Yaziya Duyulan Ihtiyac

SABİT ve KALICI OLAN YAZIYA DUYULAN İHTİYAÇ

Kur’an biraz dikkatli okunduğunda, anlattığı her meseleden insanlık tarihine ait kesin ve değişmez sabiteler elde etmek mümkündür.  Her türlü magazin bilgisinden arındırılmış bu sabiteler, geçmişte bugünün temellerini atan insana dair her ne olmuşsa kesin ve net bir şekilde onları anlamaya referans olurlar.

(Bu arada son zamanlarda sık olarak kullanmaya başladığım ‘referans’ kelimesinin karşılığı: “Mihenk noktası, nirengi noktası, sıfır noktası, ölçüm noktası, dara, her şeyin kendisine göre ölçüldüğü, tartıldığı, kesilip biçildiği şey” anlamındadır. Bu kelimenin Kur’an’daki karşılığı ‘HUDEN’/’HİDAYET’ kelimesidir.)

Mesela insan türünün yazıyı ilk defa ne zaman ve neden kullandığı ile ilgili meseleyi anlamak için “İnsanlık tarihi” ile ilgili anlatılan kabul görmüş resmi tarihi baz alarak meseleye yaklaştığımızda bilinen ilk yazılı belgenin Sümerlere ait Gılgamış destanları olduğunu görmekteyiz. O tabletlerde kullanılan yazının nesnelliği ile ilgili soruları bir kenara bırakarak olaya “nedenler” üzerinden yaklaştığımızda ilk sorulması gereken “neden” sorusunun şu olması gerekmektedir: “Sümerler yazıyı neden böylesi bir destanı kalıcı hâle getirmek için kullandılar, buna neden ihtiyaç duydular?”

Bir düşünceyi, bir olayı, bir kanunu veya başka şeyleri genel kabul görmüş sembollerle bir şeyin üzerine resmetme fikri gerçekten dâhiyane bir fikirdir. Yazıda kullanılan sembollerin ittifak değerinin sonradan değişikliğe uğrayacak olma tehlikesine rağmen bir şeyin yazıdan daha başka bir yöntem kullanılarak kalıcı hâle getirilmesinin neredeyse imkânı yoktur.  Hemen burada resmin de yazı gibi aynı işleve sahip olabileceği fikri de akla gelebilir ama kesinlikle öyle değildir. Her şeyden önce resim üzerinde ittifak edilen, bir değer değildir ve resim sadece onu çizenin kafasında veya hayalinde olan bir şeydir. Resim üzerinde ittifak edilen, bir sembole dönüşmediği müddetçe resim sadece yorumun ve hayalin konusudur. Fakat tıpkı trafik levhaları, işaret levhaları gibi resmin üzerinde ittifak edilmesi o resmi resme dönüşmüş bir yazıya çevirmektedir. Yazı ve resim arasındaki fark, resmin genel kabul görmüş bir ittifaka sahip olmaması, yazının ise genel kabul görmüş bir ittifaka sahip olmasıdır. Bu yüzden resim insana “kuralsız hayal kurma”yı, yazı insana “kurallı anlama”yı öğretir. Biri hayali kuralsız bir alana çeker, diğeri aklı kurallı bir alana çeker. Elbette ki her resmin de bir sembol değeri vardır ama bu sembol değer sadece resmi çizenin sembol değeridir.

Yazı ve resim arasındaki temel farklar

Hiyeroglif yazı türünde de resimler kullanılır ama hem hiyerogliflerde kullanılan resimlerin kastettiği mananın yani sembolize ettiği değerin resimle bir alâkası yoktur hem de yazıda kullanılan resimlerin manalarının İTTİFAK değeri vardır. Yani o yazı türünde ressamın kendi kızgınlığını, sevgisini, nefretini, kinini, içindeki düşünceyi veya başka şeyleri anlatması için ressamın kendi kafasına göre seçeceği resimler değil, kızgınlığını, sevgisini, düşüncesini veya başka şeyleri her anlatmak isteyenin eğer kendisini başkası da anlasın istiyorsa kullanması zorunlu olan resimler vardır. Nefretini kendi kafasına göre seçtiği resimlerle değil, nefrete tahsis edilmiş ve üzerinde ittifak edilmiş resimleri seçmesi ve yine ittifak edilen ölçütlerle, sıralamayla, isnat işaretleri ile resmetmesi gerekmektedir.

Şurası kesindir ki “ses” yani bir anlamı ses ile ifade etmek, kesinlikle yazıdan daha etkilidir. Ama bu etkinin bazı kusurları vardır. Bir kere asla bağlayıcı değildir. Bağlayıcı olsa bile bu bağlayıcılık tüm toplum katmanlarını da kapsayan bir ittifaka asla ulaşamaz. Çünkü ses, duyanı sesin söylendiği ortamı da bilmeye mecbur eder. Sesi duyan kişi o sesi bir ortamda, bir zamanda ve bir mekânda duyar. O sesin anlamlı olabilmesi için görme, duyma, koklama, dokunma, tatma duyularını ve hislerini de işe dahil etmek zorundadır. İşte akıl ancak bunlardan sonra devreye girer.

Duyulan sesin duyan kişi tarafından başkasına aktarılması durumunda sesin etkisi giderek kaybolur yani ses, duyan ile duyanın aktardığı kişide asla aynı etkiyi yapmaz. Duyanların duyduklarını başka duyanlara anlatması yani duyma zincirinin çoğalması sesin etkileyiciliğini giderek yok eder.

Sadece bu da değil; ses aktarıldıkça zannilik değeri de giderek şüpheye yaklaşır.

Seste daima zannilik hakimdir hatta ilk duyan kişi için de bu böyledir.

İkinci olarak, ses kesinlikle kalıcı değildir. Burada hemen şunu belirtelim; duyanın duyduğunu hemen yazıya aktarması bile o sesi kalıcı yapmaya yetmez. Çünkü konuşan kişi karşısındakiyle aynı ortamdadır, aynı zamandadır, aynı mekândadır. Sesle anlatılan anlama bunlar da dahildir. Bir kişi duyduğu sesi bunlar olmadan yazıya dökünce o artık sadece zandır.

“Hava çok güzel.” sesini duyan kişi duyduğu bu sesi duyduğu kadarıyla yazıya dökse bu hiçbir şey ifade etmez.

Öte yandan duyduğu sesi başkasına aktaran kişi duyduğu sesin efendisidir. Artık o sesin sahibi tamamen duyan kişinin esiridir. Çünkü o ses sadece onun kafasının içindedir. Önüne, arkasına, sağına soluna her şeyi ekleyebilir. Sesin söylendiği ortamı değiştirmesi durumunda bile sesin anlamı tamamen değişebilir. Sesin sahibinin ruh hâlini olduğundan başka şekilde resmetmesi bile anlamı tamamen değiştirir. Bu yüzden konuşan her kişi kendisini dinleyen kulakların esiridir.

Ama yazı öyle değildir. Yazıda ne yazan ne de okuyan birbirini esir alamaz ama yazı her ikisini de esir alır.

Yazı, yazanın da okuyanın da aklını kendisine emanet ettiği hatta esir etmek zorunda kaldığı bir ifade biçimidir.

Bakın, mesela şu ana kadar yazdıklarımda kullandığım ‘esir’ kelimesinin maksadımı ifade etmeyen veya maksadımı yanlış ifade eden bir kelime olduğu hissi uyandı bende. Çünkü esir kelimesinin ittifak edilmiş değerinin “kişiyi iradesinden tamamen yoksun bırakmak” gibi bir anlamı vardır ve ben bunu kastetmedim. İşte yazdığım yazı bana yanlış yazdığımı söyledi. Bu kelimenin yerine “zorunlu ilkeler” kelimesini kullanmam daha doğru olurdu. Benim ‘esir’ kelimesini kullanmam işte uymak zorunda olduğum ilkelere aykırı bir kullanım oldu ve bunu bana “okuyan” değil, yazı söyledi.

Yazı yazan, maksadının yazıya geçip geçmediğine bakabilir, yanlış yazmışsa yanlışını düzeltebilir, düzeltme yaptığında yaptığının yeterli olup olmadığına insanlar karar verebilir ama konuşan, karşısındakinin kendisini anlayıp anlamadığını, yanlış konuşmalarını düzelttiğinde bu düzeltmelerden yola çıkarak hiç söylenmemiş başka anlamlara ulaşıp ulaşmadığını kontrol edemez.

Sesin etkisi ve sınırlılıkları

Başkasıyla bölüşene kadar yazıyı bin kere değiştirmek mümkündür ama ses bir kere başkasının kulağına değince artık ne yaparsanız yapın o ses artık başkasında da vardır.

‘Yazı’ ile ‘ses’ arasındaki farklar bunlarla sınırlı değildir ama yazının konusu yazı ile ses farkı değildir. Bu yüzden tekrar başa yani Gılgamış destanları ile alâkalı sorduğumuz soruya dönelim: “Sümerler yazıyı neden böylesi bir destanı kalıcı hâle getirmek için kullandılar, buna neden ihtiyaç duydular?”

Kur’an’da anlatılan resul kıssalarını kronolojik olarak okuduğumuzda fiili olarak risaletini icra eden ilk resulün Nuh olduğunu görmekteyiz. Resmi tarihe göre Nuh Sümerlerle muhatap olmuş bir resuldür. Nitekim destanın içinde Nuh tufanına benzer şeylerin olduğu herkesin malumudur sanırım.

Bu durumda Gılgamış destanının yazım zamanını yıl, ay, gün, saat olarak ifade edemiyor olsak bile yazılmasının ‘NUH sonrası’ olduğunu söylememizde bir beis olmasa gerektir.

Resullerin tamamı risalet sahibidir. Onlara “resul” denmesi de zaten bu risalet sebebiyledir.

‘Nuh’ ile ‘kitap’ kelimelerini yan yana getirebileceğimiz ayetler de mevcuttur. Mesela, Hadid suresi 26. ayet.

Her ne kadar o ayette direkt olarak Nuh değil, zürriyeti işin içine dahil ediliyor olsa da ‘kitap’ yani yazılı belge ile Nuh’u ayırmak mümkün değildir.

Mesela ona “Gemiyi sana vahyettiğimize göre yap.” denmektedir. Bırakın gemi yapımını, sandal yapımı bile çok çeşitli ölçü ve şekillerin kullanıldığı bir iştir. Bu ölçülerin kafada taşınması mümkündür elbette ama bu bile ancak ve ancak yıllar alan bir tecrübeden sonra mümkündür.

“Gemiyi sana vahyettiğimize göre yap.” cümlesindeki “yap” kelimesi orijinal metinde kök harfleri ‘sad+nun+ayn’ olan bir kelimedir. Bu kelime, bir şeyi basitçe yapmak değil bir tasarıya göre yapmaktır. Yani bu kelime, “tasarısı olan bir şeyi yapmayı” ifade eden bir kelimedir. Bu durumda Nuh’a bu fiil ile emir verilerek “gemi yapmasını” söylemek aslında “Projeye göre yap.” anlamını içermektedir.

Tek başına bu bile ortada kâğıda/deriye veya başka bir malzeme üzerine çizilmiş bir aslın olduğunu anlamaya yeterlidir fakat bu asıl öyle bir asıldır ki okuyanın ona bağlı kalması, onun ilke ve kurallarına göre şekiller ve ölçüler çıkarması zorunludur.

Zaten “vahyimize göre” denmesi “Sakın bir ekleme ve çıkarma yapma, sakın ona aykırı bir ölçü veya şekil çıkarma.” anlamına gelmektedir.

İşte sadece gemi yaparken bir asla bağlı kalınarak davranış belirleme aslında YAZININ da işlevidir.

Resul kıssaları ve yazının rolü

Nuh’a bir kitap verilmediğini varsaysak bile -ki bu yanlıştır- gemi yapımı için ona proje verilmesi, eğer Sümerler Nuh’un muhatabıysa ve Gılgamış destanları da Nuh’tan sonra yazılan ilk belgeyse, ‘Yazı’ denilen şeyin Nuh ile insanlığa geçtiği kesinlik kazanmaktadır yani toplumu, insanları bir yazılı belgeye isnaden yönlendirme fikri.

Yazının değerini Nuh ile öğrenen insanlık, bu değeri Yüce Allah’ın dinine karşı kullanmış, bir nevi O’nu taklit etmiştir.

İşte bu durum sadece Nuh ile yaşanmış değildir. Tüm resuller muhatapları tarafından tersinden bir taklide maruz kalmışlardır. Musa, Yüce Allah’tan bir kitap almıştır. Musa’nın izinden gitmeyenler, aslı ‘yazı’ olan, kökeni bir ‘kitap’ olan sahte bir din oluşturmuşlardır.

Onlar da insanları bir yazılı belge etrafında bir inanca ittifak ettirmeyi resulden öğrenmişlerdir.

“Allah–resul–kitap” ilişkisindeki halkaların yerini değiştirip yeni halkalar ekleyerek Yüce Allah’ın gönderdiği kitabı yine ‘kitap’ ile manipüle etmişlerdir.

Mesela şöyle yapmışlardır:

Allah

Aslı ‘ses’ olan bir sözün ‘yazı’lı hâli

Resul

Aslı resulün söyledikleri olan bir ‘ses’in ‘yazı’lı hâli

Yani,

ALLAH

Yazının dindeki taklidi ve manipülasyonu

ALLAH’TAN RESULE GELEN ‘SES’ (sonradan ‘yazı’ya döküldü.)

RESUL

RESULDEN İNSANLIĞA SÖYLENEN ‘SES’ (sonradan ‘yazı’ya döküldü.)

Şu an insanlık Yüce Allah’ın dininin şu son söylediğimiz olduğuna inanmış durumdadır.

Kur’an’ın birçok yerinde Yüce Allah’ın insanlığa gönderdiği şeyin nesnel karşılığının ‘kitap’ yani ‘yazı’ olduğunu söylenmesine rağmen Yüce Allah’ın dinini her durumda sesin yazıya dökülmüş hâli üzerine bina etmek başlı başına bir “din icat etmek” anlamına gelmektedir.

Bu anlayışa göre hem ayetler hem de hadisler sözün yazıya dökülmüş halidir. İşte ‘yazı’ ile ‘ses’ farkını belirtirken “Sesin söylendiği ortam, zaman ve mekân ile ilişkisi kurulmadan o sese anlam vermek mümkün değildir.” cümlemiz bunun içindi.

Gılgamış destanlarını Türkçesinden okuduğunuzda bile o yazının aslının ‘ses’ olduğunu anlamak mümkündür.

O destanları ilk yazılı belge olarak kabul ettiğimizde, bunlar zaten Yüce Allah’ın bir kitap gönderdiğine inanmadıkları için akıllarına giren, kafalarında kalan şey ‘kitapta yazılanlar’ değil, Nuh’un söyledikleri yani Nuh’un ses ile söyledikleri olacaktır. Nuh’un bir kitabı olduğunu kabul etmiş olsalar bile o kitabın Allah’ın indi’nden gelme bir kitap olduğuna değil, Nuh’un kendi söylemlerini kitaplaştırdığına inanacaklardır yani her hâlükârda olayın onlar tarafından görülen resmi, ‘ses’in ‘yazı’ya dönüşmesidir.

Yani yine bir anlamı üzerinde ittifak edilen sembollerle yazıya dökme fikrini resulden almış olmaktadırlar çünkü ‘yazı’ sabittir, kalıcıdır.

Kavramlar: