Başlıklar
YÜCE ALLAH’IN İNSAN TARAFINDAN KUŞATILABİLEN TEK EYLEMİ
Kur’an, insanın tek seferde künhüne vakıf olacağı tek fiilidir ve onun “mucize” oluşu da insan tarafından tek seferde anlaşılabilen bir kitap olmasıdır. Bu cümleyle ne kastediyoruz?
Yüce Allah Zatı ve sıfatları ile insanın aklen kuşatabileceği bir Zat değildir. Bu durum sadece O’nun Zatı ile alâkalı değil aynı zamanda eylemleri ile de böyledir.
Allah’ın Zat olarak bir mekâna ve bir zamana mukayyet olmaması, zamana ve mekâna mukayyet olan ve hatta zamansız ve mekânsız hiçbir hayal dahî kuramayan insan tarafından kuşatılamayacağı anlamına gelmektedir.
Allah’ın sıfatlar açısından ezel ve ebed olması, bir zamanın tüm aşamalarında olması anlamına gelmemektedir. ‘Ezel’ ve ‘ebed’ kelimeleri “zamanın ve mekânın ötesinde olmak” anlamına gelmektedir. Allah’ın her bir sıfatı; bir zamanın her dakikasında, her saniyesinde var olduğu anlamında değil her dakikanın, her saniyenin ötesinde olduğunu göstermektedir. Biz sonu olan bir zamanın içinde değil, zaman da dahil olmak kaydıyla varlık sahnesine gelen her bir şey ezel ve ebed zeminindedir. Allah’ın sıfatları insan türünün bağımlı olduğu zamanın bir yerinde veya insan türünün bağımlı olduğu mekânlardan bir mekânda tecelli etmemektedir, tam tersi tüm zamanlar ve tüm mekânlar Yüce Allah’ın sıfatlarında tecelli etmektedir. Varlık Allah’ın sıfatlarının tecellisinin imkânı değil, sıfatlar varlığın tecellisinin imkânıdır. Bu yüzden insan türü (ve diğer akıllı varlıklar) Yüce Allah’ın sıfatlarını tek seferde ve tam manasıyla kuşatamaz ve anlayamaz.
Allah’ın fiilleri de böyledir. “Yaratma” fiili insan türünün kavrayabileceği bir şey değildir mesela çünkü “yaratmak” helva, un, yağ ve irmiğin karıştırılarak helva yapılması gibi bir şey değildir. Hiçbir örneği olmayan, hiçbir malzemesi bulunmayan ve başkasını taklit ederek oluşturulmayan bir eylemi insan ne yaparsa yapsın tek seferde ve tüm boyutlarıyla asla anlayamaz. Yaratılmış varlıklara bakarak yani sonuca bakarak eylemin kaynak noktasına inmek ve kaynak noktada bu eylemin nasıl göründüğüne ulaşmak insan türünün tüm eylemler için yaptığı bir akıl yürütmedir ama bu akıl yürütme sadece yaratılmış varlıkların eylemlerini kapsar çünkü insan türünün gördüğü her bir şey, öncesi olandır. İnsan türünün eylemleri bile en nihayetinde gider Allah’ın eylemine dayanır fakat bu dayanma eylemin künhüne vakıf olunduğundan değil, “anlamlı” hâle gelmesinden dolayıdır.
Kur’anın insan için benzersiz yönü
Kur’an’a gelince: O, Yüce Allah’ın öyle bir eylemidir ki tüm boyutlarıyla insan türünün tek seferde anlayabileceği konuma İNDİRİLMİŞTİR ve bu açıdan Kur’an Yüce Allah’ın insan tarafından kavranabilecek TEK EYLEMİDİR.
Bu paragraflardaki “tek sefer” vurgusu şuna dikkat çekmek içindir: Yüce Allah’ın yarattığı her bir varlıktaki bilgiyi elde etmek tek seferde olacak bir iş değildir ve olmamıştır da. Mesela, insan türünün karşılaştığı en basit varlık türü olan cansız varlıkları ele alalım. İnsan türü bir taşın tam manasıyla nasıl bir varlık olduğunu yüzyıllar içinde anlamıştır ki hâlâ tam manasıyla bir kavrama yoktur.
İnsan türü -canlı ya da cansız-, her biri Yüce Allah’ın bir eyleminin sonucu olan ‘mahluk’ hakkındaki bilgisini tek seferde elde etmemiştir ve edememektedir. Bilgiye ulaşacak maddi imkânlara sahip oldukça bilgisi de artmaktadır. Mesela, mikroskop icat edilene kadar eşyanın cüzlerinin nasıl olduğuna dair bir bilgiye ulaşamamıştır. Mikroskobu icat edecek ortama ulaşması ise tek seferde değil, yüzyılları almıştır.
Bu durum Yüce Allah’ın her eylemi için böyledir ama KUR’AN bunun dışındadır. İnsan türü zamanın hangi boyutunda olursa olsun Kur’an’ı anlamak için bir şey icat etmesine gerek yoktur. Kur’an’la ilk muhatap olanların imkânları ile Kur’an’a en son muhatap olanların imkânları aynıdır ve değişmemesi de gerekir. Onu yakından inceleyecek bir mikroskop icat edilmesi gerekmemektedir.
Zamanın hangi boyutunda yaşarsa yaşasın herhangi bir insan Kur’an’ı anlamayı kendi ömründe gerçekleştirebilir. Bundan daha da önemlisi Kur’an’ı kendi zamanında anlayan her insanın anladıkları, zamanın diğer boyutlarındaki insan anlayışlarıyla yüzde yüz örtüşür.
İnsan türü ne yaparsa yapsın, bilgisi ne kadar değişirse değişsin Kur’an, okundukça insanın bilgisini artıran bir kitap değildir ve olmayacaktır çünkü KUR’AN; BİLGİ ARTIRAN BİR KİTAP DEĞİL, İLMİ SABİTLEYEN BİR KİTAPTIR. Bin sene önce Kur’an okuyan insan, insan olma açısından bizden daha az veya bizden daha fazla insan değildir.
Bundan bin sene önceki bir fizikçi günümüz fizikçisinden daha az fizikçidir çünkü fiziğe dair bilgiler sürekli değişmektedir. Bu da bir fizikçinin elde ettiği her bilgiyle varlık tasavvurunun değiştiği ve değişeceği anlamına gelmektedir fakat bin sene önce Kur’an okuyan birinin varlık tasavvuru ile bin sene sonra Kur’an okuyan birinin varlık tasavvuru tıpatıp aynıdır.
Kur’an, bilgisi çoğaldıkça insanlığı çoğalan bir insan tipini değil, hangi zamanda ve hangi mekânda olursa olsun İNSANLIĞI SABİT VE DEĞİŞMEDEN SÜRDÜREBİLEN bir insan tipini temel almıştır.
İşte, bizim “tek sefer” vurgumuz bunları kastetmektedir.
Mahluk ve sabit referans anlayışı
İnsan türünün her bilgisi zaman ve mekân değiştikçe, imkânlar geliştikçe şişen ve çoğalan bilgidir fakat insanın insan olma ve insan kalma bilgisi şişmeyen ve şişmemesi gereken SABİT BİR BİLGİDİR. İnsan türünün sürdürülebilir bir tür olması bile buna bağlıdır.
Herakleitos, değişmeyen tek şeyin değişim olduğunu söylemiş ve bir nevi “halt etmiştir” çünkü değişim ancak ve ancak bir DEĞİŞMEYEN olunca anlaşılır. Her şeyin değiştiği bir ortamda hiç kimse değişimi anlayamaz.
İnsan türü her an değişen dünyada değişimlerle değişen bir varlık olmaya tahammül edemez ve buna gücü de yetmez. İnsan türü değişimler içinde DEĞİŞMEDEN yaşayabilir ancak. İşte o zaman varlık tasavvuru “tasavvur” olur.
Bu yüzden tüm varlık katmanlarında varlık kümeleri “cins, nevi” olarak değil “MAHLUK” olarak adlandırılmak zorundadır çünkü “cisim” dendiğinde çoğalan bilgi ile onun hakkındaki tasavvurun değiştiği bir şeyden söz ediliyor demektir. Aristo zamanında yaşayan bir fizikçinin taşlara bakışı ile günümüz fizikçisinin taşlara bakışı aynı değildir. Her ikisi de taşa “cisim” der ama her ikisinin “cisim” kelimesine yüklediği anlam asla aynı değildir fakat Aristo zamanındaki bir fizikçi de günümüzde yaşayan bir fizikçi de taşlara ve varlıklara “MAHLUK” derse işte bu asla değişmeyen bir bilgi olarak kalır ve değişen diğer bilgiler “MAHLUK” kavramından referansla anlamlandırılır, üstelik bu referans hem hiç yanıltmayan hem artmayan hem eksilmeyen bir referanstır yani bilgi ne kadar çoğalırsa çoğalsın bu referans değer daima sabit olarak kalır.
İşte, tek başına “MAHLUK” kelimesi bile değişenlerin değişimini anlamak için SABİT bir nokta olmayı hak etmektedir ve bu bilgi TEK SEFERDE kolayca anlaşılan bir bilgidir.
Durum böyle ele alınırsa on bin yıl önceki insanın varlık tasavvuru ile on bin yıl sonraki insanın varlık tasavvuru tıpatıp aynılaşır.
Varlığa “CİSİM” denmesi asla bir bakış açısı önermez ama varlığa “MAHLUK” denmesi bir bakış açısını ZORUNLU kılar hatta sadece bir bakış açısı değil aynı zamanda sabit davranış kalıpları önerir. Mesela, insan türü diğer varlıklarla “CİSİM” kümesinde değil “MAHLUK” kümesinde aynı olduğunu anlar.
Akıllı veya akılsız tüm varlıkların “MAHLUK” kümesinde aynı olması insanın ise bunu görebilen tek varlık olması insandaki AKIL VE İRADE üstünlüğünü bir üstünlük olmaktan çıkarır tam tersi bir sorumluluk olduğu noktasına getirir ve kim ne derse desin insan türüne sorumluluk yüklememeyi temel alan bir mantık binası tam da ŞEYTANIN MANTIĞIDIR.
İblisin “Beni ‘nar’dan onu ‘tin’den yarattın.” demesi tam tamına ARİSTO mantığının kendisidir çünkü önünde sonunda “MAHLUK” olmayı es geçen ve farklı bir elementer kökene sahip olmayı ‘üstünlük’ olarak gören bir anlayıştır bu; oysa “Beni ‘nar’dan onu ‘tin’den yarattın öyleyse ben ondan hayırlıyım.” cümlesi şöyle de kurulabilirdi: “BENİ ‘NAR’DAN ONU ‘TİN’DEN YARATTIN O HALDE BEN ONDAN DAHA SORUMLUYUM.”
Aristoteles eleştirisi ve vahyin önemi
“Sorumluluk” bir ÜSTÜNLÜK olmayacağına göre devamında “ÖYLEYSE DAHA MUTTAKİ OLMALIYIM.” cümlesi gelmelidir.
İblis de tıpkı Aristo gibi (ya da Aristo tıpkı İblis gibi) davranmıştır, hem “YARATTIN” demektedir hem de yaratılmış olanı Yaratan’dan ayırarak elementer kökeni bir üstünlük olarak alıp yaratılanın Yaratan tarafından verilen değerini yok saymıştır.
Aristo ise “İLK NEDEN” diyerek ortaya bir Tanrı koymuş ama o koyduğu tanrının nedeni olduğu varlıklarla alâkasını keserek varlığın tanımında ve katmanlarında ‘İLK NEDEN’İN belirleyiciliğinin olmadığını temel almıştır.
Ona göre ‘insan’ın tanımı, bağlı bulunduğu kümeler katmanında şöyledir: “İNSAN KONUŞAN, HİSSEDEN, HAREKET EDEN, CANLI BİR CİSİMDİR.” Tanım burada bitmektedir, peki ‘İLK NEDEN’ bu tanımın neresindedir?
Buhar olup uçmuş bir ‘ilk neden’, varlığı anlamlı hâle getirse ne yazar? Evet, “ilk neden” diyerek varlık anlamlı hâle gelmiştir ama ‘İLK NEDEN’ KENDİ ANLAMINI YİTİRMİŞTİR.
Aristo varlığı anlamlı hâle getirmek için TANRIYI ANLAMSIZ HÂLE GETİRMİŞTİR oysa varlığa “MAHLUK” diyerek külli bir küme tayin edilirse ne varlık ne de TANRI asla anlamını yitirmeyecek ve hatta varlığın her katmanı buna göre sabit bir anlama kavuşacaktır ve hepsinden önemlisi bu, bir anneden doğan her insanın kendi hayatında (tek seferde) daima temel alacağı sabit bir değişmez olduğu anlamına gelecektir.
İşte, bu değişmezin değişmezi ise Yüce Allah’ın insanın kendi hayatında (tek seferde) anlayabileceği ‘VAHİY’dir.
Meseleye bu açıdan bakıldığında Kur’an, Yüce Allah’ın insan tarafından kuşatılabilen TEK EYLEMİ olmaktadır.
Kur’an’ı anlamak için gerekli aletler ise her dönemde daha iyisi ve daha yenisi çıkarılabilen aletler değil yine değişmez olan bir şeydir; “DİL VE ONUN KURALLARI”. İşte, bu da ‘HİKMET’ olmaktadır yani bin sene önceki insanın Kur’an’ı anlamak için kullandığı alet ile bin sene sonraki insanın kullandığı alet aynıdır.
Kitabın amaçları ve anlaşılma koşulları
‘Dil’ ise mikroskop gibi teknoloji geliştikçe gelişen bir alet değil daima sabit olan bir alettir. (Kelimelerin tarih içinde anlam şişmesine uğraması ‘HİKMET’İ değiştirmez.) Hatta öyle tuhaftır ki insan türünün bilgisinin çoğalması, sonraki gelenlerin öncekilerin bilgisini bıraktıkları yerden alıp daha ilerilere götürmesi DİLİN SABİTLİĞİNE BAĞLIDIR.
Kur’an’ı anlamak için gerekli imkânlar bir insanın hayatına sığacak kadardır yani TEK SEFERDE olabilecek bir şeydir.
Kısacası dostlar! Kur’an; Yüce Allah’ın insanın anlama kabiliyetine indirilmiş TEK EYLEMİDİR ve bu her insanın kendi hayatında tek seferde gerçekleştirebileceği bir şeydir.
Yüce Allah, varlıkları, kendinde olan bilgileri tek seferde vermeyecek şekilde yaratmıştır. Bu yüzden ‘varlık’ bilgisi daima değişir ve değişmelidir fakat her değişimin anlamlı olması kesinlikle değişmeyen bir sabiteyi zorunlu kılar. İşte bu değişmez sabite Yüce Allah’ın kitabıdır.
O kitap, varlık gibi kendinde olan bilgileri tek seferde vermeyen bir kitap olmaz, olamaz.
O kitap, teknoloji geliştikçe, insan türünün bilgiye erişim imkanları arttıkça daha çok bilgi veren bir kitap olmaz, olamaz.
O kitap, insan türünü değişenlere göre değişen bir tasavvura çağırmaz, çağıramaz.
O kitap, insan türünün insanlığını sabit ve sürdürülebilir hâle getirmek için gönderilmiştir yani insanı insan yapmak için değil, insanı insan olarak tutmak ve insanlığını sürdürmesi için gönderilmiştir.
Böylesi bir hedefi olan kitabın TEK SEFERDE anlaşılması zaten zorunludur.
İmtihanın doğası ve insanın kendini keşfi
Kitap, Yüce Allah’ın bir eylemidir ve annesinden doğan her insan kendi hayatında (tek seferde) bu kitabı anlar.
Yüce Allah insan türünü imtihan etmektedir.
SORU: Her şeyi bilen Allah sonucunu zaten bildiği bir imtihanı niye yapar ki?
CEVAP: Allah, imtihanı, zaten bildiğini bilmek için yapmaz. İmtihan insan içindir, insanın kendisini bilmesi içindir yani Allah, imtihanı, “İNSAN KENDİSİNİ BİLSİN” diye yapar yani bir nevi “EY İNSAN, BENİM SENİN HAKKINDA BİLDİĞİMİ SEN DE BİL VE SANA NEDEN BÖYLE DAVRANDIĞIMI ANLA!” demek için yapar.
İmtihan, insan türünün sahip olabileceği en yüce değerdir çünkü biz imtihan sayesinde Yüce Allah’ın bizim hakkımızda neyi bildiğini bilebiliyoruz.
İmtihan, Yüce Allah’ın kendi bilgisini insana açmasıdır.
Şöyle bir hoca-öğrenci ilişkisi tahayyül edelim. Hoca, öğrencisi hakkında her şeyi hatta neyi yapıp neyi yapamayacağını, neyi bilip neyi bilemeyeceğini bile bilmektedir ve bu bilgisine göre öğrencisine davranmaktadır fakat öğrenci, hocanın, kendisi hakkında neyi bilip bilmediğini bilmediği için hocanın davranışlarına o an hocası hakkında neyi biliyorsa ona göre anlam yüklemektedir. Hoca onu imtihan eder ve öğrenci de bizzat kendisinin neyi ne kadar bildiğini anlar. İşte, o zaman hocanın kendisine neden öyle davrandığını da anlar.
Mesela, diyelim ki hayatı boyunca fakir yaşamış biri Yüce Allah’ın kendisine bol rızık vermemesini anlamaz. O, kendince zengin olmayı hiç tatmadığı için hayatı boyunca fakirlikle imtihan edilmeyi hor görür. Bir gün zenginlikle imtihan edilir ve zenginlik karşısında kendisini kaybeder. Eğer aklı varsa ve vicdanı temizse işte o zaman neden hayatı boyunca fakirlikle imtihan edildiğini de anlar. “Meğer Rabbim, benim zenginlik imtihanını kaldıramayacağımı bildiği için beni zenginlikle imtihan etmemiş.” der. İşte, bu durumda o, Allah’ın, kendisi hakkında neyi bildiğini bilir.
İmtihan, Yüce Allah’ın, kulları hakkında bilmediğini öğrenmesi veya zaten bildiğini bilmesi için değil; KULUN, ALLAH’IN, ONUN HAKKINDA NELERİ BİLDİĞİNİ ONUN DA BİLMESİ İÇİNDİR.
Şunu de ekleyeyim. Okullarda ilkokul öğrencisi ortaokul sorularıyla, ortaokul öğrencisi lise sorularıyla, lise öğrencisi üniversite sorularıyla imtihan edilmez. NEDEN?
Çünkü hocalar öğrencinin o soruları cevaplayamayacağını, o soruları cevaplamaya güç yetiremeyeceğini bilir. Peki, öğrenciler bunu bilir mi? Hayır bilmez, bilemez. Peki, ilkokul öğrencisi kendi sınıfıyla alâkalı sorularla imtihan edildiğinde öğrencinin bizzat kendisi neyi cevaplayıp neyi cevaplayamayacağını bilir mi? Hayır bilmez. İmtihan edilir ve işte o zaman bizzat öğrenci neyi bilmediğini anlar. İşte böyle bir şeydir ‘imtihan’.