Yaratılış Mevzuunda İnancın Yeri

YARATILIŞ MEVZUSUNDA İNANCIN YERİ

126_Yaratilis_Mevzuunda_Inancin_Yeri

Kur’an insan türünün yaşam çizgisinin dünya hayatı / ilk hayat / berideki hayat / yakın hayat ve sonraki hayat / öteki hayat / son hayat olduğunu belirtmektedir. İnsan türü var olduğu günden beri dünya hayatının (şimdilik böyle diyelim) nasıl başladığını, nasıl devam ettiğini, nasıl ve hangi şekillerde bittiğini gözlemlemiştir. Yeryüzündeki tüm insanlar bilirler ki insan denilen varlık, annesinin ve babasının yumurtalarının annedeki FALLOPİ (üreme kanalı) tüpünde karşılaşması ile oluşmaya başlamaktadır. Bu tür bir başlangıcı yeryüzünde bilmeyen yoktur.

Bunun yanında herhangi bir baba olmadan sadece annedeki potansiyel kullanılarak oluşan hayatlar da vardır ama bunu hem bilen azdır hem de inanan. İster bilinsin ve inanılsın ister bilinmesin ve inanılmasın insan türünün bu iki şekil dışında fiziksel bir başlangıcı yoktur. Öte yandan hangi şekille başlarsa başlasın “her insan bir anneden doğar.” Babası var veya yok tartışmasını bir kenara bırakırsak “bir anneden doğmayan” tek bir tane insan yoktur.

Eski-yeni tüm insanlar bir anneden doğma hususunda tek bir fire vermeden aynı şeyi gözlemlemiş, aynı şeyi söylemiş ve aynı şeye inanmışlardır. Herkesin bildiği bu durum geriye doğru gidip “ilk anneleri” bulmaya gelince özellikle “semavi din” sahibi oldukları iddiasında bulunanlar, bir anneden olmayı bir “babadan” olmaya çevirmiş ve tüm insanlığın buna inanması için ellerinden geleni yapmışlardır.

Nasıl oldu da on yaşındaki bir çocuğun bile kabul edemeyeceği bu anlayışa (inanç demek daha doğru) insanlar inanabildi? Hem de devasa kitleler şeklinde.

Olaya var olanlar üzerinden yaklaştığımızda bir erkeğin doğum yapması insan türü tarafından gözlemlenmiş, tecrübe edilmiş bir şey de değildir. Hatta artık insan vücudunun en kılcal yerlerini keşfetmiş bilime göre “erkek” denilen türün hamile kalması, karnında çocuk büyütmesi ve daha sonra da onu doğurması “fiziksel” olarak imkânsızdır. Bu da gözlemlenmiş ve bu da binlerce yıldır tecrübe edilmiştir ama yine de insanlık kendi türünün başlangıcının bir erkek olduğuna inanabilmiştir.

Böyle bir inancın nelerden kaynaklandığına dair uzun tartışmalar yapılabilir ama kanaatimce böyle bir inancın kabul edilmesinin arka planında geçmişte de günümüzde de insanların kafasına mıh gibi çakılmış ERKEK TANRI anlayışı vardır.

Kur’an’ın tamamına bakıldığında hep Yüce Allah’a “evlat edindi” veya “doğurttu” veya “eş (kadın) edindi” gibi yakıştırmaların olduğu görülecektir. (Bunun tersi olarak Sâffât sûresinde “Allah doğurdu.” (veledellahu) şeklinde bir kullanım vardır ama o âyette bir iştikak hatası vardır. Çünkü Kur’an’ın hiçbir yerinde bu ifadenin karşılığı yoktur. Âyette geçen ‘velede’ fiilinin tefil bab’ından gelen bir fiil olarak okunması durumunda ‘vellede’, “doğurtmak, doğum yaptırmak (ebelik yapmak değil)” anlamına gelecektir. Yani iddiaların tamamı hep Allah’ın erkek tanrı olduğu temeline göredir. Kur’an’ın hiçbir yerinde kâfirlerin (hâşâ) “Allah koca edindi.” şeklinde bir iddiası yoktur. Kaldı ki ne geçmişte ne de günümüzde Yüce Allah’ı (hâşâ) koca edinen bir kadın olarak tasvir eden kimse yoktur.

Tarihi müktesebâtı doğru varsayarak geçmişe ve günümüze baktığımızda TANRIÇAlar vardır ama bu tanrıçalarla birlikte erkek tanrılar da vardır.

Çok tanrılı dinlerde hayatın ilk nasıl başladığı ile ilgili anlatımlarda netlik yoktur çünkü birden fazla tanrı yani birden fazla ezeli tanrı vardır. Fakat böyle olsa bile en temele bakıldığında bunlarda bile hayat, erkek tanrı etkisi ile başlamıştır.

Sonuçta; ilk yaratılma, insan türünün ulaşamadığı, tecrübe edemediği, gözlemleyemediği bir şeydir ve bu konu hep tartışma konusu olmuştur. Gözlemlenemeyen alanların tamamı ayrışmanın ve hatta birbirini yok etmenin enstrümanı olmuştur.

Gerçeğini göremediğimiz, gerçek olarak tecrübe edemediğimiz her konu İNANCIN konusudur. Hatta en basit şeylerde bile bu böyledir.

Yaratılışın İlk Anları ve İnanç

Hayatında hiç elma görmemiş ve hatta görse bile tatmamış birine, elmayı gören ve tadan birinin “ELMA TATLI BİR MEYVEDİR.” demesi bile inancın konusudur. Elmayı tatmayan kişi “Elma tatlı bir meyvedir.” diyen kişiye inanır ya da inanmaz. Elmanın tatlı bir meyve olduğunu gerçek şekilde yaşaması yani ancak ve ancak o meyveyi tatması durumunda mümkündür.

Elmayı tatması durumunda ise inanca gerek yoktur.

Tür olarak insanın varlık çizgisi “ilk yaratılma, ölüm ve ölümden sonrası” şeklindedir.

Bireysel olarak her bir insanın varlığı “doğum” ile başlamakta “ölüm” ile başka bir yaşam formuna geçiş yapmaktadır. Bu noktada ölüme bir “son” demek doğru olmayacaktır. Fakat ölüme illâ da bir ad verecek olursak “DÖNÜŞTÜRÜCÜ” ismi sanırım daha doğru olacaktır.

Olaya geniş bir perspektiften bakarsak tür olarak insanın başlangıcı, ilk ortaya çıkışı da ölüp başka bir varlığa dönüşmesi de sadece ve sadece İNANCIN konusu olmaktadır. Çünkü her iki alanı da tecrübe etmesi, gözlemlemesi, kayıt altına alması mümkün değildir.

Bu şekilde bir çerçeveden insanın varlığına bir çizgi belirlersek insanın yaşadığı günlük hayatın her iki ucunda İNANMASI gereken “başlangıç” ve “son” vardır.

İnsan ölünce “ölüm ve sonrasını” tecrübe edeceği için, bir gün ahireti yaşayacağı için “ölümden sonrasına inanmak” sadece dünya hayatı ile sınırlı bir inançtır. Yani bir gün inandığımız bu şeyi canlı kanlı yaşayacağız. O durumda inanmamızın ya da inanmamamızın doğru olduğunu anlayacağız. Ölümden sonrası bir gün mutlaka tecrübe edeceğimiz, bir gün mutlaka gerçeğini göreceğimiz bir olgudur.

“Ölüm ve sonrası”na dair inanç, bir gün gerçeği yaşanacağı için geçici bir inançtır. Bu tıpkı otobüsteki bir yolcunun hiç gitmediği, hiç görmediği bir yerle ilgili kendisine anlatılanlara inanması gibidir. O yolcu son sürat giden otobüsün içindeki koltuğunda gittiği yerle ilgili kendisine anlatılmış olanların gerçeğini görmeye, gerçeğini yaşamaya gittiğini bilerek oturmaktadır. Oraya vardığında kendisine anlatılanların ne kadar isabetli veya isabetsiz olduğunu anlayacak ve belki de kendisine hiç anlatılmayan şeylerin de olduğunu görecektir.

Ama her halükârda otobüs onu varmak istediği yere ulaştırdığında artık orası ile ilgili kendisine anlatılanlara inanması gerekmeyecektir. Çünkü o bizzat onları yaşayacaktır.

Bu açıdan baktığımızda ölüm ve sonrası insanın bindiği otobüsün, gittiği yön üzerinde bir gün mutlaka ulaşacağı duraktır. Amma, ilk yaratılış, gittikçe kendisinden uzaklaşılan ve geri dönme imkânı olmayan, tecrübe etmenin imkânsız olduğu bir duraktır.

İnsan türü, ölse de hâşâ Allah’ı görse ve hatta hâşâ onunla karşılıklı konuşsa bile ilk yaratılışla ilgili bilgisi daima İNANÇ olarak kalacaktır.

İlk başlangıcı görmemizin, onu tecrübe etmemizin bir tek yolu vardır, o da kendi kendisini var eden ilâhlara dönüşmemizdir. Bu da hiçbir zaman olmayacağına göre İLK YARATILIŞ HEP İNANÇ olarak kalacaktır.

Hatta şöyle bile olsa… Diyelim ki Allah ilk yaratmayı bir sinema filmi gibi bize gösterdi, en nihâyetinde bu gerçek değil sadece gerçeğin bir yansıması olacaktır.

İnsan türü ahirete gidince artık İNANMAYA gerek duymayacağını zannetmektedir. Çünkü o orada her şeyi tecrübe ederek öğreneceğini zannetmektedir. OYSA AHİRET HAKİKİ İNANÇLARIN OLDUĞU YERDİR.

Biz ahirete gidince sadece bize anlatılanların doğru olup olmadığını tecrübe edeceğiz. Ama bu durum “bunu tecrübe ettikten sonra artık inanılacak bir şey kalmadı” anlamına gelmemektedir.

İnsanı insan yapan şey kesinlikle ve kesinlikle İNANMAKTIR.

İnsan ahirette İLÂHA dönüşmeyecek. Potansiyeli artsa bile İNSAN kalmaya devam edecek.

Kur’an’ın ahiret hayatı ile ilgili verdiği detayların gözden kaçırılması veya hiç önemsenmemesi orası ile algılarımızın “Antalya’ya tatile gitmek” gibi şekillenmesine sebep olmuştur.

İnsanın Doğuşu ve Ruhsal Sorgulama

Müktesebâtın anlattığı ahiret tam da beş yıldızlı bir otelde konaklayan TURİSTlerin hayatıdır.

Biz ahirete ZİYARETE gitmiyoruz. Orası bizim ASIL VATANIMIZ… Biz oraya YERLEŞMEYE GİDİYORUZ.

Ahiret ile ilgili yanlış algıların oluşmasındaki en temel sebep, ölüp cennete giden insanların bir nevi “sorumsuz ilâh” şekline bürüneceği anlayışının kafalara yerleşmiş olmasındandır.

Ahiret hayatına şöyle dışarıdan bakıldığında bile her ne kadar adı “son” olsa bile bu sonun aslında bir başlangıç olduğu gâyet açık bir şekilde görülmektedir.

İnsanlar yepyeni ilişkiler kurmaya başlayacaklar, yepyeni bir ortamda yepyeni bir yaşam biçimine geçecekler. Bu yaşam biçimi upuzun bir sürecin sadece BAŞLANGICI.

Oradaki hayatın temelinde de dünyadayken bize anlatılan ve dünyadayken sadece inanmakla yetindiğimiz şeylerin gerçeğini görmek ve yaşamak YOKTUR. Orada da hayatın temelinde İNANÇ vardır.

Bunu nereden çıkarıyoruz?

لَا يَسْمَعُونَ ف۪يهَا لَغْوًا اِلَّا سَلَامًاۜ وَلَهُمْ رِزْقُهُمْ ف۪يهَا بُكْرَةً وَعَشِيًّا
Meryem 19 / 62

Lâ yesme’ûne fîhâ laġven illâ selâmâ(en)(s) velehum rizkuhum fîhâ bukraten ve’aşiyyâ(n)

SV Meali – Orada boş sözler değil, sadece hoş sözler işiteceklerdir. Orada onlar için sabahleyin ve akşamleyin rızıklar vardır.

مُتَّكِـ۪ٔينَ ف۪يهَا عَلَى الْاَرَٓائِكِۚ لَا يَرَوْنَ ف۪يهَا شَمْسًا وَلَا زَمْهَر۪يرًاۚ
İnsan 76 / 13

Mutteki-îne fîhâ ‘alâ-l-erâ-ik(i)(s) lâ yeravne fîhâ şemsen velâ zemherîrâ(n)

SV Meali – Orada koltuklara kurulurlar; güneşin yakan sıcaklığını da dondurucu soğuğu da görmezler.

Bu ve benzeri âyetlerde ahiretteki hayatın da GÜNEŞİ, SICAĞI, SOĞUĞU, AKŞAMI, SABAHI vs. olduğu anlaşılmaktadır. Bu durum bize o hayatın içinde yine kısıtlı olacağımızı göstermektedir.

Yine orada “meyvelerden, yorulmaktan, dinlenmekten, çalışmaktan, eşlerden, zürriyetlerden” bahsedilmektedir. Bu kelimelerin hepsi kısıtlı varlıklar içindir.

Demek ki acıkmak vardır, demek ki uyumak vardır demek ki yorulmak vardır, demek ki tat almak vardır, demek ki tatları ayırt etmek vardır… İşte tüm bunlar bizim orada da İNSAN olmaya devam edeceğimizi göstermektedir. Bütün bunların üstüne oradaki hayatın da bir zamanı vardır. ‘HALİDİNE FİHA EBEDE’ ifadeleri zamandan ve mekândan bağımsız olacağımızı değil, zamana ve mekâna bağımlı olacağımızı göstermektedir.

Bunun yanında orada da MESAFELER vardır ve biz orada bu mesafelere bağımlı olarak yaşayacağız… A’râf ve Sâd sûrelerinde cennetlik olanların cehennemlik olanları görmeye gitmeleri, orada mesafelerin olduğunun en bâriz kanıtıdır.

Kur’an’ın cennet tasvir ederken tarif ettiği mekânların tamamına bakıldığında orada da kısıtlı olunacağı rahatlıkla görülecektir.

Yani hiç kimse öldükten sonra insanlığından soyutlanıp İLÂHA DÖNÜŞMEYECEKTİR.

Yürümemiz gereken mesafeler, öğrenmemiz gereken bilgiler, tatmamız gereken tatlar, yetiştirilen ürünler olduğu müddetçe orası da inanç temeli üzerine kurulmuş bir yaşama ev sahipliği yapıyor demektir.

Dünya Hayatı ve Ahlaki Sorumluluklar

Eğer orada bir sabah bir de akşam varsa bu bir zamanın mukayyitliği olduğu anlamına gelmektedir. Yani orada da henüz gelmemiş bir gelecek vardır… GELECEK İSE SADECE İNANÇLA KENDİSİNE GİDİLEN BİR ŞEYDİR.

Orada da sabah doğan güneşin akşam batacağına inanılmak zorundadır… Orada da akşam batan güneşin sabah doğacağına inanılmaktadır…

İşte tüm bu ortamda “İLK YARATILIŞ NASIL OLDU?” SORUSU yine sadece ve sadece Yüce Allah’ın kelimeleri ile anlaşılacaktır ve insan kelimelere sadece İNANIR.

İnsan türünün kendi başlangıcına şahit olması, bunu bizzat gözlemlemesi ne ahirette ne de bu dünyada mümkün olacak bir şey değildir.

İnsanın bunu gözlemlemesinin veya tecrübe etmesinin bir tek yolu vardır… İLÂH OLMAK.

Kimse kendisini doğuran annesinin doğumuna şahit olmamıştır ama onu da bir annenin doğurduğuna İNANIR.

Peki, İNSANLIK ilk yaratılışın gerçeğini hiçbir zaman göremeyecek, şahit olamayacak mı?

HAYIR OLAMAYACAK.

Hatta sadece insan değil, akıllı ve iradeli varlıkların hiçbiri buna şahit olmamıştır ve olamayacaktır.

Çünkü buna şahit olmak İLÂH olmayı ve hatta ALLAH gibi bir ilâh olmayı zorunlu kılmaktadır.

Günümüzde ve geçmişte Yaratılış mevzusuna olan merakların tamamının arkasındaki İTİCİ güç, insanın ilâh gibi görülmesi temeline dayanmıştır. İnsan türü kendi başlangıcı ile ilgili anlamlı bir şey ararken İNANACAĞI bir şeyi değil ŞAHİT olacağı bir şeyi aramaktadır.

Eğer bizim de ana gündemimiz olan yaratılış konusunu anlama çabamızın arka planında İNANMAK değil ŞAHİT olmak yatıyorsa bizim yaptığımız şey de var olandan farklı olmayacaktır.

Küstahça sorulan “ALLAH BİZİ NİÇİN YARATTI?” sorusu ise değinmeyi bile zül addettiğim bir sorudur.

“Yüce Allah’a kul olmak” demek, “her zaman kul olduğumuz varlığa inanmak” demektir. Bu aynı zamanda ne yaparsak yapalım ulaşamayacağımız bilgilerin olduğu, ulaşamayacağımız bu bilgilerle karşı karşıya kaldığımızda kul olmaya çabaladığımız varlığa İNANMAK zorunda olduğumuzu göstermektedir… İnsan türü ona inanmakla İLÂH olmamakta ve kendisine inanılan Allah da kendisine inanılması durumunda takipçilerine İLÂH olmayı vadetmemektedir.

O bize sabahı ve akşamı olan bir vatan vadetmektedir, sabahı ve akşamı bizim yapacağımız bir vatan değil. O bize yemek, barınak vadetmektedir, bunları yapacak ilâhlar olacağımızı vadetmemektedir.

Akıllı ve iradeli varlıkları ‘EFDALİYET’ (fazîletli, üstün olma) düzenine göre sıralarsak

  1. MUTLAK VARLIK
  2. OLMASA DA OLUR VARLIK
  3. OLMASI MUHTEMEL VARLIK

Ahiret İnancı ve Ölümün Anlamı

Şeklinde bir sıralama elde ederiz.

Var olmanın tek OLMAZSA OLMAZI VARDIR VE O DA YÜCE ALLAH’TIR.

1 ve 2 no’lu varlıklar arasındaki mesafe hiçbir zaman kapanmayacak bir mesafedir.

Yani “olmasa da olur varlık”lardan biri olan İNSAN türü hiçbir zaman “OLMAZSA OLMAZ bir varlığa” dönüşmeyecektir.

Bu iki varlık arasındaki mesafe insanın kat etmesi gereken bir MESAFE değildir.

Yani insanın varlığı, zayıf bir yaratıkken çalışa çabalaya, yol gide gide İLÂHA dönüşme temeli üzerine oturmamıştır.

Bu ne bu hayatta böyledir ne de ahirette bundan başkası olacaktır:

İnsan türü ahirete KENDİ OLUŞTURDUĞU kişiliğini taşıyacaktır ve bu dünyada oluşturduğu kişiliğe göre ona imkân ve mekân verilecektir.

Bu dünyada kâmil insan olma çizgisindeki son varış noktasına İLÂH olmak gibi bir hedef koyanlar ne bu dünyada ne ahirette bu hedeflerine asla ulaşamayacaklardır çünkü insan için böyle bir hedef yoktur.

Evet biz AHİRETTE DE İNSAN OLACAĞIZ.

Şu ânını güvenle yaşamak, yarınlara güvenle ulaşmak için İNANACAĞIMIZ BİR ALLAH’IMIZ HEP OLACAK.

Ahiret, bu dünyada vadettiklerinin gerçek olup olmadığını göreceğimiz bir yerdir. Fakat İNANMANIN gereksiz olacağı bir yer değildir.

Ahirette de inancımızın en birinci konusu YARATILIŞ MESELESİNDE YÜCE ALLAH’IN BİZE BİLDİRDİKLERİ OLACAK ve ahiret hayatımıza doğru tavırlar geliştirmemiz bu inanç üzerinden olacaktır.

Ahiret bize geleceğin kapılarını açmaktadır. Yoksa geçmişin sırlarına şahit olmak gibi bir imkâna kavuşacağımız bir yer değildir.

Yani ahirette bir zaman makinasına binip hiçbir akıllı varlığın olmadığı zamanlara ışınlanıp yaratılma olayını görmeyeceğiz.

Sadece ve sadece ALLAH’IN BİZE BİLDİRDİKLERİNE İNANACAĞIZ.

Kur’an’ın birçok âyetinde şu ibâreler geçmektedir:

كَيْفَ تَكْفُرُونَ بِاللّٰهِ وَكُنْتُمْ اَمْوَاتًا فَاَحْيَاكُمْۚ ثُمَّ يُم۪يتُكُمْ ثُمَّ يُحْي۪يكُمْ ثُمَّ اِلَيْهِ تُرْجَعُونَ
Bakara 2 / 28

Keyfe tekfurûne bi(A)llâhi vekuntum emvâten feahyâkum(s) śumme yumîtukum śumme yuhyîkum śumme ileyhi turce’ûn(e)

Kader, Hesap ve Sonuçların Değerlendirilmesi

TDV Meali – Siz cansız iken size can veren Allah’ı nasıl inkâr edersiniz? Sonra sizi öldürecek, tekrar sizi diriltecek ve sonunda O’na döndürüleceksiniz.

Bu âyetin son cümlesi ثُمَّ اِلَيْهِ تُرْجَعُونَ (śumme ileyhi turce’ûn(e)) (sonra ona döndürüleceksiniz).

‘RACEA’ kelimesi “BAŞLANILAN YERE DÖNMEK” anlamında bir kelimedir. Yani “döndürülmek” değil “GERİ DÖNDÜRÜLMEKTİR.”

İşte bu ifade kendi bünyesinde bu “geri döndürülmenin” içeriğini anlamayı gerekli kılan bir ifadedir. Yani bundan ne anlayacağız?

Burada hemen hayaller ve yorumlar devreye girmekte, “ALLAH’A DÖDÜRÜLECEKSİNİZ.” ifadesine şu arka plan koyulmaktadır:

  1. Öleceksiniz.
  2. Hesaba çekileceksiniz.
  3. Cennete veya cehenneme konulacaksınız.

“İşte ‘Allah’a döndürülmekten’ kasıt budur.” denmektedir.

Oysa cümleler, “Hesabınızı görmesi, size ceza veya mükâfat vermesi için ona döndürüleceksiniz.” dememektedir.

Her şeyden önce ‘RACAE’ kelimesi “bir zamanlar var olunan bir yere dönmek” anlamına gelmektedir.

Yani kelime, “ÇIKIP AYRILDIĞIN YERE GERİ DÖNMEK” anlamındadır.

O halde “Eğer O’NA geri döndürüleceksek çıktığımız yer O MU?” sorusu çıkacaktır.

Bu soruyu şimdilik tahammüllere bırakıyorum.

Yaratılış konusuna dönecek olursak, bu konu (yaratılış konusu) kafamızda hep bir başlangıç olarak duran ama son olarak “ÖLÜM” görülen bir konu olarak görülmektedir.

Oysa yaratılış konusu sadece ölümle biten bir sürecin başlangıcı değil, ölümden sonra da devam eden bir sürecin ve belki de hiç bitmeyecek bir sürecin başlangıcı olan bir konudur.

Yaratılış konusu bu dünya hayatını anlamlı kılan ve bize bu dünyada hangi doğru tavırları almamız gerektiğini öğreten bir konu olduğu kadar ve hatta bundan da fazla ahiret hayatını anlamlı kılan ve doğru beklentiler içinde olmamızı sağlayan bir konudur.

Dünya hayatının başlangıcı, MALZEMESİ bile olmayan bir varlığı YOKKEN var etme temeli üzerine kurulmuşken ahiret hayatı VAR OLANI VAR ETME TEMELİ ÜZERİNE KURULMUŞTUR.

Bu yüzden ahiret bağlamında kullanılan kelime hep ‘BAAS’ kelimesi olmuştur.

Bu yüzden ilk başlangıç ile ilgili âyetler hep ‘HALEQA’ kelimesi ile olmuştur.

İşte bu bize hiçbir zaman şahit olamayacağımız “YOKKEN VAR OLMA” inancına yapışmayı zorunlu hâle getirmektedir hem dünyada hem ahirette.

‘AHİRET’ kelimesi ne kadar samimi olursak olalım ne kadar sağlam iman edersek edelim bize uzak bir mekânı anlatan bir anlam atmosferi ile kafamıza girmekte, tasavvurlarımızda yer etmektedir.

Ne bu yazıyı yazan ben ne bu yazıyı okuyan sizler, BİR NEFES kadar uzak olduğumuz bir mekânla ilgili konuştuğumuzu kavrayamıyoruz.

Bunu biliyoruz ama bilmek ile bildiğimizi kavramak arasında fark vardır.

Muzun tadını herkes bilir, hatta herkes tatmıştır ama o tadı kavramak ancak ve ancak yine yemekle mümkündür. Yemediğiniz bir şeyi kavramak ise imkânsızdır.

İsterse bir nefes kadar uzak olsun henüz tadılmamış bir şey kavranamaz bir şeydir.

İŞTE inanç bu yüzden önemlidir. Çünkü ağzınızda çiğnediğiniz muzun tadına iman etmenize gerek yoktur.

Bir haberin güvenilir ve inanılır bir haber olması iki şeye bağlıdır

  1. HABER VERENE.
  2. HABERİN KENDİSİNE.

Bazen hiç itibar etmediğiniz birinin haberine inanırsınız, bazen itimat ettiğiniz birinin inanılması imkânsız olan haberine inanırsınız.

MESELÂ, inanılırlık ve güvenilirlik esası üzerinden MÜKTESEBÂTI oluşturan ulemânın kendisine bakıldığında “adamların birçoğu kesinlikle güvenilir ve inanılır” insanlardır.

Hatta hiç mübâlağa etmeden ve duygu sömürüsü yapmadan söyleyebilirim ki onların şahsiyetlerinin inanılırlığı benim şahsiyetimin inanılırlığından kat be kat üstündür.

Ama tüm güvenilirliklerine rağmen verdikleri haberlere inanmak imkânsızdır. O haberlere inanmak için aklı terk etmek gerekmektedir. Onların şahsiyetleri ne kadar parlak olursa olsun hiçbiri akıl terk edilecek kadar inanılır insanlar değillerdir.

Ticaret, şahitlik veya bir emaneti emanet etmek için olduğu alanlarda inanılır ve güvenilir olmak çok kolay bir şekilde elde edilebilir bir şeydir. Hatta bunun için okumaya, okullara gitmeye veya yıllarca medrese tahsili görmeye GEREK YOKTUR.

Sıradan bir insan, dağdaki bir çoban, yolları süpüren bir çöpçü, elinden işçilikten başka bir şey gelmeyen bir işçi de pekâlâ bu konularda güvenilen ve inanılan biri olabilir.

Fakat BUNLARIN HİÇBİRİ müktesebâtı oluşturan ulemânın GÜVENİLİRLİĞİ ve İNANILIRLIĞINA ölçü olmamaktadır ve olması da mümkün değildir.

Kumaş satan Ebu Hanife’ye ticarette sonuna kadar İNANABİLİRSİNİZ. Ama Yüce Allah’ı tarif eden ve ona karşı takınmanız gereken tavırları size bildiren bir EBU HANİFE’ye inanmak bambaşka bir şeydir.

Hele ele aldığı konular hiç kimsenin hiçbir zaman doğruluğu test etme imkânının olmadığı konularsa durum hepten bambaşka bir çehreye bürünmektedir. Ebu Hanife’nin kumaş satarken güvenilir olup olmadığını test edebilirsiniz ama yaratılıştan bahseden Ebu Hanife’nin güvenilir olup olmadığını test etmenizin imkânı yoktur.

(Ebu Hanife örnektir ona takılmayın lütfen.)

Meselâ Ebu Hanife, insan türünün bir erkekten başladığını söylemektedir. Onun bu söylediğini asla test edemezsiniz.

İşte bu noktalarda GÜVENİLİR VE İNANILIR olma kriterlerinin kesinlikle bambaşka olması gerekmektedir.

Ebu Hanife’nin Kur’an’daki hükümler konusunda isabet edip etmediğini bile test edebilirsiniz ama İNANILMASI gereken konularda insan türünün bir başka insanı test etmesi imkânsızdır.

BU durum şunu göstermektedir… İnsan hayatını birebir ilgilendiren ama insanın da erişimine kapalı olan konularda her kim konuşursa konuşsun o kişiyi test etme imkânı yoktur.

Bu durumda, insan türüne, bu konularda konuşan ama TEST ETME ihtiyacı gerektirmeyen BİR KONUŞMACI, bir anlatıcı, bir haber verici gerekmektedir.

İşte bu sadece ve sadece ALLAH’tır.

Az önce bir haberin güvenilirliğini iki şeye bağlamıştık: HABER VERENE VE HABERİN KENDİSİNE.

Allah, şahsiyetini ve güvenilirliğini aslında her an test ettiğimiz bir Varlık’tır.

Şu Varlık’ın hangi âyetine bakarsak bakalım HABER veren şahsiyet olarak Yüce Allah’ın inanılır ve güvenilir bir Şahsiyet olduğu tokat gibi suratımıza çarpmaktadır.

Geriye HABERİN KENDİSİ kalmaktadır. Yani Kur’an… Haberin güvenilirliği ve inanılırlığı ise sadece ve sadece HABERİN ANLAŞILMASINA bağlıdır.

Eğer haber veren kişi verdiği haberi kapalı, anlaşılmaz, eksik, başkası ile tamamlanan bir haber olarak vermişse bu direkt olarak haber verenin güvenilirliği ile alâkalı bir durum olacaktır. Nasıl ki az önce verdiğim Ebu Hanife örneğinde, onun ticarette güvenilir bir insan olmasıyla hiç kimsenin asla ulaşamayacağı bilgiler vermesi durumundaki güvenilirliğini ayrı kefelere koyduysak aynı durum Allah için de geçerli olacaktır.

Yaratan, şekil veren, besleyen, hayatı devam ettiren, rızık veren olarak ALLAH ayrı bir Allah’tır, bu konularda ona sonuna kadar güvenilir hatta yaptıklarına bakarak bunu test imkânı da vardır ama (hâşâ) HABER VEREN OLARAK ALLAH yetersizdir demek zorunda kalmak gibi bir durum ortaya çıkacaktır.

Çünkü haberin güvenilirliği başka bir şeydir, haberi verenin güvenilirliği başka bir şeydir.

Sırf bu açıdan bakıldığında bile İNSAN TÜRÜNÜN KUR’AN’DAN BAŞKA BİR BAŞVURU KAYNAĞININ OLMADIĞINI ANLAMAYA YETERLİDİR.

Kavramlar: