazmasını ister… İşte biz bunlarız.

Hepimiz bir diğerine mutlaka muhtaç.

Eğer burada kolu olmayana kol, eli olmayana el, gözü olmayana göz, kulağı olmayana kulak olma kararlığını göstermeyecek birisi varsa o da Ahmet gibi karşımıza çıkıp bizi eksikliğimize mahkum edecekse, iftira atıp derdimizin Allah’ın kitabına rakip bir kitap ortaya çıkarmak olduğunu iddia edecekse ET-ME-SİN.

Çünkü bu zulüm olur.

Etmesin, çünkü bu vallahi nankörlük olur.

Ahmet misali sırtına zulüm ve nankörlük gibi yükler alıp buradan gitmektense sessizce ve yük almadan çekip gitsin.

Bu yazının ta en başında şunu dedim:

“Bu çalışma her bağlam için ayrı ayrı yapılmak zorunda olduğundan bir yeri diğer yere şablon olarak almak da mümkün olmamaktadır. Çünkü kimi yerde tahzir kimi yerde iğra kimi yerde fiili gizlenmiş bir cümle kimi yerde müptedâsı gizlenmiş bir haber ve kimi yerde de haberi gizlenmiş bir müptedâ şeklindedir. Belki de hepsinden daha da önemlisi, İŞTİKAKA başvurmak zorunluluğudur.”

Evet işte bu son cümle (iştikaka başvurma zorunluluğu) tahammül ve çaba gerektiren, bir o kadar da sağlam bir duruş gerektiren bir durumdur.

Ben de herkes gibi bu konuda ÇEKİNGEN ve ÜRKEK biriyim.

Ama istesek de istemesek de her çalışmamızın bir kenarında bu hep olacak.

İşte TÎN sûresi bunun ilk duraklarından biridir.

Yaratılış konusuyla alâkalı olduğu gayet aşikâr olan bu sûreyi ya anlayacağız ve kalbimizin içine bir daha hiç çıkmamacasına koyacağız ya da şu an olduğu gibi varlığı ile yokluğu arasında hiçbir farkı olmayan bir sûre olarak bırakacağız.

Şu an yeryüzündeki müminlerin tamamı geçmişte olanlar da dahil BU SÛREYE İMÂN EDEN KİMSE YOKTUR.

“Ben İMÂN ETTİM.” diyen vallahi yalan söyler, billahi yalan söyler.

‘VET TİN’ … “TİNE YEMİN EDERİM Kİ” … “İNCİRE YEMİN EDERİM Kİ” … Bunun neyine imân edeceksin?… Bu sözü 1400 senedir duyan müminler ne yaptılar?… “Allah incire yemin edip dikkatimizi incire çekiyor. Demek ki incir çok önemli bir ağaçtır, o halde incir ağacı dikelim.” mi dediler?

İncir üzerine laboratuvarlarda binlerce deney yapıp “Yüce Allah’ın neden incire dikkatimizi çektiğini bulalım.” mı dediler?

Ya da manavdan aldıkları inciri yerken TÎN SÛRESİNİ ve Yüce Allah’ın yeminini mi hatırladılar?

Allah’ın tüm isimlerine sonsuz kere yemin ederim ki bu sûreye bu hâliyle imân etmiş bir tek kişi bulamazsınız.

Ben bu sûreye İMÂN etmek istiyorum. Bu yüzden karşımdaki sözün tüm imkânlarını kullanmak istiyorum ve karşımdaki sözün aslı NOKTASIZ ve HAREKESİZDİR.

EĞER bu cümleleri Cebrail “İNCİRE YEMİN EDERİM” şeklinde getirmişse baş tacı ederim ama nasıl imân ederim, bilmiyorum… “İncire yemin ederim” cümlesine imân etmek nasıl bir şeydir, ne gerektirir, ne yapmam lazım, bende nasıl bir etkisi olmalı, vallahi bilmiyorum.

Uğraşayım, didineyim, imân etmek için her yola başvurayım ama diyelim ki yolun sonunda yine “İNCİRE YEMİN EDERİM”e çıktık… Bu söze imân etmenin ne anlama geldiğini yine bilemeyeceğim ama hiç olmazsa ölüp Rabbimin huzurunda hesap verdiğimde boynumu bükecek ve O’na “ALLAH’IM; VALLAHİ ÇOK UĞRAŞTIM, ÇOK DİDİNDİM, ÇOK ÇIRPINDIM AMA ANLAYAMADIM.” derim.

Avuçlarımı açar içine koyduğum acemi çabalarımı O’na gösteririm… O ne yapar bilmiyorum ama gösteririm.

O bunlara değer mi verir, yüzüme mi çarpar, lanetleyerek beni huzurundan mı kovar yoksa acıyarak, bağışlayarak, çaresizliğimden her yola başvurduğumu görerek kıymet mi verir, vallahi bilmiyorum.

Ne yapayım, ben bu sözleri CEBRAİL’den almadım ki “EY CEBRAİL! ‘VETTİN’ NE DEMEKTİR?” diye ona sorayım.

Ne yapayım? Ben Muhammed’i görmedim ki kapısını çalıp “EY RESÛL! BEN BUNU ANLAMADIM, ‘VETTİN’ NE DEMEKTİR, BANA ÖĞRET!” diyeyim.

Ne yapayım yani? Müfessirlerin “TÎN Hindistan’dır, orada BUDA vardır, TÎN’e yemin edilerek BUDA’NIN resûl olabileceğine dikkat çekilmiş olabilir.” deyişlerine RAZI MI OLAYIM? ALLAH BENİ KAHRETSİN Kİ RAZI OLAMIYORUM, İSTİYORUM AMA YAPAMIYORUM.

“İncir çok acayip bir meyvedir, Allah dikkatimizi incire çekerek bizi incirin kıymetini bilmeye davet ediyor.” deyişlerine razı mı olayım? Allah beni kahretsin ki razı olamıyorum… “Ne yani, MANGO acayip değil mi? Kivi acayip değil mi? Elma, portakal, mandalina, şeftali, kayısı acayip değil mi?” diye aptal aptal soruyorum işte.

Ya ben Yüce Allah’ın yarattığı böğürtlene, deve dikenine, meyve vermeyen çam ağacına, kaktüse, ısırgan otuna, deredeki sazlıklara, tarlalardaki ayrık otuna hayran hayran bakıp “YA RAB! Ne muhteşem yaratmışsın.” derken nasıl yapacağım da bunların içinden inciri çıkarıp sadece ona dikkat edeceğim?

Yapamıyorum, vallahi yapamıyorum.

Ya ben nasıl yaparım? Bu tıpkı “Bakara sûresi Âl-i İmrân sûresinden daha önemlidir.” demek gibi bir şey.

Bu tıpkı “Kevser sûresi Nas sûresinden daha önemli.” demek gibi bir şey.

Ya ben şimdi kalksam “DUHÂN SÛRESİNİN 22. ÂYETİNE YEMİN EDERİM.” desem bu haksız ve yalan bir yemin olmaz mı?

Müfessirlerin gösterdiği istikamete nasıl gidilir, o yolda nasıl yürünür, o anlamlar nasıl içselleştirilir; vallahi bilmiyorum, billahi bilmiyorum.

İşte beni NOKTASIZ ve HAREKESİZ metnin kapısına getirip bırakan tam da benim bu çaresizliğim.

İşin tuhaf durumu ben bu müfessirlerin dediklerini okudukça daha da çaresiz kalıyorum.

Umarım bundan sonrasında GÜNDEMİNİZE taşıyacağım TÎN sûresi ve diğerlerinde kesinlikle başvuracağım İŞTİKAK için sebeplerimi ve çaresizliğimi anlamışsınızdır.

Evet arkadaşlar, yaratılış meselesi bağlamında gündeminize TÎN sûresini getiriyorum.

Kavramlar: