Başlıklar
‘ZEVERA’ KELİMESİ ÜZERİNE BİR ÇALIŞMA
Bu çalışma, kök harfleri ز و ر (ze + vav + ra) olan kelimenin Kur’an’daki bağlamları hakkındadır. Kelime Kur’an’da çeşitli formlarda 6 kez geçmektedir. Bu bağlamları siyak ve sibakı ile birlikte tek tek incelemeye başlamadan önce kelimenin sözlük anlamlarını verelim.
زار – زوْرًا – زِيَارَةً – مَزَارًا……ziyaret etmek
زَوِرَ – زَوْرًا……………………yamulmak, istikametten sapmak, eğrilmek.
اَزَارَ – اِزَارَةً……………………ziyaret ettirmek, ziyaret etmesini sağlamak, gezdirmek.
زَوَّرَ – تَزْوِيرًا…………………taklit etmek, sahtesini yapmak, intihal yapmak, sahtekarlıkla bir şeyin aynısını yapmak.
زَوَّرَ عَنْ……………………… uzaklaştı, terk etti.
زَوَّرَ الْكَلاَمَ……………………sözü tahrif etti, sözü süsledi.
زَوَّرَ عَلَى……………………..hakkında yalan uydurdu.
اِزْدَارَ – اِزْدِيَارًا……………….ziyaret etmek
اِزْوَرَ – ثِزْوِرَارًا………………. yüz çevirmek, ayrılmak, sapmak.
تَزَوَّرَ – تَزَوُّرًآ…………….. kendine mal etmek, alıp kendine mal etmek, kendisininmiş gibi kabullenmek. Sahtekarlıkla kendine mal etmek.
تَزَاوَرَ – تَزَاوُرًآ…… …………vazgeçmek, sapmak, yüz çevirmek, bir tarafa yönelmek.
اِسْتَزَارَ – اِسْتِزَارَةً……………. ziyaret edilmek istemek, kendisini ziyaret etmesini istemek.
تَزَاوُرٌ………………………. bakış açısının değişmesiyle, görünen şeyin de değişmesi.
تَزْوِبِرٌ……………………… kalpazanlık.
زَوْرٌ (ج) اَزْوَار……………. Akıl, görüş, fikir, düşünce, uykuda görülen hayal, irade gücü, zorlama, kuyu dibinde çıkan ve kırılamayıp bırakılan kaya, göğsün boğaza yakın kısmı, asıl yemeğe hazırlık olarak yenen yemek, aperatif.
زُورٌ………………………. yalan, yalancı, sahtekâr, eğlence, batıl olarak tapınılan şey.
شَهَادَة الزُّورِ……………….. yalancı şahitlik.
مُزَوّر………………………kalpazan.
(İlyas Karslı / Yeni Sözlük)
زَوْر: Göğsün üst tarafına denir. زُرْتُ فُلاَنًا: Falan kişiyle zevr’imle/göğsümün üst tarafıyla karşılaştım; ya da onun zevr’ine doğru gittim. Bu tıpkı وَجَهْتُهُ /Ona yöneldim, sözü gibidir. رَجُلٌ زَائِرٌ وَقَوْمٌ زَوْرٌ sözü, رَجُلٌ سَافِرٌ وَقَوْمٌ سَفْرٌ sözü gibidir.
Bazen رَجُلٌ زَوْرٌ: denir ki, bu durumda زَوْر, kendisiyle nitelenilen bir mastar olur. Tıpkı ضَيْف gibi. زَوَر: Göğüs üstündeki eğriliktir. أَزْوَر: Göğüs üstü eğri olan kişi. وَتَرَى الشَّمْسَ إِذَا طَلَعَت تَزَاوَرُ عَنْ كَهْفِهِمْ ذَاتَ الْيَمِينِ: Güneşi görürsün, doğduğu zaman mağaralarından sağa doğru eğiliyor (18/Kehf 17) ; yani meylediyor. Ayetteki تَزَاوَرُ kelimesi, zâ harfinin şedde ve tahfifiyle de okunmuştur.
Ayrıca bu kelime تَزْوَرُّ [râ harfinin şeddesiyle de] okunmuştur.
Ebu’l-Hasan, bu âyette تَزْوَرُّ kelimesinin herhangi bir anlam ifâde etmediğini söylemektedir. Çünkü اِزْوِرَار, kısılma anlamındadır.
Bu kökten; تَزَاوَرَ عَنْهُ، وَازْوَرَّ عَنْهُ، وَرَجُلٌ أَزْوَرُ، وَقَوْمٌ زُورٌ formları gelir. بِئْرٌ زَوْرَاءُ: Eğik kazılmış kuyu.
Doğru yönden meylettiği için, yalana زُور denir. Allah buyurur ki:
فَقَدْ جَاؤُوا ظُلْمًا وَزُورًا: Bunlar, gerçekten haksızlık ve iftiraya saptılar(25/Furkân 4);
وَاجْتَنِبُوا قَوْلَ الزُّورِ : Yalan sözden sakının (22/Hac 30);
وَإِنَّهُمْ لَيَقُولُونَ مُنْكَرًا مِنَ الْقَوْلِ وَزُورًا : Onlar, çirkin ve yalan olan bir söz söylüyorlar (58/Mücâdele 2);
وَالَّذِينَ لا يَشْهَدُونَ الزُّورَ : Onlar yalan yere şahitlik etmezler (25/Furkân 72).
Şu şiirde, yalan ve haktan sapma olduğu için puta زُور denmiştir:
جَاءُوا بِزُورَيْهِمْ وَجِئْنَا بِالأَصَمْ -216
216- Onlar her iki Zur’larını[putlarını) getirdiler; biz ise Asam’ı getirdik.
(R. el-İsfahânî / el-Müfredat)
Bu kelime Mushaf sıralamasında ilk kez Kehf suresinin 17. ayetinde geçmektedir. Fakat yaptığımız çalışmalar sonucunda 17. ayette geçen kelimenin bu bağlamdaki anlamının tam olarak ortaya çıkması için araştırmaya Kehf suresi 1. ayetten başlamak gerekmektedir. Bir kelimenin anlamı hakkında bu kadar geriden başlamanın temel sebebi müfessirlerin Kehf kıssasının etrafına tamamen uydurmalardan oluşan bir duvarı birinci ayetten başlayarak örmeleridir. Bu yüzden biz de çalışmayı birinci ayetten itibaren yapmaya çalışacağız.
Çalışmaya başlamadan önce şunu belirtmek zorundayız; elimizden geldiği kadar çalışmanın hacmini çoğaltmamaya çalışacağız ama biz ne kadar uğraşsak da bu mümkün olmayacaktır. Çünkü rivayetler yüzünden Kehf kıssasının Kur’an’daki bağlantıları tamamen kaybolmuştur. Kehf kıssasını meal veya tefsirler üzerinden okuyan dikkatli bir okuyucu, Kehf kıssasının Kur’an’ın diğer yerleriyle veya Kur’an’da kıssaları anlatılan diğer resullerden hiçbiriyle alakası olmayan mistik ve gizemli bir hikâye olarak apayrı durduğunu görecektir. Oysa elimizdeki Kur’an’ın değil bir kıssası hiçbir kelimesinin dahî diğerlerinden kopuk bir parça olması mümkün değildir. Çünkü Hicr suresinin 91. ayetinde “Kur’an’ı birbirinden kopuk parçalar haline getirenler” şiddetle kınanmaktadır. Kur’an’ın birbirinden kopuk parçalar haline getirmek kınandığına göre Kur’an’ın kendisinin birbirinden kopuk parçalardan oluşmuş bir kitap olmaması gerekmektedir.
Bu Kur’an’ı birbirinden kopuk parçalar haline çevirenler…
Bu ayetteki عِض۪ينَ (idin) kelimesi “bir bütünü oluşturan parçaları bir daha bir araya gelemeyecek şekilde parçalara ayırıp tüm bağları koparmak” anlamına gelen bir kelimedir. Bu tıpkı bir elin parmakları kesilip ayrıldığında parmakların tek başına yine parmak olarak kalmasına benzemektedir ama yine de o parmaklar işlevlerini bir ele bağlı oldukları zaman yerine getirebilirler. Elden koparılmış bir parmağın parmak olduğu hâlâ anlaşılır ama o artık işlevsiz bir parmaktır. Bu koparma sadece parmağı değil elin işlevini de etkileyecektir. Bir ya da iki parmağı koparılan el, el olmaya devam edecektir ama tam işlevini asla yerine getirmeyecektir. Koparılan parmaklar tüm vücuttan ayrı bir uzvun parçaları değildir. Çünkü parmak ele, el kola, kol omuza, omuz gövdeye bağlıdır ve bunlar bir arada olunca bir bütündürler. Bir tek parmağın yitirilmesi sadece elin eksik olması değil, tüm vücudun eksik olması anlamına gelmektedir.
Kur’an bir insan vücudu değildir. İnsan vücudunda eller veya kollar olmazsa hatta vücudun yarısı bile olmazsa vücut o yarım haliyle yaşamına devam eder. Ama her parçası diğerleriyle aynı değerde olan Kur’an’ın parçalara ayrılması durumunda Kur’an işlevini yerine getirmez. Her ne kadar müktesebat uleması “Bu sure Kur’an’ın kalbidir, şu sure Kur’an’ın beynidir, şu sure Kur’an’ın tamamına bedeldir vs.” gibi saçmalamayı Kur’an’a değer vermek olarak zannetse de bu söylem tamamen yalandır, aldanmadır; bu, Kur’an’a değer vermek değil onu değersizleştirmektir. Kur’an’ın kelimelerine, edatlarına hatta harflerine önem vererek Kur’an okuyanlar bilirler ki, Kur’an’da öyle yerler vardır ki tek bir edat veya tek bir harf-i cer Kur’an’ın tamamı hakkındaki anlamı bünyesinde toplamaktadır. Hatta bazen tek bir hareke bile tüm anlamı bünyesinde toplamaktadır. Kur’an’ın icazı denilen bu durum, sözün kıymetini bilenler tarafından daima mucize olarak nitelendirilmiş ve hakikaten de alınlar bu muhteşemlik karşısında secdeye kapanmaktan başka bir yol görememişlerdir.
İnsanın aklını başından alacak kadar muhteşem bir icaza sahip bir kitaptaki koskoca bir kıssanın kitabın diğer yerleriyle hiçbir bağı olmayacak durumda olması her şeyden önce bu icaz ile çelişecektir. Kur’an’ın icazı hakkında derin bir otorite sahibiymiş gibi konuşarak ukalalık etmek istemiyoruz ama icaz denilen şey sadece edebi sanatlarla bezenmiş söz değildir. İcaz; sözün edebi değerinin çok yüksek, net ve berrak olmasının yanında, bahsedilen konuların birbirinden kopuk parçalar olmamasını da gerektirmektedir. Edebi söz, anlamın hizmetindedir. Yoksa anlam sözün hizmetinde değildir. Çünkü söz bir anlamı karşılarsa değerlidir. Herhangi bir anlamı karşılamayan söz ses çıkarmaktan öteye gitmez, gidemez.
Söz, anlamını kelimelerin sımsıkı bir şekilde birbirine isnadından alır. Bu isnat hem gramer açısından hem de anlam açısından karışıklık ve yabanlık oluşturmayacak değerde olmalıdır. Nasıl ki kısacık bir cümlede gramer açısından öge değeri bilinmeyen bir kelime -cümle ne kadar güzel olursa olsun- o cümleyi bozup anlamsız hâle getiriyorsa koskoca Kur’an’da nasıl bir yer kapladığı bilinmeyen bir kıssa da aynı şekilde sadece kendisinin değil Kur’an’daki tüm kıssaların da anlamını kaybettirecektir.
Kur’an’daki bir kıssanın Kur’an’ın diğer yerleriyle bir bağı olmaması durumunda tıpkı şu cümleye benzeyecektir:
Uzun ince bir yoldayım.
Elmalar olgunlaştı.
Gidiyorum gündüz gece.
Verdiğimiz bu örnek, söz değeri ve seviyesi düşük basit bir örnek gibi gözükse de durum tam da böyledir.
Kur’an; içinde nasihat, öğüt, azar, vaat, tehdit, kıssa, haber ve daha birçok şey barındıran bir kitaptır. Ama o ne tek başına bir öğüt ne de bir tehdit kitabı olmuştur. O; akıllı varlıkları karanlıklardan aydınlığa çıkaran bir rehberdir. Onun kıssaları, nasihatleri, tehditleri, haberleri ve diğer şeyleri tamamen işte bu amaca mebnidir. O, akıllı varlıkları karanlıklardan aydınlığa çıkarırken kıssa anlatır, vaat eder, tehdit eder, haber verir. Tüm bunlar asıl amacı yerine getirmek içindir. Kur’an’ın bu özelliğinin unutulması kıssaların sadece nasihat alınan veya her okuyanın akıl seviyesine göre hikmetli dersler çıkaracağı hikâyeler olarak algılanmasına neden olacaktır. Asıl amacı insanlığı karanlıklardan aydınlığa çıkarmak olan bir kitabın herhangi bir kıssayı sadece öğüt veya nasihat için anlatması, o kıssanın içine karanlıklardan aydınlığa çıkarma amacını yansıtmaması icaz değerini de söz değerini de düşürecektir. Kur’an’ın böyle olabileceğini akıldan geçirmek bile Kur’an’ı gönderen Yüce Allah’a hakaret olacaktır.
Her kitap kendi bağlamları ile anlaşılır. Bir kitapta binlerce cümle, on binlerce kelime vardır. Kelimeler; isim, fiil ve harflerden oluşur. Cümleler; isim, fiil ve harf olan kelimeler ile kurulurlar. Kullanılan her kelime, kurulan her cümle kitabın yazarının tercihlerine göre şekillenir ve cümlede konum kazanır. Herhangi bir yazar herhangi bir kelimeyi kitabına almışsa onu cümleler içinde kullanmışsa kullandığı o kelimenin de o kelime ile kurduğu cümlenin de ne değerde olduğunu yazısına yansıtmak zorundadır ki zaten her yazar bunun için kitap yazar. Yani kitap yazmanın anlamı budur. Herhangi bir yazar, kitabında bir olayı, bir doktrini, bir düşünceyi yazmışsa ve okuyucunun da onun anlattıklarını tam olarak anlamak için başka kaynaklara başvuruyorsa bu o yazarın başarılı bir yazar olmadığı anlamına gelir. Mesela, Victor Hugo’nun Notre Dame’ın Kamburu adlı kitabını okuyup anlamak için Dostoyevski’nin Suç ve Ceza’sını, Tolstoy’un Savaş ve Barış’ını, Yaşar Kemal’in İnce Memed’ini ve daha birçok romanı da okumak zorunda olduğumuzu farz edelim. Böylesi bir yazar başarılı bir yazar olacak mıdır?
Şimdi Yüce Allah, insanlığı karanlıklardan aydınlığa çıkarsın diye gönderdiği kitabında Ashabu’l Kehf diye bir kıssa anlatmışsa, bu kıssanın anlaşılması için de kitabının hiçbir yeriyle bağlantı kurmamışsa kıssanın anlaşılması başka kitaplarda anlatılan rivayetlere, nüzul sebebi hikâyelere, İsrailiyat’a bağlıysa hatta onlarsız anlamlı olmayacaksa bu durumda elimizdeki kitabın karanlıklardan aydınlığa çıkarma iddiası da (sonsuz kere hâşâ) boş bir iddia olmayacak mıdır?
Elif. Lâm. Râ. (Bu Kur’an), Rablerinin izniyle insanları karanlıklardan aydınlığa, yani her şeye galip (ve) övgüye lâyık olan Allah’ın yoluna çıkarman için sana indirdiğimiz bir kitaptır (TDV meali).
İşte Kehf kıssası da bu amaca mebni olarak anlatılmaktadır. Bu amaç için gönderilen bir kitapta karanlık bir şeyin olabileceğini akıldan geçirmek bu kitaba hakaret olmayacak mıdır? Bu amaca mebni olarak gönderilen bir kitabın kıssasını anlamak için başka kaynaklara başvurmak zorunda kalındığını akıldan geçirmek bu kitaba hakaret olmayacak mıdır?
Bu basit akıl yürütmemiz kabul edilmese bile müfessirlerin Kehf kıssasını daha anlamlı ve daha anlaşılır kılmak için tarih boyunca taşıdıkları rivayetlerin Kehf kıssasının daha iyi anlaşılmasına değil hiç anlaşılmamasına sebep olduğu gün gibi ortadadır. Getirilen her nüzul sebebi rivayet, karanlığı biraz daha koyu hâle getirmiş; serdedilen her görüş, bilinmezliği daha karmaşık hâle sokmuştur. İşte tüm bunlara, Kehf kıssasının bağlamının Kur’an’dan değil de Kur’an dışından tespit edilmeye çalışılması sebep olmuştur.
En başta bu çalışmanın Kur’an’da 6 kez geçen ز و ر (ze + vav + ra) kök harflerine sahip kelime hakkında olduğunu belirtmiştik. Bu kelimenin ilk geçtiği bağlam Kehf suresinin 17. ayetidir. Bu bağlamda Ashabu’l Kehf kıssası anlatılmaktadır. Yani bu kelime Kehf kıssasının bir parçasıdır. İşte bu yüzden kelimenin anlaşılması Kehf kıssasının anlaşılmasına bağlıdır. Bu durum bizi Kehf kıssasını anlatan ayetleri tamamıyla ele almaya mecbur bırakmaktadır. Müfessirler eliyle Kehf kıssası etrafına örülen kalın sis perdelerini göz önüne aldığımızda yapacağımız çalışmanın beklenenden daha hacimli olacağı aşikârdır.
Daha önceki çalışmalarımızda ve fırsat bulduğumuz her ortamda belirttiğimiz gibi; izlediğimiz yöntem “Kur’an’ı sadece Kur’an ile anlama” yöntemidir. Çalışmamızda ortaya çıkması muhtemel kusurların, yanlışların, hataların hepsi bize aittir; bunun “Kur’an’ı Kur’an ile anlama” yönteminin kendisi ile alâkası yoktur. Bizden sâdır olması muhtemel yanlışları kendisine malzeme yaparak, bu yanlışlar sanki yöntemin yanlışıymış gibi kullanarak “Kur’an’ı sadece Kur’an ile anlama” yöntemini karalayacak olanlara şimdiden diyoruz ki sakın böyle yapmayın yoksa Allah’ın huzurunda hesap veremezsiniz! Yanlışlar bizim, doğrular Allah’ındır. Biz bizi karanlıklardan aydınlığa çıkaran, hakkın ta kendisi olan kitabını bize gönderdiği için O’na sonsuz şükranlarımızı sunuyor, olması muhtemel hatalarımızdan peşinen af dilenerek, O’nun acımasına, bağışlamasına, affına, merhametine sığınarak sadece ve sadece O’ndan yardım dilenerek çalışmaya başlıyoruz. Allah yolunda sarf edilen her gayret zaten başarıdır. Sonuç, Yüce Allah’ın takdiridir.
- BİRİNCİ BAĞLAM
Kehf 18/2
قَيِّمًا لِيُنْذِرَ بَأْسًا شَد۪يدًا مِنْ لَدُنْهُ وَيُبَشِّرَ الْمُؤْمِن۪ينَ الَّذ۪ينَ يَعْمَلُونَ الصَّالِحَاتِ اَنَّ لَهُمْ اَجْرًا حَسَنًاۙ
Kehf 18/4
وَيُنْذِرَ الَّذ۪ينَ قَالُوا اتَّخَذَ اللّٰهُ وَلَدًاۗ
Kehf suresinin ilk beş ayeti elimizdeki Asım kıraatinde yukarıda olduğu gibidir. Bu ayetlerin meallerine geçmeden önce ayet bölünmelerine dikkat çekmek şarttır. Çünkü Asım kıraatinde beş ayet olarak bölünen bu cümleler aslında bölünmesi mümkün olmayan tek bir cümledir. Müpteda-haberin veya fiil-fail-mef’ulün ne olduğunu bilecek kadar Arapça bilgisi olanlar bile hemen göreceklerdir ki ikinci ayetin başında mansub halde gelmiş bir kelime vardır (قَيِّمًا) (kayyimen). Bu kelimeyi nasb eden âmil kendisinden önceki yani birinci ayetteki fiildir. Hemen bu kelimeden sonra gelen لِيُنْذِرَ (liyunżira) kelimesinin başında ise bir لِ (li) harf-i cer’i vardır ve bu da bu kelime ile başlayan cümlenin olduğu gibi birinci ayette geçen cümlenin “mef’ulü li eclihi” olduğu anlamına gelmektedir. Hemen bu cümleden sonra bir atıf edatı ve bir fiille (وَيُبَشِّرَ) (veyubeşşira) başlayan cümle ise kendisinden önceki cümleye atfedilmiştir ve atıf ile mâtufu ayırmak mümkün değildir. Hatta bu atıftan dolayı kelimenin başında olması gereken لِ (li) harf-i cer’i hazfedilmiştir. Üçüncü ayet ise (مَاكِث۪ينَ ف۪يهِ اَبَدًا) (Mâkiśîne fîhi ebedâ(n)) zaten kendisinden önceki cümlenin hal cümlesidir. Dördüncü ayet yine bir atıf edatı ile başlamaktadır ve bu atıf edatı da fiilin başında bir لِ (li) harf-i cer’inin olduğunu ve yine bu cümlenin de birinci ayetteki ‘enzele’ kelimesinin sebep bildiren nesnesi yani “mefulü li eclihi” olduğu anlamına gelmektedir. Beşinci ayetin ilk cümlesi ise zaten kendisinden önceki cümlenin hal cümlesidir.
Bu kadar iç içe geçmiş cümlelerin parçalanarak beş ayet haline getirilmesi mümkün değildir. Böyle parçalanması durumunda ortaya çıkan ayrı cümlelere ayette olmayan kelimeler eklemeden anlam vermek imkansızdır. Zaten bu durumu fark eden birçok meal yazarı beş ayrı ayet şeklinde gösterilen bu cümlelerin meallerini birleştirerek vermişlerdir (mesela bkz: DİB, TDV, B. Sağlam, H. Çantay, İ. H. İzmirli, M. Okuyan vs). Biz de meal verirken bunu gözeterek meal vereceğiz.
Kusursuz iş yapmak, katından (gelecek) çetin bir baskı ile uyarması ve o salihatları işleyen müminlere, içinde sürekli kalacakları güzel bir mükâfatın onların olacağını müjdelemesi ve ne kendilerinde ne de soy atalarında buna dair herhangi bir ilimden en küçük bir kırıntı olmadığı, yalandan başka bir şey söylemeyen ağızlarından çıkan söz de çok ağır olmasına rağmen; “Allah biricik soy” edindi diyenleri uyarması için, bu kitabı ona (erişmeye) hiçbir kalıcı engel koymadan kuluna indiren Allah’a özgüdür.
Kusursuzluk, bu kitabı ona (erişmeye) kalıcı hiçbir engel koymadan kuluna; tarafından (gelecek) çetin bir baskı ile uyarması ve o salihatları işleyen müminlere, içinde sürekli kalacakları güzel bir mükâfatın onların olacağını müjdelemesi ve ne kendilerinde ne de soy atalarında buna dair herhangi bir ilimden en küçük bir kırıntı bulunmadığı, yalandan başka bir şey söylemeyen ağızlarından çıkan söz de çok ağır olmasına rağmen kalkıp “Allah biricik soy edindi” diyenleri uyarması için indiren Allah’a özgüdür.
(Not: Verdiğimiz bu iki mealdeki cümlelerin yapısındaki değişiklikler cümledeki kelimelerin öğe değerinde bir değişiklik yapmamaktadır.)
(*) اَلْحَمْدُ (Elhamdu): “Birini, yaptıklarını övgüye değer bularak anmak” anlamına gelen bu kelime Allah’a izâfe edilerek gelmektedir. Yüce Allah’ın yaptığı her iş kusursuzdur. Bunun yanında kelimenin “uygun iş yapmak” anlamı da vardır. Yüce Allah yaptığı her işi tam kararında, tam zamanında, tam yerinde ve en güzel şekilde yapmaktadır. Kelimeye verdiğimiz “kusursuz iş yapmak / kusursuzluk” anlamının gerekçesi budur.
(*) يَجْعَلْ (yec’al): Bu kelimenin sülasi mücerred kökünün sözlüklerdeki anlamı şu şekildedir: (ceale–cea’len) “kılmak, etmek, yapmak, eylemek, yaratmak, vermek, şart koşmak, zannetmek, başlamak, takdir etmek, göndermek, inanmak, bir şeyi bir şeyin içine sokmak, değiştirmek, hazırlamak” (Karslı).
(*) عِوَجًاۜ (ivecâ(n)): İsfahânî, sözlük manası “eğrilik, yamukluk, zikzak, engel” olan bu kelime hakkında “ancak basiret ile bilinebilen eğrilik” anlamına geldiğini belirtmiştir.
Bu kelimeden sonra gelen قَيِّمًا (kayyimen) kelimesi normal şartlarda kendisinden önceki kelimenin sıfatı olmalıdır. Fakat عِوَجًا (ivecâ(n)) kelimesine tercih edilen manadan dolayı قَيِّمًا (kayyim) kelimesinin de nereye ne şekilde isnat edileceği müfessirler arasında da sorun yaratmıştır. Zemahşerî bu kelime için şunu demiştir:
Şayet “قَيِّمًا (dosdoğru) ifadesi neyle mansūbdur?” dersen şöyle derim: En güzel yorum bunun gizli bir fiille mansūb olduğunu düşünmektir, الْكِتَابَ kelimesinin hali olduğunu düşünmek değildir; çünkü وَلَمْ يَجْعَل (kılmadı) ifadesi اَنْزَلَ (indirdi) fiiline atıftır ve sıla cümlesinin kapsamına dâhildir. Dolayısıyla bu ifadeyi “kitabın hali olarak düşünen kimse, hal ile hal sahibi arasında sıla cümlesinin bir kısmını koyarak bunları birbirinden ayırmış̧ olur. Bu durumda cümlenin takdiri, “Onda bir eğrilik kılmamış̧, onu dosdoğru kılmıştır.” şeklinde olur; çünkü ondan eğriliği olumsuzladığı zaman, hakkında dosdoğruluk sübut bulmuş̧ olmaktadır.
Şayet “Hem eğriliğin olmadığını hem de dosdoğru olduğunu birlikte söylemenin ne faydası var ki? Bunlardan biri yekdiğerini gereksiz kılmıyor mu?” dersen şöyle derim: Bu şekilde ifade etmenin faydası tekittir. Zira nice dosdoğru olan, dosdoğru olduğuna şahitlik edilen şey vardır ki dikkatle incelendiğinde içerisinde küçücük de olsa bir eğrilik bulunur. قَيِّمًا kelimesinin, “diğer ilahî kitaplara hâkim, onları tasdik eden, onların doğruluğuna şahitlik eden” anlamında olduğu da, “kulların maslahatlarını gözeten, onlar için gerekli olan şer’î meseleleri gözeten” anlamında olduğu da söylenmiştir. Kelime kıyemen şeklinde de okunmuştur.
(Zemahşerî / El-Keşşaf)
Ne tuhaftır ki Zemahşerî birinci ayetten ta beşinci ayete kadar zaten sıla cümlesi olan bir cümleyi sanki farklı bir cümleymiş gibi “hal ile hal sahibi arasında sıla cümlesinin bir kısmını koyarak bunları birbirinden ayırmış olur” gibi bir söz söyleyebilmiştir. Bunu dedikten sonra ortaya çıkan saçmalığı kendisi de fark etmiş olacak ki kendisinin sorup kendisinin cevapladığı şu açıklamayı da yapabilmiştir: “Şayet ‘Hem eğriliğin olmadığını hem de dosdoğru olduğunu birlikte söylemenin ne faydası var ki? Bunlardan biri yekdiğerini gereksiz kılmıyor mu?’ dersen şöyle derim: Bu şekilde ifade etmenin faydası tekittir.”
Zemahşerî’yi böylesi savruk ve aslı olmayan şeyler söylemeye, kıraat imamlarını ayeti en olmayacak yerden bölmeye, meal yazarlarını isabetsiz mealler yapmaya iten şey; basbayağı bir sıfat tamlaması olan bu (عِوَجًاۜ قَيِّمًا) (ivecâ(n) kayyimen) ifadesindeki iki kelimeyi birbirinden ayırma telaşıdır. Ayetin Arapça metnine dikkat edilirse iki kelimenin üstünde bir ‘sin’ harfinin konulduğu görülecektir. Bu işaretin anlamı “burada sekte var” demektir. Yani secavend koyanlar da aynı yolu izlemişlerdir. Bu iki kelimenin birbirinden ayrılması durumunda “قَيِّمًا (kayyimen) kelimesini mansub eden âmil nedir?” sorusu ortaya çıkacaktır ki Zemahşerî’yi tuhaf açıklamalara sevk eden şey tam da bu sorudur.
Bizim kanaatimize göre: عِوَجًاۜ قَيِّمًا (ivecâ(n) kayyimen) ifadesi sıfat tamlamasıdır ve anlamı da “kalıcı bir engel” şeklindedir. Yüce Allah bu kitabı insanlığa göndermiştir ve o herkesin erişimine açıktır. Sıfat olarak gelen قَيِّمًا (kayyim) kelimesi kökünde “ortaya çıkıp devam etmek” anlamına sahiptir. Sıfat-ı müşebbehe veya mübalağalı ism-i fail olabilen bu kelimenin kastettiği anlam “ortaya çıkan ve devam eden / yürürlükte olan, geçerli olan” şeklindedir. İşte bizim kelimeye verdiğimiz “kalıcı bir engel” anlamının gerekçesi budur.
İnsanlığın tamamına Arabiyyun (Arapların dili anlamında değil) olarak gönderilmiş bir kitaba, o kitabın dilini bilmeyenlerin doğrudan ulaşamaması bir engeldir. Fakat bu engel kitabın dilini öğrenmekle ortadan kalkacak geçici bir engeldir. Günümüz dünyasında, orijinal haline isteyenin kolaylıkla ulaşabileceği tek kitap Kur’an’dır. Onun dışındaki dinlerde hatta ideolojilerde herkesin orijinal kaynaklara ulaşması hem mümkün değildir hem de yoktur. Mesela, dünyanın büyük çoğunluğunun en büyük hakiki dinmiş gibi inandığı “demokrasi” denilen şeyin ne bir kitabı vardır ne de ondan bahseden filozofların kitaplarının orijinali. Bir zamanlar dünyanın yarısından fazlasının inandığı komünizmin fikir babası Karl Marx’ın orijinal herkesin erişimine açık değildir. Budizm, Şintoizm, Şamanizm, Mecusilik, Hinduizm, Sihizm vs. gibi dinlerin hem kitapları yoktur hem de eski kaynaklarının orijinalleri herkesin erişimine açık değildir. Yahudilik ve Hristiyanlığın hem eski kaynakları herkesin erişimine açık değildir hem de kitaplarının orijinali yoktur. Bugün Yahudi ve Hristiyanların ellerinde bulunan kitaplar mealin mealinin mealinin mealidir.
Kur’an’ın hem noktalanmış, harekelenmiş hâli hem farklı kıraatleri hem de el yazmaları herkesin erişimine açıktır. Bu sadece elimizdeki kitap için böyle değildir; Yüce Allah’ın hiçbir mesajının orijinali Allah tarafından insanlığın erişimine kapalı değildir ve insanlık bundan engellenmemiştir.
(*) مِنْ عِلْمٍ (min ‘ilmin): Bu ifadeye “herhangi bir ilimden en küçük bir kırıntı” manası vermemizin gerekçesi; ‘ilim’ kelimesinin hem nekira hem harf-i cer’li hem de tenvinli gelmesidir. Ayrıca “Allah çocuk edindi” demenin herhangi bir ilmi olmaz. Üstelik Allah hakkında azıcık ilmi bulunan hiç kimse “Allah evlat edindi” demez, diyemez.
(*) الَّذ۪ينَ قَالُوا اتَّخَذَ اللّٰهُ وَلَدًا (elleżîne kâlû-tteḣaża(A)llâhu veledâ(n)): Başındaki ism-i mevsulden dolayı kavrama dönüşmüş bu ifade “‘Allah bir veled edindi’ diyenler” anlamına gelmektedir. İleride de görüleceği üzere, bu ifade 9. ayetten itibaren anlatılmaya başlanacak olan Kehf kıssası ile çok yakından alakalı bir ifadedir. Bu yüzden kavrama dönüşmüş bu ifadeye birazdan geri döneceğiz.
(*) لَعَلَّ (e’alle): Bu edat “nasb” edatlarından biridir. Genel kullanımı “terecci” (umma) içindir ama bunun yanında başka kullanım alanları da vardır. Edatın kullanıldığı yerler şu şekildedir:
1. Terecci / ummak anlamında: Edatın umma anlamı “gerçekleşeceği kesin olmayan, ancak gerçekleşme düşüncesinin ağır bastığı bir şeyin beklentisi içindir” (26/40)
2. Ta’lil (sebeb) anlamında: Açık bir şekilde terecci anlamının verilemeyeceği yerlerde edat, sebeb bildirir (mesela bkz: 2/53 ve 183).
3. Tahkik (kesinlik) anlamında: Bu edat bazen kendisinden sonraki cümleye kesinlik kazandırmak için kullanılır (2/21
4. Teşvik anlamında (6/155)
5. İstifham (soru) anlamında (80/3)
6. Nehy anlamında (11/12)
(Dr. Aydın Temizer / Tez: Lealle Edatı)
Farklar Sözlüğü’nün sahibi Ebu Hilal el-Askeri (ö. 400/1009) özellikle Kehf 6. ayette geçen edatın (لَعَلَّ) (e’alle) nehy anlamında olduğu söyler ve ayete “Bu söze inanmazlarsa arkalarından üzülerek kendini kahretme” manasını verir. Bunun dışında edat meallere şu şekillerde yansıtılmıştır:
Abdulbaki Gölpınarlı Meali
Şu Kur’an’a inanmadıkları ve senden yüz çevirdikleri için üzülüp hayıflanarak kendini helak mı edeceksin?
Muhammed Esed Meali
Peki ama, onlar bu mesaja inanmak istemiyorlarsa, (inansınlar diye) kendini mi paralayacaksın?
Süleyman Ateş Meali
Herhalde sen, onlar bu söze inanmıyorlar diye, peşlerinde üzüntüden kendini helak edeceksin!
Mehmet Okuyan Meali
Bu söze (Kitaba) inanmıyorlar (diye) arkalarından üzüntüden neredeyse kendini harap edeceksin.
Edat; örnek aldığımız bu dört mealin ikisinde soru edatı olarak alınırken, diğer ikisinden birisinde ‘terecci’ anlamında, diğerinde ise meale hiç yansıtılmamıştır (M.O. meali).
(*) بَاخِعٌ (bâḣi’un): Bu kelime kimi kıraatlerde bir isim tamlaması olarak ‘bahi’u nefsike’ şeklinde de okunmuştur (bkz. Zemahşerî/ el-keşşaf).
Kelimenin sözlük manaları şu şekildedir: (behaa–beh’an) “kendini perişan etmek, kendini öldürmek, helak olmak, üzüntüden ve sıkıntıdan kendini perişan etmek, kasıp kavurmak, hor kullanmak, kazmak” (Karslı).
Bu kelimenin harf-i cer’li kullanımlarında kelime farklı anlamlar kazanabilmektedir. Mesela:
Bahaa fulunun el-ardi………Toprağı hiç nadasa bırakmadan her yıl ekti.
Bahaa’l birra …………………Kuyu kazdı.
Bahaa’r reisu’l belede ………Başkan ülkeye zulmetti / kasıp kavurdu.
Bahaa fulanun bi’t taati………Boyun eğmek, itaat etmek.
(İlyas Karslı / Yeni Sözlük)
بَخْع kelimesi, kişinin kendini üzüntüden öldürmesidir. Yüce Allah’ın: فَلَعَلَّكَ بَاخِعٌ نَفْسَكَ …Neredeyse kendini mahvedeceksin (18/Kehf 6) sözü, üzülmeyi bırakmaya yönelik bir teşviktir; فَلاَ تَذْهَبْ نَفْسُكَ عَلَيْهِمْ حَسَرَاتٍ …Sakın onlar için hayıflanıp kendimi mahvetme (35/Fâtır 8) âyeti gibi.
Şair şöyle der:
40- ألاَ أَيُّهَذَا اْلباخِعُ الوَجْد نَفْسَهُ
40- Dikkat et, ey kendini üzüntüden dolayı mahveden!
بَخَعَ فُلاَنٌ بِالطَّاعَةِ deyimi, üzüntüden canı çıkacak kadar zoruna gitse de, kabul etme ve boyun eğmeyi ifâde eder.
(R. el-İsfahânî / el-Müfredat)
(*) اٰثَارِ (eśâri): Bu kelimenin sözlük manaları şu şekildedir: (esera–esran) “nakletmek, rivayet etmek, öğrenip iletmek, damga basmak, eser bırakmak, tercih etmek, yeğlemek, üstün tutmak” (esira–eseran) “bencil olmak, egoist olmak, bir şeyi iyisini kendine almak.”
İsarun (ç) usurun ………………Koyun ve keçi gibi hayvanların memelerine giydirilen torba.
Eseretun ……………………….Nesilden nesile gelen bilgi, haber vb.
Eesirun (ç) eeserun-eeseratun…Bencil, egoist, rivayetçi
Eserun (ç) eesarun-usurun……..Eser, iz, etki, haber, alamet, belirti, ip ucu, rivayet.
Ala eseri ……………………….birinin izinde olmak, hemen sonra olmak.
Eserun………………………….Antika
Daru’l eesari……………………Müze
Eserun mahtutun………………..Yazma eser
Esirun …………………………..Bencil, her şeyin kendisinin olmasını isteyen.
İsra / ala eseri……………………Derhal, hemen, peşi sıra
Ala isrihi ………………………..hemen sonra, akabinde, derhal.
Te’sir (ç)te’sirat…………………Etki, tesir, etkileme, tesir etme
Teesserun ……………………….Etkilenme, tesir altında kalma
Müteessir………………………..Duygulu, etkilenmiş.
Müessir…………………………Etkileyen, etkili, tesirli, tesir eden, etkin.
(İlyas Karslı / Yeni Sözlük)
Bir şeyin eseri, onun varlığını gösteren şeyin meydana gelmesidir. أثَرَ ve أثَّرَ fiillerinin ikisi de bu manaya gelir. Çoğulu, آثَار şeklindedir. Yüce Allah buyuruyor ki:
ثُمَّ قَفَّيْنَا عَلَى آثَارِهِم بِرُسُلِنَا : Sonra onların izlerinden Resûllerimizi gönderdik (57/Hadîd 27);
كَانُوا هُمْ أَشَدَّ مِنْهُمْ قُوَّةً وَآثَاراً فِي اْلأَرْضِ : Onlar, yeryüzünde güç ve izler/eserler bırakma yönünden bunlardan daha güçlüydüler (40/Mü’min 21);
فَانظُرْ إِلَى آثَارِ رَحْمَتِ اللَّهِ : Allah’ın rahmetinin izlerine bak (30/Rûm 50).
Bunun için, daha önce kendisini kullanarak geçenleri gösteren yola آثارٌ adı verilir. Yüce Allah bu anlamda şöyle buyurmaktadır:
فَهُمْ عَلَى آثَارِهِمْ يُهْرَعُونَ: Onlar, onların(atalarının) izlerine sımsıkı sarılmaya teşvik ediliyor (37/Sâffât 70);
هُمْ أُولاَءِ عَلَى أَثَرِي : (Mûsâ): İşte, onlar da benim izimdedir geliyorlar, dedi (20/Tâhâ 84).
سَمِنَتِ اْلإِبِلُ عَلَي أثَارَةٍ deyimi, develer, üzerlerinde yağ izi görülecek derecede semizlediler, anlamına gelir. أثَرْتُ اْلبَعِيرَ deyimi ise, devenin ayağına iz bırakacak bir alâmet taktım ki, böylece onun izini bulabileyim, manasına gelir. Bu izi bırakacak demir parçasına da مِئْثَرَة adı verilmiştir.
أثَرُ السَّيْف kılıcın cevheri ve sağlamlığının işareti demektir ki, bu da onun üzerinde ışık dalgalarının parlamasıdır. Bu özelliğe sahip kılıca سَيْفٌ مَأْثُورٌ denmektedir. İlim rivâyet etmeye ise,
آثَرَهُ أثَرًا وَأَثَارَةً وَأثَرَةً أثَرْتُ اْلعِلْمَ denir ki, ilmin peşine takıldım, bunun da aslı, onun izini sürdüm manasına gelir.
أَوْ أَثَارَةٍ منْ عِلْمٍ : Ya da ilimden bir belge getirin (46/Ahkâf 4). Bu âyetteki أثَارَةٍ kelimesi أثَرَةٍ şeklinde de okunmuştur ve bu, rivâyet edilen veya yazılıp da izi kalan şey demektir.
Güzel ahlaka ilişkin rivâyetlere مَآثِر adı verilir. أثَر de istiâre olarak, üstünlük; إيثَار ise, kendisini ihtiyacı olduğu hâlde başkasını kendine tercih etmek manasına işaret eder. آثَرْتُهُ : Onu tercih ettim ifâdesi de bu anlamdadır. Yüce Allah bu anlamda şöyle buyurmaktadır:
حَاجَةً مما أُوتُوا وَيُؤْثِرُونَ عَلَى أَنْفُسِهِمْ: İhtiyaçları olduğu hâlde, onları kendilerine tercih ederler (59/Haşr 9);
تَاللّهِ لَقَدْ آثَرَكَ اللّه عَلَيْنَا : Allah’a yemin olsun ki, Allah, seni bize tercih etti/seni bizden üstün kıldı (Yûsuf 91);
بَلْ تُؤْثِرُونَ الْحَيَاةَ الدُّنْيَا : Aksine, siz dünya/değersiz, yakın hayatı tercih ediyorsunuz (87/A’lâ 16).
Hadîste: سَيَكُونُ بَعْدِي أَثَرَة …Benden sonra bir [haksız] tercih etme olacaktır, denmiştir. Yani; İdarede sizin bazınız, bazınıza [haksız olarak] tercih edilecektir.
اِسْتِئْثَار başkasında olmayan bir şeyle akranından ayrılmaktır. اِسْتَأْثَرَ اللهُ بِفُلان deyimi ise, ölümün kinâye yoluyla anlatılmasıdır ve Yüce Allah’ın onu seçtiğini ve diğer insanları değil, yalnızca ona bunu layık gördüğünü ifâde eder. رَجُلٌ أَثِرٌ de, arkadaşları arasında tercih edilen bir kişi demektir. el-Lihyânî, bu bağlamda şu ifâdeleri nakleder: خُذْهُ آثِرًا مَا, إثْرًا مَا , أَثِرَ ذِي أَثِيرٍ . Bunların hepsi da aynı anlama işaret etmektedir.
(R. el-İsfahânî / el-Müfredat)
(*) الْحَد۪يثِ: Bu kelime bu kalıpta isim olarak “yeni, genç, delikanlı, en son, söz, konuşma, haber” anlamlarına gelmektedir.
حُدُوث: Araz olsun, cevher olsun, bir şeyin başta yok iken sonradan var olmasıdır. إِحْدَاث ise: Bir şeyi icat etmektir. Cevherleri ihdas etmek, ancak Yüce Allah tarafından gerçekleştirilebilir. مُحْدَث: Yok iken, sonradan icat edilen şeydir. Bu da ya bizzat kendisinde söz konusu olur ya da yeniliği bir başkasının yanında meydana gelmesi itibariyledir.
أحْدَثْتُ مِلْكاً …yeni bir güç elde ettim deyimi bundandır. Allah buyurur ki:
مَا يَأْتِيهِمْ مِنْ ذِكْرٍ مِنْ ربِّهِمْ مُحْدَثٍ …Onlar Rabb’lerinden gelen her yeni uyarıyı (21/Enbiyâ 2).
Her yeni ortaya çıkan iş veya söze de مُحْدَث denir. Allah buyurur ki: حَتَّى أُحْدِثَ لَكَ مِنْهُ ذِكْراً …Ben sana onun hakkında açıklama yapana kadar (18/Kehf 70); لَعَلَّ اللَّهَ يُحْدِثُ بَعْدَ ذَلِكَ أمْراً …Bilemezsin, olur ki, Allah bunun ardından (gönlünüzde sevgi gibi) bir hâl meydana getirir (65/Talâk 1). Duyarak veya vahy yoluyla insana uyanıkken veya uykusunda gelen her söze حَدِيث adı verilir.
Allah buyurur ki: وَإِذْ أسَرَّ النَّبِيُّ إِلَى بَعْضِ أزْوَاجِهِ حَدِيثاً …Peygamber, eşlerinden bazılarına gizlice bir söz söylemişti (66/Tahrîm 3); هَلْ أتَاكَ حَدِيثُ الْغَاشِيَةِ …Her şeyi kaplayacak kıyametin haberi sana gelmedi mi? (88/Gaşiye 1); وَعَلَّمْتَنِي مِنْ تَأْوِيلِ اْلأحَادِيثِ …Beni olayları (ya da rüyaları) yorumlamaya ilişkin bazı bilgiler ile donattın (12/Yûsuf 101); yani: İnsanın rüyasında duyduğu şeyler.
Yüce Allah kendi kitabını da حَدِيث diye adlandırmıştır: فَلْيَأْتُوا بِحَدِيثٍمِثْلِهِ …Haydi onun gibi bir söz getirsinler (52/Tur 34); أفَمِنْ هَذَا الْحَدِيثِ تَعْجَبُونَ …Siz, bu söze mi hayret ediyorsunuz? (53/Necm 59); فَمَالِ هَـؤُلاَءِ الْقَوْمِ لاَ يَكَادُونَ يَفْقَهُونَ حَدِيثاً…Bu topluluğa ne oluyor da kendilerine söylenen sözü anlamaya yanaşmıyorlar? (4/Nisâ 78); حَتَّى يَخُوضُوا فِي حَدِيثٍ غَيْرِهِ …Başka bir söze geçinceye kadar (6/En’âm 68); فَبِأيِّ حَدِيثٍ بَعْدَ اللَّهِ وَآيَاتِهِ يُؤْمِنُونَ …Allah’tan ve O’nun âyetlerinden sonra hangi söze inanacaklar (45/Câsiye 6); وَمَنْ أصْدَقُ مِنَ اللّهِ حَدِيثاً …Allah’tan daha doğru sözlü kim olabilir? (4/Nisâ 87).
Peygamber de: إنْ يَكُنْ فِي هَذِهِ اْلأُمَّةِ مُحَدَّثٌ فَهُوَ عُمَرُ …Eğer bu ümmette bir muhaddes olsaydı, bu Ömer olurdu buyurmuştur. Burada Peygamber, مُحَدَّث derken, Yüceler Aleminden kendi gönlüne bir şeyler bırakılan kimseyi kastetmektedir. Allah buyurur ki: فَجَعَلْنَاهُمْ أحَادِيثَ …Onları dillere düşürdük (34/Sebe’ 19); yani: Kendileriyle örnek verilen haberler.
حَدِيث: Meyvenin tane olanıdır. رَجُلٌ حَدَثٌ: Güzel konuşan/hoş sohbet adam demektir. حِدْثُ النِّسَاءِ …kadınlarla konuşmaktan hoşlanan anlamına gelir. Konuşma anlamına gelen fiilin حاَدَثْتُهُ ، حَدَّثْتُهُ ، تَحَادَثوُا gibi formları vardır. صَارَ أُحْدُوثَة …konuşulan biri oldu demektir. رَجُلٌ حَدَثٌ …yeni adam ve حَدِيثُ السِّنِّ …genç, toy deyimleri ise, aynı anlamdadır. حَادِثَة: İnsanın başına gelen olay/beladır; çoğulu, حَوَادِث ’tir.
(R. el-İsfahânî / el-Müfredat)
Ebu Hilal el-Askeri Farklar Sözlüğü’nde bu kelime için şu açıklamaları yapar:
Haber ile Hadis Arasındaki Fark:
Haber, doğru ya da yalan diye nitelemeye elverişli olan sözdür. Kendin ile de başkası ile de ilgili haber verebilirsin; haberde asıl olan başkası ile ilgili haber vermektir.
Haberi haber yapan şey, kalıbı/yapısı dışındaki bir mana sebebiyledir. Çünkü haber, haber kalıbında değildir. Nitekim, rahimellahu zeyden (Allah, Zeyd’e merhamet etti) sözü “Allah’ım Zeyd’e merhamet et anlamındadır. Hadis ise asıl anlamı itibariyle, bir başkasına dayanmaksızın kendinden haber vermektir. Buna hadis denir; çünkü önceden vuku bulmayan ve ilk defa senin başına gelmiş bir şeyi anlatmaktasın. Daha sonra bu iki kelimenin kullanımı artmış ve sonuçta her biri diğeri ile isimlendirilerek, hadise haber, habere de hadis denmiştir. Bu söylediğimizin delili, fulanun yuhaddisu an nefsihi bi-keza (falanca kendinden şunu tahdis ediyor / anlatıyor) ve hüve hadisu’n-nefsi (o, vesvesedir / hadisu’n-nefs) denildiği halde; yuhbiru an nefsihi (o, kendinden haber veriyor) ve hüve haberu’n-nefsi (o, nefsin haberidir) denilmemesidir. Üstatlarımız; herhangi bir soru sahibinin “Bana haber verin” şeklinde sormasını tercih etmiş, “Bana hadis edin / söz edin / anlatın (haddesuni) ifadesini tercih etmemişlerdir. Çünkü sormak, haber istemektir, cevap veren de haber verendir. Şayet, iki haber veya daha fazlası birbiri ile alakalı ise bunlara hadis denebilir. “Zeydi gördüm” ifadesi bir haber, Zeydi çabucak ayrılırken gördüm” ifadesi ise bir hadistir. Aynı şekilde “Zeydi ve Ömeri gördüm” haber olmakla birlikte bir hadistir (Farklar Sözlüğü s.32)
Dilbilimciler, oluşu ve meydana gelişi yakın dönemde gerçekleşmiş olan şey için, muhdes ve hadis kelimelerini kullanıyorlar. Misalen, “yakın dönemde meydana gelmiş” anlamında “binaun muhdesun” ve “hadisun” (yeni yapı), semerun hadisun (yeni ürün) ve ğulamun hadisiun (yeni yetme çocuk) denilmektedir.
(Ebu Hilal el-Askeri, Farklar Sözlüğü s.181)
Esef verici bu yeni habere inanmazlarsa, onların rivayetleri yüzünden kendi öz kimliğini paralama.
Esef verici bu yeni habere inanmazlarsa, onların rivayetleri yüzünden kendini paralayacak mısın?
Esef verici bu hadise inanmazlarsa, onların rivayetleri yüzünden kendi özünü değersizleştirecek misin?
Not: Buna benzer şekilde meal verilmesi gereken bu ayetteki بِهٰذَا الْحَد۪يثِ اَسَفًا (bihâżâ-lhadîśi esefâ(n)) bu cümleden şöyle bir durum ortaya çıkmaktadır. Az önce sözlük manalarını verdiğimiz. اَسَفًا (esefen) kelimesi “üzülmek, üzüntü duymak, olmuş bitmiş bir şeye üzülmek” anlamına gelmektedir. Bu kelimenin ifade ettiği “üzülmek” anlamı, değiştirilmesi mümkün olmayan şeylerle alâkalıdır ve bu kelime aynı zamanda muzari fiil vezninde isim olan يُوسُفُ (Yusuf) kelimesinin de köküdür.
اِنْ لَمْ يُؤْمِنُوا بِهٰذَا الْحَد۪يثِ اَسَفًا (in lem yu/minû bihâżâ-lhadîśi esefâ(n)): Bu cümle mevcut harekelemeye göre başındaki اِنْ (in) edatından dolayı bir şart cümlesidir. Bu durumda bir cevap cümlesi de olması gerekmektedir. Müfessir ve meal yazarlarından bazıları bu cümleden daha önce geçen فَلَعَلَّكَ بَاخِعٌ نَفْسَكَ عَلٰٓى اٰثَارِهِمْ (Fele’alleke bâḣi’un nefseke ‘alâ âśârihim) bu cümleyi cevap cümlesi olarak çevirmişlerdir. Oysa şart-cevap cümlelerinde cevabın şarttan önce gelip gelemeyeceği tartışmalı bir konudur. Bazı müfessir ve meal yazarları ise اِنْ (in) edatına اَنْ (en) olarak “diye” veya “için” manası vermişlerdir. Oysa bu edatın öyle bir manası yoktur. Edata “diye /için” şeklinde bir mana verilebilmesi için اَنْ (en) şeklinde harekelenmesi gerekmektedir. Bu edata “diye/için” manası veren meal ve tefsir yazarlarının hiçbiri bu davranışlarının gerekçelerini sunmamışlardır. Bizim kanaatimize göre de ayetteki edatın doğru harekelenme biçiminin اِنْ (in) şeklinde değil اَنْ (en) şeklinde olması gerekmektedir. Neden?
Kehf kıssası ve rivayet tahrifi
Şart cümleleri hiçbir zaman yargı bildirmezler ve gelecek zamanda olacak olan bir şeyi başka bir şeyin gerçekleşmesine bağlarlar. Yani şart cümleleri, olmuş veya olan bir fiilden değil olması muhtemel bir durumdan bahsederler. Mesela, “çalışırsan başarsın” şeklinde bir cümle kurduğumuzda “henüz çalışılmamış ve henüz başarılmamıştır ama eğer çalışılırsa başarılacaktır” şeklinde yargı bildirmeyen bir anlam çıkmaktadır. Ayetteki ifadeyi şart-cevap cümlesi olarak aldığımızda durum şu şekilde olmaktadır:
اِنْ لَمْ يُؤْمِنُوا بِهٰذَا الْحَد۪يثِ اَسَفًا … (in lem yu/minû bihâżâ-lhadîśi esefâ(n))… Eğer üzücü haldeki bu yeni hadise inanmazlarsa…
İşte bu şart cümlesidir. Bu cümlenin ifade ettiği anlam, “henüz inanmamazlık yapmamışlardır ama ola ki eğer inanmamazlık yaparlarsa” şeklindedir. Yani henüz gerçekleşmiş bir şey yoktur.
فَلَعَلَّكَ بَاخِعٌ نَفْسَكَ عَلٰٓى اٰثَارِهِمْ… (Fele’alleke bâḣi’un nefseke ‘alâ âśârihim)… Onların rivayetleri yüzünden kendini helak etme / kendini helak mı edeceksin?
Bu cümledeki ifadeler de gerçekleşmiş olan ifadeler değil, eğer şart cümlesi gerçekleşirse gerçekleşecek fiillerdir. Yani bu cümlede kendisine “sen” diye hitap edilen kişi de “kendisini üzmemiş, helak etmemiş, perişan etmemiştir”.
Fakat cümledeki اِنْ (in) edatının اَنْ (en) şeklinde harekelenmesi durumunda cümle olmayan bir şeyden değil kesinlikle olan bir şeyden bahsetmiş olacaktır.
Sakın ola ki sen, bu esef verici hadise inanmadılar diye onların rivayetleri yüzünden kendi benliğini heder etme.
Sakın ola ki sen, bu hadise inanmadıkları için kendi öz kimliğini üzülerek onların rivayetlerine uydurma.
Ayette geçen اٰثَارِهِمْ (âśârihim) bu kelimedeki zamirin (هِمْ) (him) mercisi bir önceki ayette geçen الَّذ۪ينَ قَالُوا اتَّخَذَ اللّٰهُ وَلَدًا (elleżîne kâlû-tteḣaża(A)llâhu veledâ(n)) bu ifadedir. Az önce tekrar döneceğimizi söylediğimiz bu ifadeye genelde “‘Allah bir çocuk edindi’ diyenler” anlamı verilmiştir. Bu durumda اٰثَارِهِمْ (âśârihim) ifadesindeki zamirin yerine bedeli olduğu ifadeye koyduğumuzda anlam “‘Allah bir veled edindi’ diyenlerin rivayetleri” şeklinde olmaktadır. Yani söz konusu rivayetler bunlara aittir. İfadenin başında ism-i mevsul (الَّذ۪ينَ) (elleżîne) olması iki sorunun cevaplanmasını gerekli kılmaktadır:
- الَّذ۪ينَ قَالُوا اتَّخَذَ اللّٰهُ وَلَدًا (elleżîne kâlû-tteḣaża(A)llâhu veledâ(n)): “‘Allah bir veled edindi’ diyenler” ifadesinden kastedilenler kimlerdir?
- Bu kişiler “‘Allah bir veled edindi’” demekle kimi veya neyi kastediyorlar? Zira “Allah bir veled edindi” sözü tamamlanmamış, yarım bir sözdür. Allah bir veledi ne olarak edinmiştir?
Bu ifadeden kimlerin kastedildiğinin tespitine geçmeden önce, اتَّخَذَ (ittihaz) fiilinin üzerinde biraz durmak gerekmektedir. Çünkü bu kelimeye “edindi” anlamının verilmesi ancak “ef’alu kulub” fiillerinden olması durumunda mümkündür. Ef’alu kulub olması için de müpteda-haber olabilecek iki tane mefulü olması gerekmektedir. Oysa ifadede sadece bir tane meful vardır. Fiilin bu durumunu göz ardı etsek bile “Allah bir çocuk edindi” ifadesi anlamı tamamlanmamış, yarım bir ifadedir. Üstelik cümlede geçen وَلَدًا (veled) kelimesinin “çocuk” anlamında kullanılması durumunda kadın için bizzat kendisinin doğurduğu, erkek içinse biyolojik olarak babası olduğu çocuk için kullanılan bir kelimedir. Bu durumda eğer ki ‘veled’ kelimesine “çocuk” manası verilirse bu (hâşâ) ya “Allah birini doğurdu” ya da “Allah bir kadını hamile bırakarak ondan çocuk sahibi oldu” anlamına gelecektir. Kelimeye “evlatlık” anlamı verilmesi de mümkün değildir çünkü hem kelimenin böyle bir manası yoktur hem de Kur’an’da “evlatlık” anlamına gelen kelime Ahzab suresinin 4. ayetinde اَدْعِيَٓاءَ (ed’iyae) şeklinde zaten kullanılmaktadır. Hatta bu kelime bir ayette ‘veled’ kelimesi ile birlikte kullanılmıştır:
اَنْ دَعَوْا لِلرَّحْمٰنِ وَلَدًاۚ (En de’av lirrahmâni veledâ(n)) (Rahman için veled isnadında bulundular diye / Meryem 91).
İfadede geçen اتَّخَذَ (ittihaz) fiiline “edindi” anlamının verilebilmesi için kelimenin iki tane mef’ul alması gerektiğini belirtmiş ve cümlede iki tane mef’ul olmadığına dikkat çekmiştik. Fiilin tek bir tane mef’ul alması anlamının da soyut manadan somut manaya kayması gerektiği anlamına gelmektedir. Bu kelime sülasi mücerred kökünde “aldı, yakaladı, tuttu, başladı, takip etti, tesir etti, üstlendi” gibi anlamlara gelmektedir. Kelimenin ayette iftial babından bir fiil olarak gelmesi bu anlamlarda bir artış ve gayret olduğu anlamına gelecektir.
İfadenin anlamını belirleyecek olan ikinci faktör ise وَلَدًا (veled) kelimesinin nekira gelmesidir. Kelimenin nekira gelmesinin anlama yansıtılması durumunda anlamaya çalıştığımız ifadenin (الَّذ۪ينَ قَالُوا اتَّخَذَ اللّٰهُ وَلَدًا) (elleżîne kâlû-tteḣaża(A)llâhu veledâ(n)) “Allah herhangi bir çocuk tuttu/yakaladı” gibi veya “Allah herhangi bir çocuğa tesir etti / üstlendi” gibi bir anlama gelmesi gerekmektedir. Fakat bu anlamların hepsi de tuhaf olacaktır. Çünkü birileri hem Allah’a çocuk isnadında bulunmaktadır hem de bilinen bir çocuk değil de “herhangi bir çocuk” demektedirler. “Allah çocuk edindi” sözüne “hangi çocuğu edindi?” şeklinde bir soru sorulması durumunda soru cevapsız kalacaktır. Bu ifadeden yola çıkarak burada kastedilen şey şudur veya budur demek âfâkî bir yorumdan öteye geçemeyecektir. Kurtubi tefsirinde bu ifadeden kastedilenlerin kimler olduğunu şu şekilde belirtmiştir:
“…Ve: Allah çocuk edindi, diyenleri uyarmak için” buyruğunda söz konusu edilenler Yahudilerdir. Onlar Üzeyr Allah’ın oğludur demişlerdir. Hristiyanlar: Mesih Allah’ın oğludur dediler. Kureyşliler de: Melekler Allah’ın kızlarıdır dediler.
(Kurtubî / el-Câmi’ li-Ahkâmi’l-Kur’ân, c.10.s.533)
Hemen belirtelim ki:
- Mesih Allah’ın oğludur.
- Üzeyr Allah’ın oğludur.
- Melekler Allah’ın kızlarıdır.
Bu cümleler ile “Allah herhangi bir evlat edindi” ifadesi asla birbirinin karşılığı değildir. İfade “Allah İsa’yı/Üzeyr’i/Melekleri evlat edindi” şeklinde değildir. Bunun yanında şu aşağıdaki ayet durumun sanıldığından daha farklı olduğunu göstermektedir:
Allah: Ey Meryem oğlu İsa! İnsanlara, «Beni ve anamı, Allah’tan başka iki tanrı bilin» diye sen mi dedin, buyurduğu zaman o, «Hâşâ! Seni tenzih ederim; hakkım olmayan şeyi söylemek bana yakışmaz. Hem ben söyleseydim sen onu şüphesiz bilirdin. Sen benim içimdekini bilirsin, halbuki ben senin zâtında olanı bilmem. Gizlilikleri eksiksiz bilen yalnızca sensin (TDV meali).
Bu ayet “İsa’nın Allah’a oğul olduğunu” değil, “Onun da annesinin de Allah’ın dûnunda iki ilah olduğunun söylendiğinden” haber vermektedir. Buradan yorumla “Allah “baba ilah”, İsa “oğul ilah”, Meryem de “eş ilah” olduğu söylenmek istenmektedir” şeklinde bir yoruma gidilerek ifadelerde bir çelişki olmadığı sonucuna gidilebilir fakat şu ayet bu sonuca gitmeyi engelleyecektir.
Ey ehl-i kitap! Dininizde aşırı gitmeyin ve Allah hakkında, gerçekten başkasını söylemeyin. Meryem oğlu İsa Mesîh, ancak Allah’ın resûlüdür, (o) Allah’ın, Meryem’e ulaştırdığı “kün: Ol” kelimesi(nin eseri)dir, O’ndan bir ruhtur. (O’nun tarafından gönderilmiş yahut teyit edilmiş yahut da Cebrail tarafından üfürülmüş bir ruhtur). Şu hâlde Allah’a ve peygamberlerine iman edin. «(Tanrı) üçtür» demeyin, sizin için hayırlı olmak üzere bundan vazgeçin. Allah ancak bir tek Allah’tır. O, çocuğu olmaktan münezzehtir. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O’nundur. Vekil olarak Allah yeter (TDV meali).
Mâide 5/73
لَقَدْ كَفَرَ الَّذ۪ينَ قَالُٓوا اِنَّ اللّٰهَ ثَالِثُ ثَلٰثَةٍۢ وَمَا مِنْ اِلٰهٍ اِلَّٓا اِلٰهٌ وَاحِدٌۜ وَاِنْ لَمْ يَنْتَهُوا عَمَّا يَقُولُونَلَيَمَسَّنَّ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا مِنْهُمْ عَذَابٌ اَل۪يمٌ
Andolsun «Allah, üçün üçüncüsüdür» diyenler de kâfir olmuşlardır. Halbuki bir tek Allah’dan başka hiçbir tanrı yoktur. Eğer diyegeldiklerinden vazgeçmezlerse, içlerinden kâfir olanlara acı bir azap isabet edecektir (TDV meali).
Bu mealin yazarları ayette geçen اِنَّ اللّٰهَ ثَالِثُ ثَلٰثَةٍۢ (inna(A)llâhe śâliśu śelâśe(tin)) bu ifadeye “Allah üçün üçüncüsüdür” şeklinde mana vermişlerdir ama ifadeye verilmesi gereken doğru anlam “Allah, üçün üçüdür” şeklinde olmalıdır. Nitekim Nisâ 171. ayette وَلَا تَقُولُوا ثَلٰثَةٌۜ (üçtür demeyin) şeklinde bir ifade de geçmiştir. Hristiyanların “baba, oğul, kutsal ruh” şeklindeki inançları üç ayrı kişiden oluşan tanrılar panteonu değildir. Onlara göre de Tanrı tektir ama bu tek Tanrı “baba, oğul, kutsal ruh” kişiliğine bürünerek üç farklı şekilde tecelli etmiştir. Yani onlara göre İsa, Tanrı’nın oğlu değil bizzat Tanrı’nın kendisidir. Hristiyanların yaptığı şey: İnsan olarak doğduğuna inandıkları İsa’ya ilahlık yakıştırmak değil, Tanrı’yı İsa kılığına sokarak insanlaştırmaktır. Daha basit bir ifadeyle onlar da tıpkı Türkiye’deki müktesebat dininin azılı temsilcilerinden birinin kendi şeyhi için dediğinin bir benzerini söylemektedirler: “Tanrı ete kemiğe bürünmüş ve İsa olarak görünmüştür.”
(Bir meseleyi anlamak ve tabi ki bu dehşet iftiralara tüm hücrelerimizle karşı çıkmak için yazıyor olsak bile tiksinti uyandıran bu sözleri yazarken her bir kelimenin kurşun olup yüreğimizi paramparça ettiğini söylemeden geçemeyiz. Savunmak için olsa bile her türlü eksiklikten münezzeh olan Yüce Allah hakkında bize böylesi cümleler kurduran akla, inanca, söyleme Allah lanet etsin.) Şu bilinmelidir ki hangi amaç ve hangi temel üzere söylerlerse söylesinler Hristiyan, Yahudi veya başka bir kafir topluluğun inanç felsefesini savunacak veya onların tiksinti veren inançları arasında hikmet arayacak değiliz. Fakat Kur’an’da geçen kafir, müşrik, münafık, fasık, facir, müfsid, en-Nasara, el-Yahud, Yahudiyyen, ellezine hadu vs. gibi kavramların tanınmaması, bilinmemesi veya yanlış bilinmesi “iman” denilen şeyin de yanlış anlaşılmasına veya hiç bilinmemesine yol açmaktadır. Belki de sırf bu yüzden iki milyarlık Müslüman nüfus içerisinde İslam’ın esâmesi bile okunmazken hiç kimse kendisini kafir, müşrik ya da münafık olarak görmemektedir. Hristiyanlar mecazi olarak “baba, oğul, kutsal ruh” ifadesini kullandıklarında ve bundan kastettiklerinin de Tanrı’nın üç farklı görünümü olduğunu söylediklerinde onlar kafir olmaktadırlar ama “Allah ete kemiğe büründü Mahmut Efendi olarak göründü” diyen tarikat şeyhi ise iyi bir mümin olmaktadır. Onlar İsa’yı Tanrı’nın insan suretindeki görünümü sayıp risaleti ortadan kaldırdıklarında kafir olmaktadırlar ama “Biz risalet duvarının altın tuğlalarıyız, resuller vahiyleri Cebrail’den alır, biz ise doğrudan alırız” diyenler derin âlim olmaktadırlar. Onların uleması ellerinde bulunan kutsal kitaplarına kendi sözlerini karıştırıp kendince yorumlar yapınca Allah’tan başka rabler olmaktadırlar ama “tefsir” veya “meal” adı altında her türlü pisliği Yüce Allah’ın ayetlerinin altına yazanlar, ayetlerin metnini evirip çevirip rivayete uyduranlar büyük âlim olmaktadırlar. Onlar azizlerini kutsal adamlar görüp dokunulmazlık kazandırınca, onlara atfedilen sözleri dinlerinin temeli sayınca “müşrik” olmaktadırlar ama hiçbiri Kur’an’a sadık olmamış ve Yüce Allah’ın tertemiz dinini erkek egemen Arap dini haline çeviren ulemanın peşinden gitmek “selefîlik” olmaktadır. Onlar karşılarına haçı dikip istavroz çıkardıklarında putperest olmaktadırlar ama taş bir binayı teberrük edenler, sıradan bir taşa el sürmek için insanı ezerek öldürenler, şeytan taşlama adı altında beton bir duvara çakıl taşları fırlatmayı en büyük ibadetlerden biri görenler ve bunu yaparken de vahşi hayvanlar gibi birbirlerini ezip öldürenler kendilerini Allah’ın en hatırlı misafiri saymaktadırlar. Onlar Tanrı ile aralarına din adamlarını koyunca “müşrik” olmaktadırlar ama “rivayetler olmadan Kur’an anlaşılmaz” diyerek râvileri Allah ile aralarına aracı koyanlar “müfessir” olmaktadırlar. Onlar dua ederken “annemiz, babamız” terimlerini kullandıklarında müşrik olmaktadırlar ama “şu bayram bu bayram, şuranın kurtuluşu buranın kurtuluşu” diyerek mozolelere çelenk koyup taştan heykellerin karşısında el pençe divan duranlar, ölmüş biri için kutsal mezar veya harem bölgesi yapıp başına asker dikerek bir mezarı koruyanlar, on yıllarca o ölmüş birine hitap eden defterlere “atam” diyerek yazı yazanlar ve temsili putların önünde saygı duruşunda duranlar kendilerini hâlâ “mümin” sayabilmektedirler. Hiç şüphesiz ki Yahudi, Hristiyan ve müşriklerin inançları, ibadetleri tiksinti vericidir ama “Müslümanlık” kisvesi giydirilmiş uygulamadaki müktesebat dini de bir o kadar tiksinti vericidir. Bu yüzden bu çalışma, kafirliğin Hristiyanlara ve Yahudilere, müşrikliğin taş ile Tanrı arasındaki farkı bilemeyecek kadar akılsız Mekkeli müşriklere, münafıklığın Medine’deki Abdullah b. Übey’e ait olduğunu sanan akla hitap etmemektedir. |
Yahudilik ve Hristiyanlık dinlerinde bilinenin tam aksi bir durum vardır. Her iki din mensupları insan olarak gördüklerini ilahlaştırmamış tam tersi Tanrı’yı insanlaştırmışlardır. Yahudilerin ellerindeki kutsal kitapları üzerinde yapılacak kısacık bir göz gezdirme bile bunu anlamaya yetecektir. O kitabın daha ilk bölümlerinde bile her şeyi sonradan öğrenen bir tanrı (Yaratılış 1/3, 12, 18, 21, 25, 31), varlığı altı günde yarattıktan sonra yedinci gün dinlenen tanrı (Yaratılış 2/3), hatasından dolayı insan neslinin tamamını cezalandıran tanrı (Yaratılış 2/16) figürü hemen göze çarpmaktadır. O kitap baştan sona ilahlaşan insandan değil, insanlaşan Tanrı’dan bahsetmektedir.
“Allah bir veled edindi” sözü de tanrılaşan insandan değil insanlaşan tanrıdan bahseden bir sözdür. Bu söz ister evlatlık manasında isterse de kendi çocuğu manasında söylenmiş bir söz olsun ilahi bir davranışı değil insani bir davranışı ifade eden bir sözdür. Yani bu söz Tanrı haline dönen bir çocuktan değil, baba haline dönüşen bir Tanrı’dan bahseden bir sözdür. Üstelik bu söz ister hakiki isterse mecazi manada söylenmiş bir söz olsun sonuç hep “insanlaşan bir tanrı”ya çıkacaktır. Yani bu söz mecazi bir söz olduğunda da yine Tanrı insanlaşmış olmaktan kurtulamayacaktır. Bu konu elbette ki çok geniş bir konudur ve bu bağlamda bu konuyu bütün yönleri ile ele almak mümkün değildir. Bu yüzden konumuza geri dönüyoruz.
Yine sanıldığının aksine Yüce Allah’a yakıştırılanlar sadece İsa, Üzeyr ve Melekler değillerdir.
Yahudiler ve Hristiyanlar “Biz Allah’ın oğulları ve sevgilileriyiz” dediler. De ki: Öyleyse günahlarınızdan dolayı size niçin azap ediyor? Doğrusu siz de O’nun yarattığı insanlardansınız. O, dilediğini bağışlar ve dilediğine azap eder. Göklerde, yerde ve ikisinin arasında ne varsa mülkiyeti Allah’a aittir. Sonunda dönüş de ancak O’nadır.
Bu ayette hem Yahudilerin hem de Hristiyanların “Biz Allah’ın oğulları ve sevgilileriyiz.” dedikleri haber verilmektedir. Bu söylemden kastedilen “oğulluğun” biyolojik bir oğulluk olmadığı ve kendilerinin oğul olmasından dolayı Allah’a yakıştırdıkları “babalığın” da biyolojik bir babalık olmadığı aşikardır. Bu ifade seçilmişliği ve ayrıcalığı betimleyen bir ifadedir.
Bu ayetin bir yanlış anlaşılmaya kurban edilmemesi için şuna dikkat edilmesi gerekmektedir:
وَقَالَتِ الْيَهُودُ وَالنَّصَارٰى نَحْنُ اَبْنَٓاءُ اللّٰهِ وَاَحِبَّٓاؤُ۬هُۜ … (Vekâleti-lyehûdu ve-nnasârâ nahnu ebnâu(A)llâhi veehibbâuh(u)) ‘Yehudu’ olanlar ve ‘en-Nasara’ olanlar dediler ki: “Biz Allah’ın oğulları ve sevgilileriyiz.”
Bu cümlede iki tarafın söylem birlikteliği vardır. Yani “oğullar ve sevgililer” olma hususunda iki taraf da hem fikirdir, biri diğeriyle çekişmemektedir.
Şunu belirtelim ki bu ayette geçen اَبْنَٓاءُ (ebnau) kelimesi biyolojik manada bir oğulluktan bahsetmemektedir. Hatta oğulluktan bahsetmemektedir. Bu ifade “kurmak, oluşturmak, bina etmek, tesis etmek” anlamındadır. Yani onlar “Bizler Allah’ın tesis ettikleri, temel olarak aldıkları, diğerlerinden ayırdıkları, ayrıcalıklı muamele ettikleriyiz.” demektedirler ki bu anlam onların kitaplarında “halkım” olarak ifade edilmektedir. “Tanrı’nın halkı” olma noktasında hem Yahudiler hem de Hristiyanlar aynı şeyi söylemektedirler. Çünkü her iki dinin temeli de aynıdır. Evet Yahudiler İsa’yı asla kabul etmezler, O’nun getirdiği kitaba da asla inanmazlar ve Hristiyanları kendilerinden ayırırlar ama Hristiyanlar varlık temellerini Yahudilerden alırlar. İki dinin ayrı gözükmesi her konuda ayrı düşündükleri veya ayrı şeylere inandıkları anlamına gelmez. Bir kere her bir Hristiyan hem Yahudilerin ellerindeki kitaba hem de Bible dedikleri kitaba iman etmek zorundadır. Hristiyanların ellerinde bulunan Bible’da geçmiş resullerden hiçbirinin kıssası yoktur. Hristiyanların tamamı önceki resullerle ilgili inançlarını tamamen Eski Ahit dedikleri kitaptan alırlar. Onlara göre Yahudilere verilen kitap Eski Ahit, kendi ellerinde bulunan kitap ise Yeni Ahit’tir. Ahit’in eskisine inanmayan yenisine de inanmıyor demektir. Çünkü Yeni Ahit varlık sebebini Eski Ahit’e dayandırır. İşte bu noktada Eski Ahit’te Yahudiler “Tanrının halkı” olarak geçmektedir ve aynı durum Yeni Ahit’te de vardır. Halk aynı halktır yani Tanrı’nın halkıdır. Halk yenilenmemiş ama Tanrı ve Tanrının halkı arasındaki Ahit yenilenmiştir. Yani hem Yahudilerin ellerinde bulunan kitapta hem de Hristiyanların Bible’sinde Tanrının halkı kendisini muhafaza etmektedir.
Yahudilerin ellerindeki kitapta Tanrının “Halkım” dediği kişiler Beni İsrail’dir. Yahudilerin ellerinde bulunan kitapta “halkım” tabiri Yusuf’tan önceki resullerin hiçbirinde kullanılmaz. Bu kullanım Yusuf kıssası ile tedavüle sokulmakta ve ondan sonra kitabın sonuna kadar binlerce kere tekrarlanarak devam etmektedir. Yahudiler İsa’yı resul olarak kabul etmese bile, Hristiyanların ellerindeki kitapta “halkım” tabiri kullanılmaya devam etmektedir.
Yusuf kardeşlerine, “Ben Yusuf’um!” dedi, “Babam yaşıyor mu?” Kardeşleri donup kaldı, yanıt veremediler.
Yusuf, “Lütfen bana yaklaşın” dedi. Onlar yaklaşınca Yusuf şöyle devam etti: “Mısır’a sattığınız kardeşiniz Yusuf benim. Beni buraya sattığınız için üzülmeyin. Kendinizi suçlamayın. Tanrı insanlığı korumak için beni önden gönderdi. Çünkü iki yıldır ülkede kıtlık var, beş yıl daha sürecek. Kimse çift süremeyecek, ekin biçemeyecek. Tanrı yeryüzünde soyunuzu korumak ve harika biçimde canınızı kurtarmak için beni önünüzden gönderdi. Beni buraya gönderen siz değilsiniz, Tanrı’dır. Beni firavunun başdanışmanı, sarayının efendisi, bütün Mısır ülkesinin yöneticisi yaptı. Hemen babamın yanına gidin, ona oğlun Yusuf şöyle diyor deyin: ‘Tanrı beni Mısır ülkesine yönetici yaptı. Durma, yanıma gel (Yaratılış 45/4-9)
RAB, “Halkımın Mısır’da çektiği sıkıntıyı yakından gördüm” dedi, “Angaryacılar yüzünden ettikleri feryadı duydum. Acılarını biliyorum. Bu yüzden onları Mısırlılar’ın elinden kurtarmak için geldim. O ülkeden çıkarıp geniş ve verimli topraklara, süt ve bal akan ülkeye, Kenan, Hitit, Amor, Periz, Hiv ve Yevus topraklarına götüreceğim. İsrailliler’in feryadı bana erişti. Mısırlılar’ın onlara yapmakta olduğu baskıyı görüyorum. Şimdi gel, halkım İsrail’i Mısır’dan çıkarmak için seni firavuna göndereyim.” (Çıkış – 3 / 7-10 )
“Halkımın Mısırlılar’ın gözünde lütuf bulmasını sağlayacağım. Gittiğinizde eli boş gitmeyeceksiniz. Her kadın Mısırlı komşusundan ya da konuğundan altın ve gümüş takılar, giysiler isteyecek. Oğullarınızı, kızlarınızı bunlarla süsleyeceksiniz. Mısırlılar’ı soyacaksınız” (Çıkış 3/21-22)
Şimdi sözümü dikkatle dinler, antlaşmama uyarsanız, bütün uluslar içinde öz halkım olursunuz. Çünkü yeryüzünün tümü benimdir (Çıkış 19/5)
“Benim kutsal halkım olacaksınız. Bunun içindir ki, kırda parçalanmış hayvanların etini yemeyecek, köpeklerin önüne atacaksınız” (Çıkış 22/31)
Aranızda yaşayacak, Tanrınız olacağım. Siz de benim halkım olacaksınız (Levililer 26/12)
“Dinle, ey halkım, seni uyarıyorum; Ey İsrail, keşke beni dinlesen! (Mezmurlar 81/8)
Ancak adımın içinde bulunacağı yer olarak Yeruşalim’i, halkım İsrail’i yönetmesi için Davut’u seçtim.’ (Tarihler 6/6)
Yehu kalkıp eve girdi. Uşak yağı Yehu’nun başına döküp ona şöyle dedi: “İsrail’in Tanrısı RAB diyor ki, ‘Seni halkım İsrail’in kralı olarak meşhettim (2.Krallar 9/6)
Ama siz, ey İsrail dağları, dal budak salacak ve halkım İsrail için ürün vereceksiniz. Çünkü halkım İsrail yakında yurduna dönecek (Hezekiel 36/8)
Yahudilerin elinde bulunan kitapta tüm kurgu Tanrı’nın Beni İsrail’e “halkım” demesi etrafında dönüp durmaktadır ve “halkım” ifadesi binlerce kere tekrar etmektedir. Hatta nasıl ki Kur’an’da en fazla kullanılan kelimelerin başında “müminler” kelimesi gelmekteyse Yahudilerin ellerinde bulunan kitapta ise en fazla kullanılan kelimelerin başında “halkım” kelimesi gelmektedir; bu durum Hristiyanların ellerinde bulunan kitapta da böyledir.
Gökten başka bir ses işittim: “Ey halkım!” diyordu. “Onun günahlarına ortak olmamak, Uğradığı belalara uğramamak için çık oradan! (Vahiy 18/4)
‘Ey sen, Yahuda’daki Beytlehem, Yahuda önderleri arasında hiç de en önemsizi değilsiniz Çünkü halkım İsrail’i güdecek önder senden çıkacak.’ (Matta 2/6)
Tanrı’nın tapınağıyla putlar uyuşabilir mi? Çünkü biz yaşayan Tanrı’nın tapınağıyız. Nitekim Tanrı şöyle diyor: “Aralarında yaşayacak, Aralarında yürüyeceğim. Onların Tanrısı olacağım, onlar da benim halkım olacak.” (Korintliler 6/16)
‘O günlerden sonra İsrail halkıyla Yapacağım antlaşma şudur’ diyor Rab, ‘Yasalarımı zihinlerine işleyeceğim, Yüreklerine yazacağım. Ben onların Tanrısı olacağım, onlar da benim halkım olacak (İbraniler 8/10)
Ama siz seçilmiş soy, Kral’ın kâhinleri, kutsal ulus, Tanrı’nın öz halkısınız. Sizi karanlıktan şaşılası ışığına çağıran Tanrı’nın erdemlerini duyurmak için seçildiniz (Petrus 2/9).
Böylece Tanrı halkı için bir Şabat Günü rahatı kalıyor (İbraniler 4/9)
Oysa halkını kusurlu bulan Tanrı şöyle diyor: “ ‘İsrail halkıyla ve Yahuda halkıyla Yeni bir antlaşma yapacağım günler geliyor’ Diyor Rab (İbraniler 8/8)
Bir süre için günahın sefasını sürmektense, Tanrı’nın halkıyla birlikte baskı görmeyi yeğledi (İbraniler 11/15)
Herkesi bir korku almıştı. “Aramızda büyük bir peygamber ortaya çıktı!” ve “Tanrı, halkının yardımına geldi!” diyerek Tanrı’yı yüceltmeye başladılar (Luka 7/16)
Tahttan yükselen gür bir sesin şöyle dediğini işittim: “İşte, Tanrı’nın konutu insanların arasındadır. Tanrı onların arasında yaşayacak. Onlar O’nun halkı olacaklar, Tanrı’nın kendisi de onların arasında bulunacak (Vahiy 21/3)
Yakında yanına gelmeyi umuyorum. Ama gecikirsem, gerçeğin direği ve dayanağı olan Tanrı’nın ev halkı arasında, yani yaşayan Tanrı’nın topluluğunda nasıl davranmak gerektiğini bilesin diye sana bunları yazıyorum (Timoteos 3/14).
Bir zamanlar halk değildiniz, ama şimdi Tanrı’nın halkısınız. Bir zamanlar merhamete erişmemiştiniz, şimdiyse merhamete eriştiniz (Petrus 2/10).
Kanaatimizce Mâide 18. ayette vurgulanmak istenen tam da budur. Ayette geçen اَبْنَٓاءُ (ebnau) kelimesinin biyolojik bir oğulluktan bahsetmediği açıklama gerektirmeyecek kadar sarihtir. ‘Beneye’ fiilinden türemiş bu kelimenin sözlük manaları şu şekildedir:
(bena – binaen – benyen – binayeten – binyaten – bunyanen) “yapmak, kurmak, bina etmek, inşa etmek, geliştirmek, artırmak, yetiştirmek, tamamlamak, benimsemek, bir şeye yaslanmak, temel almak, eğitmek”
(İlyas Karslı / Yeni Sözlük)
Kelimenin “oğul” anlamında kullanılmasının sebebi de bir anne-babanın varlığını çocukları üzerinden devam ettirmeleri ve onu kendilerine temel alarak zürriyet sahibi olmalarıdır. Bu kelimenin “oğul” dışındaki kullanımları da pek fazladır. Mesela;
İbnu’l berei…Ayın son gecesi
İbnu’l eyyam…bela ve müsibetler.
İbnu’s sebil…Yolcu / fakir.
İbnu’s subat…Gece gündüz.
İbnu’l ırs…Gelincik çiçeği
İbnu’l hubar…Gündüz
İbnu’l harb…Kahraman, yiğit.
İbnu’l berih…Karga
İbnu batnih…Midesine düşkün / obur.
İbnu’t tavd…Eko, yankı.
(İlyas Karslı / Yeni Sözlük)
Bu anlamların yanında konumuzla alâkalı olarak bir yerin halkına, vatandaşlarına da ‘EBNAU’L BELED’ dendiğinin altını çizmek gerekmektedir. Buna göre Türkiye’de yaşayanların tamamı ‘Ebnau’l Türkiyye’ olarak adlandırılmaktadır yani “Türkiye’nin halkı”. Bununla beraber ‘ebnau’l vatan’ ve ‘ebnau’l şa’bi’ ifadeleri de “vatandaş, halk” anlamlarına gelmektedir. İşte Mâide suresinin 18. ayetinde kastedilen şey de tam bu olmalıdır. Yani hem Hristiyanlar hem de Yahudiler kendilerini “Tanrının halkı” olarak görmektedirler ki hem geçmişte hem de günümüzde pratikte ve teoride yaşanan şey tam da budur. Her iki dinde de Tanrıya inanmanın sebebi “mümin olmak” için değil “Tanrının halkı” olmak içindir.
Peki tüm bunların Kehf suresi 4. ayette geçen الَّذ۪ينَ قَالُوا اتَّخَذَ اللّٰهُ وَلَدًا (elleżîne kâlû-tteḣaża(A)llâhu veledâ(n)): “‘Allah bir veled edindi’ diyenler” ifadesi ile alâkası nedir?
Yahudiler ve Hristiyanlar kendilerini Tanrı tarafından oluşturulan ayrıcalıklı ve özel bir halk olarak görmektedirler. Tanrının birbirine kopmaz bağlarla bağlı bir halk oluşturması için en başta bunu bir tek bireyden başlatması gerekmektedir. Anlamaya çalıştığımız ifadede geçen وَلَدًا (veled) kelimesi çoğul bir kelime değil tekil bir kelimedir. İşte bu ifade Yahudi ve Hristiyanları ‘ebnau’llah’ (Allah’ın halkı / Allah’ın oğulları) haline getiren sürecin en başını ifade etmektedir. Yani Allah’ın tüm halkı kendisinden türetip ortaya çıkardığı ilk birey.
Kur’an’ın tamamında “oğul” anlamına gelen ‘ibn’ (çoğulu ‘benu’) kelimesinin bir isme atfen olarak kullanıldığı sadece iki tamlama vardır. Beni Âdem ve Beni İsrail. Başka çalışmalarımızda Âdem’in ilk insan olmadığını, onun insanlığın atası değil de resullerin atası olduğunu dilimiz döndüğü kadar anlatmaya çalıştık. Bu yüzden Âdem’in ilk insan değil de ilk resul olduğunu bu bağlamda tekrar etmeyeceğiz.
Resullerin tek bir soya mensup olduğuna dair Kur’an’da yeteri kadar delil vardır. Mesela bununla ilgili 3/33, 34 – 19/58 – 6/84-95 ayetlere bakılabilir. Hepsi birbiriyle birinci dereceden akraba olan resuller içerisinde İbrahim’in konumu en azından kendisinden sonraki resuller için belirleyici rol oynamaktadır. Bu hakikat birçok ayette, İbrahim’den sonraki tüm resullerin ve onlara iman eden müminlerin “İbrahim’in milletine ve İbrahim’in milletine indirilene iman edin” emriyle kendisini göstermektedir. Hatta Kur’an’da 18 kez geçen ‘millet’ kavramı resullerin tamamı içinde sadece İbrahim’e 9 kez atfedilmektedir. Meal ve tefsir yazarlarının pek çoğu ‘millet’ kelimesine genelde “din” manası vermekte ve ‘İbrahim’in milleti’ tamlamasını “İbrahim’in dini” olarak çevirmektedirler. Oysa Allah’ın nezdinde dinin sadece İslam olduğu, İslam’dan başka dinin kabul görmeyeceği ayetlerle sabittir. Eğer ‘İbrahim’in milleti’ tamlamasından kastedilen “İbrahim’in dini” olsaydı ‘Nuh’un milleti, Hud’un, Salih’in, Şuayb’ın, Yunus’un milleti’ vb. şeklinde tanımlamaların da geçmesi gerekirdi. Çünkü hepsinin dini birdir ve o din de İslam’dır. Oysa ‘millet’ kavramı resuller içinden sadece İbrahim’e izâfe edilerek kullanılmaktadır ve ondan sonraki herkesin de İbrahim milletine iman edip tâbi olmaları istenmektedir.
Asıl anlamı itibariyle “bıkmak, usanmak” anlamına gelen fiilden türemiş olan ‘millet’ kavramı “değişmeden devam eden kural, değişmeyen yasa” anlamındadır. Yüce Allah’ın İbrahim ile başlattığı bu değişmez yasa, İbrahim’den sonra gelecek resullerin sadece İbrahim soyundan olacağına dair yasadır (57/26). Fakat böyle olmasına rağmen İbrahim zürriyeti için Kur’an’ın hiçbir yerinde ‘Benu İbrahim’ şeklinde bir izafet yoktur. Bunun yerine kullanılan tamlama ‘Millete İbrahim’ tamlamasıdır. ‘Benu İbrahim’ değil de ‘Millete İbrahim’ denmesinin sebebi; ‘millet’ kelimesi bünyesinde “soy” manasını barındırsa da tek başına “zürriyet” kelimesinin yerine kullanılamaz. Çünkü “zürriyet” kelimesi sadece birinden doğmayı ve o doğduğu kişi ile aradaki bağın sadece biyolojik bir bağ olduğunu belirten bir kelimedir. Fakat ‘millet’ kelimesi birinden doğmuş olmayı değil, “o kişi ile başlayan kuralların tamamına tâbi olmak” anlamını belirten bir kelimedir. “İbrahim’in milleti” demek İbrahim ile başlayan, sonrası için hiç değişmeden devam edecek olan ve sonrakilerin meşruiyetini kendisine dayandıracağı kurallar anlamına gelmektedir. Bu kurallar içinde “İbrahim’in soyundan olmak” getirilen kurallardan sadece biri ve belki de etkisi ya da önem derecesi en az olanıdır.
Yahudilere, Hristiyanlara ve Müslüman ulemaya göre ‘Beni İsrail’ tamlamasında geçen ‘İsrail’ kelimesi Yakup’un lakabıdır ve hepsine göre de tamlama “Yakup’un oğulları” anlamına gelmektedir. Tamlamadaki “oğullar” kelimesinden kastedilen ise Yakup’un 12 oğlu ve onların soylarından gelenlerdir. Birçok çalışmamızda ‘İsrail’ kelimesinin Yakup’un lakabı olmadığı ve olmasının da mümkün olamayacağına değindik. Bu bağlamda onları tekrar etmeyeceğiz.
Kur’an İbrahim’den sonrası için ısrarla “İbrahim’in oğulları” tamlamasını değil de “İbrahim milleti” tamlamasını kullanırken Yakup, ‘İsrail’in lakabı olsa bile –ki asla değildir, neden Yakup milleti değil de ‘Beni İsrail’ yani “İsrail’in oğulları” tamlaması kullanılmaktadır?
Çünkü İbrahim milletinden olmak sadece İbrahim soyundan doğmayla elde edilecek bir şey değildir. Aynı zamanda onunla belirlenen kurallara inanmayı ve bu kurallara göre hayatı tanzim etmeyi de şart koşan bir ifadedir. Oysa ‘Beni İsrail’den olmak sadece o soydan doğmuş olmayla elde edilecek bir payedir. İşte bu yüzden İsrail oğulları hiçbir zaman kendilerini İbrahim’in yolunda yürümek zorunda hissetmemişlerdir. Yüce Allah, İbrahim eliyle Kabe’yi insanlık için toplanma merkezi kılmasına ve orada da İsrail oğullarının ilk atası olan İbrahim’in makamı olmasına rağmen onlar orayı yok saymışlardır. İsrail oğulları ilk atalarının İbrahim olduğunu kesinlikle kabul ederler ama her nedense kendilerini “İbrahim milleti” olarak değil de “İsrail oğulları” olarak adlandırmayı tercih etmişlerdir. Çünkü İbrahim’in mirasını “millet”ten “oğullar”a, “millet”ten “zürriyet”e çevirmişlerdir. İşte bu durum onları “Tanrının halkı” yapmaktadır. Tanrının halkı olmak içinse sadece İsrail’in zürriyetinden olmak yeterlidir.
İşte Kehf suresinin 4. ayetinde geçen الَّذ۪ينَ قَالُوا اتَّخَذَ اللّٰهُ وَلَدًا (elleżîne kâlû-tteḣaża(A)llâhu veledâ(n)): “Allah bir veled edindi” cümlesinin arka planında bu vardır; az önce de belirttiğimiz gibi bu ifade “Tanrının halkı”nın kendisinden oluşturulduğu ilk bireyi yani ‘İsrail’i ortaya çıkaran süreci ifade etmektedir. Dikkat edilirse burada da “Allah bir millet edindi” denmemekte, “Bir ‘veled’ edindi.” denmektedir. Bu ifadeyi kullananlar Yüce Allah’ın seçimlerini “iman ve sadakat” üzerinden değil, “soy” üzerinden yaptığını belirtmek için kullanmışlardır.
Kehf suresi bağlamında geçen الَّذ۪ينَ قَالُوا اتَّخَذَ اللّٰهُ وَلَدًا (elleżîne kâlû-tteḣaża(A)llâhu veledâ(n)): “‘Allah bir veled edindi’ diyenler” ifadesinden kimlerin kastedildiğinin tam olarak tespit edilmesi özellikle Kehf kıssasındaki gençlerin kim olduğu, bu kıssanın geçtiği zamanın ve yerin bilinmesi ile mümkün hâle gelecektir. Tekrar kaldığımız yere dönecek olursak en son ayete şu meali vermek gerektiğini belirtmiştik:
Sakın ola ki sen, bu esef verici hadise inanmadılar diye onların rivayetleri yüzünden kendi benliğini heder etme.
Sakın ola ki sen, bu hadise inanmadıkları için kendi öz kimliğini üzülerek onların rivayetlerine uydurma.
Bu ayetteki اٰثَارِهِمْ (âśârihim) (onların rivayetleri) ifadesindeki “onlar” zamirinin mercisinin الَّذ۪ينَ قَالُوا اتَّخَذَ اللّٰهُ وَلَدًا (elleżîne kâlû-tteḣaża(A)llâhu veledâ(n)): “‘Allah bir veled edindi’ diyenler” olduğunu ortaya koymaya çalıştık. Bu durumda اٰثَارِهِمْ (âśârihim) ifadesinin karşılığı “‘Allah bir veled edindi’ diyenlerin rivayetleri” şeklinde olmaktadır. Fakat burada bir zamirin mercisini daha tespit etmek gerekmektedir. O da فَلَعَلَّكَ (fele’alleke) ifadesindeki “sen” (كَ) (ke) zamiridir. Bu zamirin mercisini geriye doğru aradığımızda karşımıza birinci ayetteki عَبْدِهِ (abdihi) (onun kulu) ifadesi çıkmaktadır. Fakat ‘abd’ kelimesi zamirin mercisinin kim olduğu hususunda yeteri kadar aydınlatmamaktadır.
Müktesebat uleması Kur’an’da geçen “sen” zamirlerinin tamamını “Muhammed” olarak almıştır. Fakat bu bağlamdaki “sen” zamirinin mercisinin “Muhammed” olduğuna dair hiçbir emâre yoktur. Kaldı ki zamirin mercisinin “Muhammed” yapılması durumunda kıssanın ilerleyen kısımlarında birçok şey yerine oturmayacaktır. O bağlamlara gelindikçe onlar üzerinde durulacaktır. Şimdilik bu bağlamda geçen “sen” zamirinin mercisinin tespitinin kıssanın akışına bırakmayı daha doğru bir davranış olarak görüyoruz.
Müktesebat ulemasından bazılarının bu ayete verdiği mealleri daha önceki sayfalarda almıştık.
Abdulbaki Gölpınarlı Meali
Şu Kur’an’a inanmadıkları ve senden yüz çevirdikleri için üzülüp hayıflanarak kendini helak mı edeceksin?
Muhammed Esed Meali
Peki ama, onlar bu mesaja inanmak istemiyorlarsa, (inansınlar diye) kendini mi paralayacaksın?
Süleyman Ateş Meali
Herhalde sen, onlar bu söze inanmıyorlar diye, peşlerinde üzüntüden kendini helak edeceksin!
Mehmet Okuyan Meali
Bu söze (Kitaba) inanmıyorlar (diye) arkalarından üzüntüden neredeyse kendini harap edeceksin.
Ayete bu mealleri uygun gören ulema ayette geçen اٰثَارِهِمْ (âśârihim) ifadesine “onların arkaları” anlamını vermişlerdir. Bundan kastedilen şeyin de “Mekkeli müşriklerin kendisine inanmamaları üzerine Muhammed’in kendisini paralarcasına üzüldüğü” olduğunu söylemişlerdir. Oysa اٰثَارِهِمْ (âśârihim) ifadesine “arka” manası verilmesi durumunda bundan kastedilenin somut manada “birinin izinden gitmek” olması gerekmektedir. Bu ifadeye “inanmamalarının ardından” şeklinde bir mana verilmesi mümkün değildir. Çünkü kelimenin böyle bir manası yoktur. Kaldı ki ayetteki بَاخِعٌ (bâḣi’un) kelimesi bir “şeyi içi parçalanırcasına yapmak” anlamında değil, “istemediği bir şeyi yapmak zorunda kaldığı için içinin parçalanması” anlamındadır. Daha da önemlisi بَاخِعٌ (bâḣi’un) kelimesi nekira bir şibhi fiildir ve şibhi fiillerin cümlede nekira kullanılması durumunda kastettikleri fiilin zamanının kesinlikle gelecek/geniş/şimdiki zaman yani muzari olması gerekmektedir. Sadece bu ayete bakılırsa bile ayette kendisine “sen” denilen kişinin “Muhammed” olmayacağı bellidir. Bu ayetteki “sen” zamirinin “Muhammed” olarak alınması durumunda ne bu ne de diğer ayetlerdeki kelimelere asla sadık kalınamayacağı da aşikârdır. Dediğimiz gibi “sen” zamirinin mercisini tespit etmeyi kıssanın akışına bırakıyoruz ve devam ediyoruz.
Şu kesin ki: onlardan hangisinin amelce daha uygun olacağını imtihan ederek ortaya çıkarmamız için, bu yerin üstünde bulunanları ona süs yapmıştık.
Bu ayette iki defa geçen هُمْ (hum) (onlar) zamirinin mercisini geriye doğru ararken اَيُّهُمْ (eyyuhum) ifadesinin temel alınması gerekmektedir. Daha önceki ayetlerde biri “müjdelenen” diğeri “uyarılan” iki kesimden bahsedilmişti.
وَيُبَشِّرَ الْمُؤْمِن۪ينَ الَّذ۪ينَ يَعْمَلُونَ الصَّالِحَاتِ اَنَّ لَهُمْ اَجْرًا حَسَنًاۙ مَاكِث۪ينَ ف۪يهِ اَبَدًاۙ… (veyubeşşira-lmu/minîne-lleżîne ya’melûne-ssâlihâti enne lehum ecran hasenâ(n) mâkiśîne fîhi ebedâ(n))… O salihatları işlemeyi sürdüren müminlere, içinde sürekli kalacakları güzel bir mükâfatın onların olacağını müjdelemesi…
وَيُنْذِرَ الَّذ۪ينَ قَالُوا اتَّخَذَ اللّٰهُ وَلَدًا… (Veyunżira-lleżîne kâlû-tteḣaża(A)llâhu veledâ(n)) ve “Allah bir veled edindi” diyenleri uyarması için…
İşte ayetteki اَيُّهُمْ (eyyuhum) (onlardan hangisi) ifadesi her iki kesimi de kapsamaktadır. Çünkü müjdelenmek de uyarılmak da aslında geleceğe dair verilen haberlerdir. Müjde veya uyarı şeklinde olan bu gelecek haberlerine inanmak veya inanmamak, yapılan uyarı veya müjdeye uygun davranışlarda bulunmak veya bulunmamak imtihandır. Gelecekte kendilerine büyük bir mükâfatın verileceği ile müjdelenen müminler, müjdelenen şeyi henüz elde etmemişlerdir. Bu müjdenin onlara verilmesinin sebebi o verilen müjdeye kavuşana kadar istikametlerini bozmamaları, sabretmeleri, direnmeleri içindir. Yani mümin kalmaya devam etmeleri içindir. Yoksa “nasıl olsa müjdelendik” diyerek yan gelip yatmaları durumlarını bozmaları için değildir.
“Allah bir ‘veled’ edindi” diyenlere yapılan uyarı ise tam tersi bir etki göstermelidir. Bu söylemlerden vazgeçerek ve yapılan uyarıyı dikkate alarak mümin olmaları beklenmekte ve müminlere verilen müjdeye ulaşmak için onların da direnmeleri, sabretmeleri ve o müjdeye uygun davranışlarda bulunmaları gerekmektedir.
Sonuçta “müjde ile imtihan edilmek”; iyi bir durumun muhafaza edilmeye devam edilip edilmeyeceği ile alâkalı olmaktayken “uyarı ile imtihan edilmek” de kötü bir durumun devam ettirilip ettirilmeyeceği ile imtihan edilmektir.
Fakat önceki ayette geçen müjde ve uyarı ile alakalı dikkat çekici bir durum vardır. Müjde verilen müminlerin, durumlarını bozmamaları ve oldukları hal üzere devam etmeleri durumunda nasıl bir akıbet ile karşılaşacakları belirtilmiş ama uyarılanlar için hiçbir karşılık veya akıbet belirtilmemiştir.
وَيُبَشِّرَ الْمُؤْمِن۪ينَ الَّذ۪ينَ يَعْمَلُونَ الصَّالِحَاتِ اَنَّ لَهُمْ اَجْرًا حَسَنًاۙ مَاكِث۪ينَ ف۪يهِ اَبَدًاۙ… (veyubeşşira-lmu/minîne-lleżîne ya’melûne-ssâlihâti enne lehum ecran hasenâ(n) mâkiśîne fîhi ebedâ(n)… O salihatları işlemeyi sürdüren müminlere içinde sürekli kalacakları güzel bir mükâfatın onların olacağını müjdelemesi…
Müminlerin müjdesi اَنَّ لَهُمْ اَجْرًا حَسَنًاۙ مَاكِث۪ينَ ف۪يهِ اَبَدً (enne lehum ecran hasenâ(n) mâkiśîne fîhi ebedâ(n)) bu cümlede belirtilen şeydir. Bu cümle başındaki ‘enne’ edatından dolayı mastara dönüşmüş bir cümledir. Cümlede اَجْرًا (mükâfat/ecir) kelimesinin irab’dan mahalli vardır, bu kelimeden sonra gelen kelimeler (حَسَنًاۙ مَاكِث۪ينَ ف۪يهِ اَبَد) (hasenâ(n) mâkiśîne fîhi ebedâ(n)) bu kelimenin sıfatıdır. اَبَدًا (ebedâ(n)) kelimesi ise مَاكِث۪ينَ (mâkiśîne) kelimesinin halidir. Müjde “içinde sürekli kalacakları güzel bir mükâfat” ifadesidir. Peki bu nedir?
Ulema bunun “cennet” olduğunu söylemiştir. Fakat cümlede ‘cennet’ kelimesi yoktur ve cümledeki ف۪يه (fîhi) ifadesindeki zamir müzekkerdir ve bu zamirin hem tekilinde (جَنَّة) (cennet) hem de çoğulunda (جَنَّاتُ) (cennetü) müennes olan ‘cennet’ kelimesine dönmesi mümkün değildir. Müjde ile imtihan edilenlerin durumu buyken, uyarı ile imtihan edilenler için herhangi bir karşılık söylenmemiştir.
وَيُنْذِرَ الَّذ۪ينَ قَالُوا اتَّخَذَ اللّٰهُ وَلَدًا… (Veyunżira-lleżîne kâlû-tteḣaża(A)llâhu veledâ(n))… ve “Allah bir veled edindi” diyenleri uyarması için…
Böyle denmiştir ama bunu söylemekten vazgeçmemeleri durumunda başlarına nelerin geleceği söylenmemiştir. Elbette ki sonuçta öldükten sonra iyiler cennetlerle kötüler ise cehennem ile cezalandırılacaktır. Fakat bu bağlamda ne iyiler için içinde kalacakları yerin cennet olduğu söylenmiş ne kullanılan zamir müennes olan ‘cennet’ kelimesine dönebilir ne de kötüler için bir karşılık söylenmiştir. Kur’an bir bütündür ve ayetleri ayetler ile anlaşılacaktır. Bunda hiçbir tereddüt olmadığı gibi biz tüm hücrelerimizle buna iman ediyoruz. Fakat her bağlamda anlaşılmaya çalışılan ayetin diğer ayetlerle bağının kurulabilmesi için önce kendi bağlamındaki anlamının tam tespit edilmesi gerekmektedir. Mesela, müennes mi müzekker mi olduğunu hiç önemsemeden “içinde sürekli kalacakları” (مَاكِث۪ينَ ف۪يهِ اَبَد) (mâkiśîne fîhi ebedâ(n)) ifadesindeki ف۪يه (fîhi) zamirini Kur’an’ın diğer yerlerinde daima müennes gelen ‘cennet’ kelimesine bağlamak asla ayetleri ayetlerle anlamak olmayacaktır. Yine bunun gibi;
وَيُنْذِرَ الَّذ۪ينَ قَالُوا اتَّخَذَ اللّٰهُ وَلَدًا… (Veyunżira-lleżîne kâlû-tteḣaża(A)llâhu veledâ(n))… ve “Allah bir veled edindi” diyenleri uyarması için…
Bu cümlede sadece “uyarması için” denmesinden yola çıkarak, peşinen “bunların uyarısı da cehenneme gitmek” demek asla ayetleri ayetlerle anlamak olmayacaktır.
Elbette sonuçta iyilerin akıbeti de kötülerin akıbeti de Kur’an’da birçok bağlamda hem de döne döne anlatılmıştır. Fakat bu bağlamda لِنَبْلُوَهُمْ اَيُّهُمْ اَحْسَنُ عَمَلًا (linebluvehum eyyuhum ahsenu ‘amelâ(n)) denilerek hem iyilerin hem de kötülerin imtihan edildikleri söylenmiştir. Kötülerin kötülüklerini bırakıp iyi olması, iyilerin de iyi olmaya devam etmesi için imtihan sonucunda ulaşacakları mükâfatın veya cezanın da belirtilmesi gerekmektedir. Ne ile imtihan edildikleri bellidir.
Şu kesin ki: onlardan hangisinin doğru davranış edindiğini sınayarak ayrıştıralım diye bu yerin üstünde bulunanları ona süs yapmıştık.
Buna göre ‘el-Ard’ın üzerinde bulunan şeyler her iki kesimi imtihan etmek için onlara süs haline getirilmiştir. Müminler kendilerine vaat edilen “içinde sürekli kalacakları güzel bir mükâfat”a kavuşmak için bu süse kanmayacaklardır. O halde kendilerine vaat edilen yer “içinde sürekli kalacakları yer” ise şu an bulundukları ve üstündekilerin imtihan için süs yapıldığı bu yer sürekli kalacakları bir yer değildir gibi bir sonuç çıkmaktadır. “İçinde sürekli kalacakları” (مَاكِث۪ينَ ف۪يهِ اَبَد) (mâkiśîne fîhi ebedâ(n)) ifadesindeki zamir müzekker olduğu için bunun ‘cennet’ olması da söz konusu değildir. Bu durumda karşımıza iki soru çıkmaktadır:
- Şu an üzerinde bulundukları ve imtihan için üzerindeki şeylerin ona süs kılındığı ve marife olarak gelen الْاَرْضِ (el-Ard) kelimesinden kastedilen yer neresidir?
- Müjde olarak verilen ve sadece “içinde sürekli kalacakları” (مَاكِث۪ينَ ف۪يهِ اَبَد) (mâkiśîne fîhi ebedâ(n)) denilen yer neresidir?
Ayetteki “şu muhakkak ki biz, bu yerin üstünde bulunanları ona süs yapmıştık” (اِنَّا جَعَلْنَا مَا عَلَى الْاَرْضِ ز۪ينَةً لَهَا) (innâ ce’alnâ mâ ‘alâ-l-ardi zîneten lehâ) ifadesini temel aldığımızda marife olarak gelen ‘el-ard’ kelimesinin daha önce bir süs olmadığı sonucuna çıkmaktayız. Zira cümlede geçen جَعَلْنَا (cealna) fiili, tahvil (değişim) bildiren fiillerdendir. O yer öyle değilken o hâle getirilmiştir. Bu ifade, söz konusu edilen bu yerin bahsinin Kur’an’ın başka yerinde geçtiğini, bize anlatıldığını bildiren bir ifadedir. Fakat her durumda söz konusu edilen bu ‘el-ard’ hem müminler hem de “Allah bir ‘veled’ edindi” diyenleri imtihan etmek için ziynetlendirilen bir yerdir ve bu yer kesinlikle kalıp yerleşecekleri bir yer değil, terk edip gidecekleri bir yerdir. Peki nereye? Tabi ki içinde sürekli kalacakları yere (مَاكِث۪ينَ ف۪يهِ اَبَد) (mâkiśîne fîhi ebedâ(n)).
Tekrar belirtelim ki; birinci ayetten itibaren kullanılan zamirler, ism-i mevsuller, sıfatlar ve hal ifadeleri söz konusu edilen şeylerin, muhatabı belli olmayan, ortaya karışık söylendiği için “kim üzerine alınırsa onundur” türünde olan şeyler değildir. Hepsinin muhatabı bellidir.
- Kendisine kitap indirilen Allah’ın bir resulü vardır ki ona en başta ‘abdihi’ (O’nun kulu) denmektedir.
- Bu kitap o kula, salih işleri yapmaya devam eden müminleri içinde sürekli kalacakları (ki bu cennet değildir) güzel bir mükâfat ile müjdelemek için ve bir de…
- “Allah bir ‘veled’ edindi” diyenleri uyarmak için verilmiştir.
- “Allah bir ‘veled’ edindi” diyenlerin dediklerinden vazgeçip mümin olmamaları durumunda nasıl bir ceza alacakları bu bağlamda belirtilmemiştir.
- Hem müminler hem de “Allah bir ‘veled’ edindi” diyenler daha önce öyle değilken üzerindeki şeylerin kendisine süs haline getirildiği bir yer (el-ard) ile imtihan edilmektedirler.
- İmtihan edildikleri bu yer “sürekli kalacakları” bir yer değildir. O halde imtihanı başarı ile verenler “içinde sürekli kalacakları o güzel mükâfata” erişecek, “Allah bir ‘veled’ edindi” diyenler bu mükâfata nâil olamayacaklardır.
Tekrar etmek kötü bir şey değildir bu yüzden bir kere tekrar edelim: Ayette geçen ‘el-Ard’ kelimesinden kastedilen kesinlikle “dünya gezegeni” değil, müminlerin ve “Allah bir ‘veled’ edindi” diyenlerin imtihan edilmesi için üzerindekiler süs haline getirilmiş bir yer ve kesinlikle anlatılacak kıssanın üzerinde yaşandığı ‘el-ard’dır. Marifeliği cins veya ahd-i huduri veya akl-i huduri olduğundan değil ya ahd-i zikri olduğundan ya da harf-i tarifin mevsul olduğundandır.
Müjde olarak verilen “içinde sürekli kalacakları yer” kesinlikle ‘cennet’ değildir çünkü bu ifadede kullanılan zamir müzekkerdir oysa ‘cennet’ kelimesi hem tekilinde hem çoğulunda sadece müennes olarak kullanılmaktadır. Süs haline getirilmiş o “yer” ile, imtihan edilen her iki kesim için imtihanı başarı ile vermeleri durumunda vaat edilen “yer” bu yerdir. “Allah bir ‘veled’ edindi” diyenler eğer söylemlerinden vazgeçip mümin olurlarsa onlar da aynı mükâfata erişecek, mümin olmazlarsa erişmeyeceklerdir. Peki söylemlerinden vazgeçmemeleri ve “içinde sürekli kalacakları o yer”i de istememeleri durumunda ne olacaktır? Bu sorunun cevabını da bir sonraki ayetten öğrenmekteyiz.
Ve yine şu da kesin ki: onun üzerinde bulunanları tekrar kısır bir toprağa çevireceğiz.
Bir önceki ayette “o yerin üzerinde bulunanları ona süs haline getirdik” denilmişti. Bu ifadeden o yerin üstündekilerin süs değilken süs haline getirildiğini anlamaktayız. Bu ayetten ise üzerindekilerin kendisine süs haline getirilen o ‘ard’ın üzerindekilerin صَع۪يدًا جُرُزًا(saiden curuzen) haline çevrileceğinden bahsedilmektedir. Bu ifade hem o yerin üstündekilerin süs haline getirilmeden önceki durumunu hem de içinde sürekli kalınacak o mükâfatın tercih edilmemesi durumunda bu yerin nasıl bir yere çevrileceğini belirten bir ifadedir. Yani bu yer ilk başlarda صَع۪يدًا جُرُزًا (saiden curuzen) halindeydi. Daha sonra üzerindekiler ona süs yapılmıştı (اِنَّا جَعَلْنَا مَا عَلَى الْاَرْضِ ز۪ينَةً لَهَا) (İnnâ ce’alnâ mâ ‘alâ-l-ardi zîneten lehâ). Üzerindekilerin ona süs yapılma sebebi “hangisinin daha güzel davranışta bulunacağını ortaya çıkarmak için imtihan etmek”tir (لِنَبْلُوَهُمْ اَيُّهُمْ اَحْسَنُ عَمَلًا) (linebluvehum eyyuhum ahsenu ‘amelâ(n)). İmtihan edilenler hem müminler hem de mümin olmayanlardır ve süs haline getirilen bu yer hem imtihan alanıdır hem de bizzat imtihanın konusudur. İmtihanın başarılması durumunda mükâfat “içinde sürekli kalacakları o yer”dir. O yerin istenmemesi veya mükâfatın küçümsenmesi veya küfür söyleminden vazgeçmeyip bulunulduğu hâle devam edilmesi durumunda ise süs haline getirilen bu yerin tekrar eski haline döndürüleceği söylenmektedir. İşte 6. ayette kendisine “sen” denilen ve 1. ayette “O’nun kulu” kelimesi ile tanımlanan resule Kehf kıssası bu bağlamla birlikte anlatılmaktadır ki bu bağlamın kıssanın anlaşılması üzerindeki etkisi çok büyüktür.
Sonraki ayetlere geçmeden önce لِنَبْلُوَهُمْ اَيُّهُمْ اَحْسَنُ عَمَلًا (linebluvehum eyyuhum ahsenu ‘amelâ(n)) cümlesindeki bir durumun biraz daha açığa kavuşturulması gerekmektedir. Görüldüğü üzere elimizdeki Asım b. Behdele kıraatinde cümledeki اَحْسَنُ (ahsenu) ifadesi “ism-i tafdil” olacak şekilde harekelenmiştir. Bu kelimenin ism-i tafdil olarak harekelenmesi imtihanın “iyiler ve kötüler” arasındaki bir imtihan değil “iyiler ve daha iyiler” arasındaki bir imtihan olmasına yol açacaktır. Çünkü ism-i tafdiller “zıtlar arasındaki üstünlüğü” değil, “benzerler arasındaki üstünlüğü” belirtirler. İsm-i tafdillerin tanımı şu şekildedir.
İsmi Tafdil: Özellikleri benzer olan iki varlığı karşılaştırarak, birindeki özelliğin diğerinden daha üstün olduğunu belirtmek için fiil veya şibhu’l-fiilden اَفْعَلُ (ef’alu) kalıbında türetilen bir sıfattır.
(Yrd. Doç. Dr. R. Resul Sevinç / Arapçanın Temel Gramer Kuralları s.357)
Bu tanımı biraz daha açacak olursak ism-i tafdil, sıfatta ortak olan iki şey arasında kıyas yaparak o sıfatın hangisinde daha fazla olduğunu bildiren kelimelerdir. İyi–daha iyi; güzel–daha güzel; yukarı–daha yukarı; aşağı–daha aşağı; kötü–daha kötü gibi. Bu durumda اَحْسَنُ (ahsenu) kelimesinin ism-i tafdil olarak harekelenmesi durumunda imtihanın iyiler arasından daha iyisini belirlemek şekline dönmesine neden olacaktır ki bu asla doğru değildir. Yani ifadeye konulan bu harekeler ciddi sorun yaratmaktadır. Bu kelimenin harekelenmesi ism-i tafdil olarak değil if’al babından bir fiil olarak yapılması gerekir yani son harekesi ötre değil fetha yapılmalıdır. Bu durumda anlam “içlerinden hangisi doğru davranacak” şeklinde olacaktır. Yani imtihan “benzerler arasında” değil, “zıtlar arasında iyiyi ve kötüyü belirlemek için” olacaktır.
Ashabu’l Kehf’in kıssası işte bu ayetle anlatılmaya başlanmaktadır. Bu ayete meal vermeden önce hem kelimelerin sözlük anlamlarını vermek hem de bu ayete verilen mealler ve yapılan tefsirler üzerinde durmak istiyoruz.
(*) حَسِبْتَ (hasibte): Bu kelimenin sülasi kökündeki anlamı şu şekildedir: (hasebe–hasben–hisbeten–hisaben) “saymak, hesaplamak, hesap etmek, göz önünde bulundurmak” (‘ala’ ile) “zimmetine geçirmek, hesabına yazmak” (‘li’ ile) “düşünmek” (hasibe–hasben–hisbanen) “zannetmek, sanmak, tahmin etmek, tasavvur etmek, düşünmek” (Karslı).
Ayetin başındaki حَسِبْتَ (hasibte) kelimesinin iki tane mefulü vardır, bu da kelimenin kalp fiillerinden olduğu anlamına gelmektedir. Bu yüzden kelimenin anlamının “zannetmek, sanmak, tasavvur etmek, düşünmek, tahmin etmek” gibi soyut manalardan biri olması gerekmektedir.
Fakat ister somut ister soyut mana verilsin birisine “sandın mı? /zannettin mi? / düşündün mü? / tahmin ettin mi?” diyebilmek için hem muhatabın o konuyu bilmesi hem de bir “sanısı/zannı/tahmini/düşüncesi/tasavvuru” olması gerekmektedir. Çünkü konuyu hiç bilmeyen veya konuyu hiç duymamış, konudan bihaber olan birine “sandın mı, zannettin mi, tahmin ettin mi?” diye soru sormak abes ve anlamsız olacaktır. Bu durumda “sandın mı, zannettin mi?” diye soru sorulan kişinin, bahsi açılan konu hakkında haberi var demektir. Sorunun zan bildiren bir kelimeyle (اَمْ حَسِبْتَ) (em hasibte) sorulmasından da muhatabın konudan haberdar olduğu ama elindeki bilginin “zan, tahmin, sanı” düzeyinde olduğu anlaşılmaktadır.
Muhatabın elindeki bilginin kesin bilgi olmadığı, tam tersi “zan/tahmin/sanı/tasavvur” düzeyinde olduğu, üç ayet öncesinde geçen ve bizim “onların rivayetleri yüzünden” anlamını verdiğimiz عَلٰٓى اٰثَارِهِمْ (alâ âśârihim) ifadesinden de anlaşılmaktadır.
İşte buna göre, kıssa anlatılmadan önce ortaya şöyle bir tablo çıkmaktadır:
- Kendisine “sen” diye hitap edilen bir muhatap vardır.
- Bu muhatap, kendisine kitap indirilmiş bir resuldür.
- Bu resulün görevleri arasında salih amelleri işlemeyi sürdüren müminlere içinde sürekli kalacakları bir şeyi müjdelemek ve “Allah bir ‘veled’ edindi” diyenleri uyarmak vardır.
- Her iki kesim üzerindeki şeylerin ziynet kılındığı bir yerde bulunmaktadır.
- Bu yerin üstündekilerin ziynet haline getirilmesi, doğru davranış gösterenlerle göstermeyenleri imtihan ederek açığa çıkarmak içindir.
- Bu resule Ashabu’l Kehf ve Ashabu’r Rakim kıssası anlatılacaktır.
- Fakat bu resul Ashabu’l kehf ve Ashabu’r rakim’den tamamen habersiz değildir.
- Resul onları “Allah bir ‘veled’ edindi” diyenlerin rivayetleri üzerinden bilmektedir.
(Not: 6. ayette geçen اٰثَارِهِمْ (esarihim) ifadesindeki zamirin mercisini bulmak için geriye doğru gittiğimizde bu zamire merci olabilecek tek ifadenin bir ism-i mevsul ile zaman ve yargı bildiren bir cümleden “kavrama” dönüşmüş şu cümle olduğunu görmekteyiz: الَّذ۪ينَ قَالُوا اتَّخَذَ اللّٰهُ وَلَدًاۗ (elleżîne kâlû-tteḣaża(A)llâhu veledâ(n)) (Allah bir ‘veled’ edindi diyenler). Yani rivayetler işte bunların rivayetleridir.)
Resul kendi öz benliğini / öz kimliğini o rivayetler üzerinden tanımlamak istememektedir ama muhataplarının doğru bilgiye inanmamaları ve kendisinin de doğru bilgiye sahip olmaması yüzünden istemese bile kendisini o rivayetlerle tanımlamak gibi bir davranışı göstermekte veya en azından aklından geçirmektedir. (6. ayette geçen ‘bahiun’ kelimesinin anlamı “içi kan ağlasa da istemediği bir şeyi kabul etmek zorunda kalmak” şeklindedir. (Bkz. R. el-İsfahânî / el-Müfredat).
İşte bu halde olan, bu süreçleri yaşayan bir resule “yoksa sen de zannettin mi? / yoksa sen de tahmin ettin mi? / yoksa sen de düşündün mü? / yoksa sen de tasavvur ettin mi?” denilmektedir.
Burada sorulması gereken en önemli soru “sen” denilen kişinin hangi resul olduğu sorusudur. Peşin kabullerle Kur’an’ın neresinde “sen” zamiri geçiyorsa hepsini son Allah resulü Muhammed’e yöneltmek “Kur’an’ı Kur’an ile anlama” metodunun benimsemediği bir yaklaşımdır. Ayetlerde “sen” denilen kişinin kim olduğunu tespit etmeye yarayacak epey fazla tanımlama bulunmaktadır. İşte “sen” denilen kişinin kimliği bu tanımlamalardan tespit edilecektir. Yoksa ulemanın yaptığı gibi rivayetler üzerinden değil. Bu zamirin mercisinin kim olduğu sorusunun cevabı kıssa ilerledikçe daha da açığa çıkacaktır. Bu yüzden biz de bu zamirinin mercisini tespit etmeyi en sona bırakarak ayetteki diğer kelimelere geçiyoruz.
(*) اَصْحَابَ (ashâbe): Bu kelimenin sözlük manaları şöyledir: (sahibe–suhbeten–sahabeten) “arkadaşlık etmek, birlikte bulunmak, eşlik etmek, refakat etmek, dost olmak, dost edinmek”; (eshabe–ishaben) “dost edinmek, arka çıkmak”; (‘lehu’ ile) “boyun eğmek, itaat etmek”; (sahabe–musahabeten) “eşlik etmek, refakat etmek, birlikte bulunmak, arkadaşlık etmek, etrafında bulunmak, kaplamak.”
Sahibun(ç)eshabun–sahbun–sihabun–suhbetun–sahabetun–suhbanun … Arkadaş, sahip, malik, yaran, dost.
Sahibu’l emri ………………Yöneten, yönetici, hükümdar.
Sahibu’s şe’ni………………Nüfuzlu kişi.
Sahibu’l ekavil……………Dedikoducu
Sahibu’l hammarati………Meyhaneci
Sahibu’l ameli……………Patron
Sahibu’l kelimeti…………Sözünün eri
(İlyas Karslı / Yeni Sözlük)
(*) الْكَهْفِ (el-kehfi): Sözlüklerde bu kelimenin sülasi fiil olarak bir karşılığını bulamadım. Fakat iftial bab’ından bir fiil olarak ‘iktahefe–iktihafen’ şeklinde ve “mağaraya kapanmak, mağarayı mekân tutmak” anlamında bir fiil bulunmaktadır. Bir fiilin iftial bab’ında olmasını ama sülasi mücerred olarak kullanılmamasını ben anlamadım. İftial babının isimlerden fiil üretmek gibi bir özelliği var mı bilmiyorum ama böyle olsa bile yine de ben anlamadım. Kelime isim olarak “mağara, in, yatak, sığınak, melce” gibi anlamlara gelmektedir. İshafânî kelimeyle ilgili şunları söylemiştir:
Dağda bulunan mağaraya كَهْف adı verilmektedir. Bunun çoğulu كُهوُفٌ şeklindedir. Allah buyurur ki: أَمْ حَسِبْتَ أَنَّ أَصْحَابَ الْكَهْفِ وَالرَّقِيمِ كَانُوا مِنْ آَيَاتِنَا عَجَبًا …Yoksa sen Ashâb-ı Kehf’i ve Rakim’i (isimlerinin yazılı bulunduğu taş kitabeyi) şaşılacak ayetlerimizden mi sandın? (18/Kehf 9).
(R. el-İsfahânî / el-Müfredat)
(*) الرَّق۪يمِ (er-rakîmi): Bu kelimenin sözlük manaları şu şekildedir: (rakame–rakmen) “yazmak, numaralamak, nakışlamak, nokta koymak, noktalamak, işaretlemek, etiketlemek, üzerine etiket vurmak, üzerine fiyat damgası basmak, belli bir şeye belli bir amaçla işaret koymak ya da üzerine yazı yazmak, mühür basmak” (rakime–rakamen) “benekli olmak, nakışlı olmak” (rakkeme–terkimen) kelimenin tef’il babındaki anlamı ile sülasi mücerred anlamı aynıdır.
Rakmun (ç)erkamu… Numara, rakam, işaret, damga, etiket, bela, afet, bir tür kumaş.
Rakamun …………… Bela, afet.
Rakimun ……………Harflerin dışında birtakım şeylerle yazılı olan şey, şifre şeklinde yazılı olan. Kitap, sayfa, kayaya oyulmuş mağara, divit.
Rakimetün…………İşgüzar ve aklı başında zeki kadın.
(İlyas Karslı / Yeni Sözlük)
رَقْم: Kalın hat; bazılarına göre ise kitabı noktalama anlamına gelir كِتَابٌ مَرْقُومٌ: Rakamlanmış bir kitaptır (83/Mutaffifîn 9) âyeti, bu her iki anlama göre de yorumlanmıştır. “فُلاَنٌ يَرْقُمُ فِي الْمَاءِ /Falan kişi suda yazar”, deyimi, işlerde mahir olan için kullanılan bir darb-i meseldir. أَصْحَابُ الرَّقِيمِ /Rakimliler: Kimisine göre buradaki الرَّقِيمِ bir yer ismidir. Kimisine göre de âyette sözü edilen gençlerin isimlerinin yazıldığı bir taş olup ona nispet edilmişlerdir. Eşeğin iki kalçası üzerindeki izlere رَقْمَتَا الْحِمَارِ denir. Üzerinde yazı izlerinin olduğu yere benzetilerek, bitki izinin olduğu yere de أَرْضٌ مَرْقُومَةٌ denir. رَقْمِيَّات: Medine’de bulunan bir yere mensûp oklardır.
(R. el-İsfahânî / el-Müfredat)
(*) عَجَبًا (acebâ(n)): Bu kelimenin sözlüklerdeki anlamı şu şekildedir (sadece sülasi): (acibe–aceben) “şaşmak, şaşırmak, tuhaf karşılamak, yadırgamak, hayran kalmak” (Karslı).
(*) اَنَّ (enne): ‘İnne’ ve kardeşlerinden olan bu edat, başına geldiği cümleyi mastara çevirip ismini haberine muzaf haline getiren bir edattır.
ASHABU’L KEHF ve ASHABU’R RAKİM KİMDİR?
Eğer ki insanların tasavvurlarında, herkesin müracaat kaynağı olan tefsirlerde ayetlerin altına yazılan hikâyeler olmasaydı birazdan aktaracağımız rivayetlerle hiç uğraşmaz, direkt ayetlerden neyi neye göre anladığımıza geçer ve tüm enerjimizi kelimeleri anlamak için harcardık. Fakat ne yazık ki Ashabu’l Kehf kıssası bu hikâyeler üzerinden şekillendirilmiş ve tasavvurlarda böyle yer etmiştir. Bu yüzden tasavvurlardaki o hikâyelerin hangi cinayetler işlenerek gündeme getirildiğinin de yazıya dahil edilmesi zorunlu hâle gelmiştir. Bu hikâyeler öyle yer etmiştir ki; en dirayetli sanılan müfessir ve meal yazarları bile sorulması gereken soruları sormamış, Kur’an’daki kıssa o rivayetlerdeki uydurmalara uymamasına rağmen ayetler o rivayetlere uydurulmaya çalışılmıştır. İleride görüleceği üzere bunu yapmak için ayete kelimeler eklemeyi, olan kelimeleri görmemeyi, kelimelere sözlük manalarında hiç olmayan manalar vermeyi bile göze almışlardır. Mâzi fiili muzari, muzari fiili mâzi, müennesi müzekker, müzekkeri müennes, ismi fiil, fiili isim yapmalarını vaka-ı adiyeden sayıyoruz. Bu yüzden önce müfessirlerin Ashabu’l Kehf ve Ashabu’r Rakim kıssalarını nasıl anlattıklarına değineceğiz.
Müfessirler, Ashabu’l Kehf ve Ashabu’r Rakim kıssasının anlatıldığı bu ayetlerin nüzul sebebi hakkında şu rivayeti aktarmaktadırlar:
İbn İshak’ın naklettiğine göre Kureyşliler; en-Nadr b. el-Haris ve Ukbe b. Ebi Muayt’ı Yahudi ilim adamlarına gönderdiler ve onlara şu talimatı verdiler: Muhammed hakkında bunlara soru sorun ve onlara Muhammed’in niteliklerini anlatın. Neler söylediğini bildirin. Çünkü onlar kendilerine ilk kitap verilmiş kimselerdir. Ve onların yanında bizim sahip olmadığımız türden Peygamberlerin getirdiği bilgiden malumat vardır. Bunun üzerine en-Nadr ile Ukbe yola çıktılar ve Medine’ye gittiler. Medine’ye varıp Yahudi ilim adamlarına, Resulullah hakkında soru sordular. Onlara durumu anlattılar, söylediği sözlerin bir bölümünü haber verdiler ve şöyle dediler: Siz, Tevrat ehlisiniz. Biz size, bizim bu arkadaşımızın durumunu bildirmeniz için geldik. Yahudi ilim adamları onlara şöyle dedi: Bizim size söyleyeceğimiz üç hususu ona sorunuz. Eğer bunlara dair size haber verecek olursa o, Allah tarafından gönderilmiş bir peygamberdir. Şayet bunu yapmayacak oluşa o, Allah’a yalan uyduran bir kimsedir. O takdirde uygun gördüğünüzü ona yaparsınız. Siz ona, eski zamanda ayrılıp gitmiş genç birtakım delikanlıların durumlarının ne olduğunu sorunuz. Çünkü gerçekten onların hayret dilecek halleri olmuştur. Yine ona dünyanın doğularına ve batılarına ulaşmış, oldukça dolaşmış bir kimseye dair sorunuz. Onun haberi ne olmuştur? Yine ona ruh hakkında soru sorunuz, o nedir? Eğer size bunları haber verecek olursa, ona uyunuz, o bir peygamberdir. Eğer yapmayacak olursa, biliniz ki o yalan uyduran bir kimsedir. Onun hakkında uygun göreceğiniz uygulamayı yapınız.
En-Nadr b. El Haris ile Ukbe b. Ebi Muayt, Medine’den dönüp Mekke’ye geldiler ve Kureyş’e şöyle dediler: Ey Kureyşliler topluluğu! Biz sizlere, sizin ile Muhammed arasında ayırt edici hükmü vermenizi sağlayacak bir çözüm getirdik. Yahudi ilim adamları bizlere, ona sormamızı istedikleri bazı hususlar söylediler. Ve eğer bunlar hakkında size haber verirse o bir peygamberdir. Vermeyecek olursa yalan uyduran bir kimsedir ve onun hakkında uygun gördüğünüzü yapınız dediler.
Bunun üzerine Rasulullah’a gelip şöyle dediler: Ey Muhammed, sen bizlere, ilk zamanlarda ayrılıp gitmiş genç delikanlıların durumunu haber ver. Çünkü onların başından hayret edilecek şeyler geçmişti. İkinci olarak sen bize, yeryüzünün doğularına ve batılarına gitmiş, oldukça dolaşmış bir adam hakkında haber ver, ayrıca bizlere Ruh’un ne olduğunu bildir.
Resulullah onlara: “Yarın size bu istediğiniz hususları haber vereceğim” deyip “inşallah” demedi. Onlar da yanından ayrılıp gittiler. İddia edildiğine göre Resulullah on beş gün geçtiği halde Yüce Allah bu konuda bir vahiy indirmedi ve Cebrail de yanına gelmedi. Nihayet Mekkeliler, yalan haberler yayarak: Muhammed bize yarın haber vereceğini vadettiği halde, işte bu on beşinci günün sabahı. Kendisine sorduğumuz herhangi bir şeyi haber vermedi dediler. Nihayet vahyin gecikmesi Rasulullah’ı üzdü, kederlendirdi. Mekkelilerin konuştukları ona ağır geldi. Daha sonra Cibril Allah nezdinden ona, Kehf ashabının söz konusu edildiği sureyi getirdi. Bu surede, Hz. Peygamber’e onlar için üzülmesinden dolayı serzenişte bulunulduğu gibi, ona sordukları genç delikanlıların durumu ile dünyayı dolaşıp gezmiş adamın haberini ve Ruh’un mahiyetine dair sorduklarının cevabını getirdi.
İbn İshak dedi ki: Bana nakledildiğine göre Rasulullah, Hz. Cibril’e: Ey Cibril, senin hakkında olumsuz kanaat beslememize sebep teşkil edecek bizden uzak kaldın” dedi. Cibril ona: “Biz ancak Rabbinin izni ile ineriz. Bizim önümüzdeki, arkamızdaki ve bu ikisinin arasındaki her şey yalnız O’nundur. Rabbin unutkan değildir” (Meryem 19/64) diye cevap verdi.
(Kurtubi / El Camiu Li Ahkami’l Kur’an / c.10.s.525)
Eleştirilecek bir tarafı bile olmayan bu safsataları ayetlerin nüzul sebebi olarak gösteren bu zihniyetin tefsir diye ballandıra ballandıra anlattıklarını buraya almanın bize ne kadar zor geldiğini anlatmamız mümkün değildir. “Âlim” diyerek, “bu da onun görüşüdür” diyerek bu zihniyete hoşgörü ile yaklaşıp zırnık kadar saygı duymamız da mümkün değildir. Çünkü bu akıl Kur’an’ın nuru ile aydınlanmış bir akıl değil; Kur’an’ı sıradan bir kitap yerine koyarak ayetlerin altına her türlü safsatayı, yalanı, uydurmayı tefsir diye yazmaktan utanmayan, kendi yazdıkları hususunda bile bir an durup aklını kullanma ihtiyacı hissetmeyen, karanlık hem de kapkaranlık bir akıldır.
- Mekkeli müşrikler, madem Yahudilerin Allah’tan gelen kitap sahibi olduğunu bilmektedirler, madem onların ellerinde resulleri ayırt edecek bilgiler vardır; neden Yahudi olmamaktadırlar?
- Yahudiler, Kehf kıssasını ve doğulara, batılara giden adamı bilen kişinin resul olabileceğine hükmetmektedirler ama ne hikmetse bu her iki kıssa da onların kitaplarında yoktur hatta bırakın kutsal kitaplarını rivayet kitaplarında bile yoktur. Madem Yahudiler bu iki kıssayı bilmenin risalet delili olduğunu söylemektedirler, o halde Allah resulü Muhammed Medine’ye elinde bu her iki kıssanın da anlatıldığı kitapla gelmiş olmasına rağmen neden ona inanmadılar da onunla savaştılar?
- Bütün müfessirler derler ki Yahudiler Muhammed’e İsmail soyu olduğundan dolayı inanmadılar. Gerçekten de Yahudilerin kitaplarında risaletin İsmail soyundan değil de İshak soyundan yürüyeceğine dair bir bölüm vardır (Yaratılış 17/1-27). Şimdi Yahudiler Mekkeli müşriklere “bunları bilirse o bir resuldür” derlerken Muhammed’in İsmail soyu olduğunu bilmiyorlar mıydı da Mekkeli müşriklere kitaplarındaki “İsmail soyundan resul çıkmayacağını” bildiren bölümü göstermek yerine kitaplarında da rivayetlerinde de bulunmayan uyduruk sorular vermektedirler?
- Mekkeli müşrikler Yahudilerden Muhammed’in resul olup olmadığını anlayacakları üç soru alıp koşa koşa Mekke’ye gelmişlerdir. Gelmesine gelmişlerdir de bu soruların cevabını Yahudilerden almadan gelmişlerdir. Yani ellerinde sorular vardır ama soruların cevabı yoktur. Bu soruların cevabını Yahudilerden almadıkları gibi kendileri de bilmemektedir. O halde Muhammed’in cevabı ne olursa olsun onun doğru haber verip vermediğini nereden bileceklerdir?
- Müfessirler bu surenin iniş zamanını Muhammed’in risaletinin 4-5 yıllarına konuşlandırırlar. Yani bu hikâyelere göre Muhammed en az dört yıllık resuldür. Bu geçen zaman zarfında Muhammed vahyin belediye halk kütüphanesi gibi olmadığını, o istediği zaman değil Yüce Allah istediği zaman kitabın neresinden neyin kendisine indirileceğini hala öğrenememiştir de “yarın size cevap vereceğim” mi demiştir? Bu Cibril-resul ilişkisinde tek sorun Muhammed’in “inşallah” dememesi midir? Yani Muhammed “inşallah” deseydi Cibril hemen bir koşu bu soruların cevabını kendisine getirecekti, öyle mi?
- Hadi diyelim ki öyledir. On beş gün gecikmeli de olsa Muhammed sorulara cevap vermiştir. Mekkeli müşrikler “valla doğru cevapladı ama geç cevapladı, biz doğru cevabı geç verdiği için ona inanmıyoruz” mu demiş oluyorlar? Ellerinde Muhammed’in geç de olsa soruları doğru cevapladığına dair hangi kriter vardır?
- Madem Muhammed doğru cevap verse de yanlış cevap verse de hatta cevap verse de vermese de Mekkeli müşrikler ona yine de inanmayacaktır o halde onların, cevabını kendilerinin bile bilmediği sorularını yine de cevaplamasının amacı nedir?
- Madem Muhammed bu soruların cevaplarını hiç bilmemektedir ve daha önce hiç duymamıştır o halde nasıl olur da kıssa birdenbire “Yoksa sen Ashabu’l Kehf ve Rakim’in şaşılacak ayetlerimizden olduğunu mu sandın?” diyerek başlamaktadır? Kişinin bir kıssayı tuhaf veya şaşılacak şey olarak görmesi için önce o kıssayı bilmesi gerekmemekte midir? Muhammed hiç bilmediği bir kıssayı nasıl şaşılacak ayetler zannetmiştir?
- Bu soruları Mekkeli müşriklere Yahudiler verdiği için verdikleri soruların cevabını da en iyi onlar biliyor demektir. Müslüman ulema bin küsur yıldır İsrailiyatın en dibini bile karıştırmış olmalarına rağmen hâlâ Ashabu’l Kehf’in kimler ve Ashabu’r Rakim’in ne olduğu hususunda safsatadan başka bir şey ortaya koyamamışlardır. Peki Yahudiler kendi kitaplarında olmayan bu soruları nerden almışlardır?
- Bütün müktesebat uleması Ashabu’l Kehf’in İsa’ya inanan bazı gençler olduğunu söylemektedir (az sonra o rivayetleri de vereceğiz). Şimdi, İsa’ya inanmayan, annesine (canımız annemiz Meryem’imize) ağır iftiralarda bulunan, İsa’yı öldürmeye çalışan bu Yahudiler, hiçbir Hristiyan müktesebatında bile bulunmayan İsa’ya inanan bu gençlerin hikâyesini bilmenin risalet delili olduğunu mu söylemektedirler?
- Hikâye İsa’ya inanan gençlerin hikâyesidir ama hiçbir Hristiyan bu hikâyeyi aktarmamaktadır ve ne gariptir ki bu hikâyeyi İsa’yı öldürmek isteyenler hem de risalet delili olarak Mekkeli müşriklerin eline soru olarak vermektedir, Mekkeli müşrikler de cevabı bile almadan sadece sorular ile Muhammed’in karşısına çıkmışlardır ve Yüce Allah bu rivayette sorun olarak sadece Muhammed’in “inşallah” dememesini görmüştür, öyle mi?
- Hikâye, Dakyanus isimli bir kral ile isimleri Mekselmina, Mahseymilinina, Yemliha, Martus, Keşentuş, Deynamus, Yetenus ve Birunus (Kurtubi c.10.s.544) olan İsa’ya inanan yedi Hristiyan gencin hikâyesidir, bu hikâye hiçbir Hristiyan kaynağında yoktur. Soruları veren ve ellerinde cevap bulunan Yahudilerdir. Bu soruların cevabını almadan koşa koşa Mekke’ye gelen müşriklerdir ve bu rivayet de ayetlerin nüzul sebebidir, öyle mi?
Peki Mekkeli müşriklerin Yahudilere bir koşu gidip aldıkları bu soruların cevaplarını her taşın altına bakarcasına İsrailiyat pisliğini karıştıran müfessirlerimiz bin küsur yıldır devam eden tefsir tarihinde bulmuşlar mıdır? Ya da şöyle soralım, Mekkeli müşriklerin soruları cevaplanmış mıdır? Bu yaklaşım biçimine göre tabi ki cevaplanmamıştır tam tersi sorular daha da çoğalmış, bilinmezlik daha da artmıştır. Bilinmezliğin ne boyutlara ulaştığını anlamak için müfessirlerin ‘er-Rakim’ kelimesinin ne anlama geldiği hususunda söylediklerine bir göz atmamız yetecektir.
“Rakim” hakkında ilim adamlarının farklı görüşleri vardır.
- İbn Abbas der ki: “Kur’an’da ne varsa hepsini biliyorum, dört şey müstesna: Bunlar “Ğislin (el-Hakka 69/36), Hannan (Meryem 19/13), Evvah (et-Tevbe 9/114) ve Rakim kelimeleridir. Bir seferinde de ona Rakim’e dair soru sorulmuş, o da şu cevabı vermiştir:
- Ka’b, Rakim’in çıkıp ayrıldıkları bir kasaba olduğunu iddia etmişti.
- Mücahid de “Rakim bir vadidir” demiştir.
- Es-Süddi ise: “Rakim, mağaranın üzerindeki kaya parçasıdır” demiştir.
- İbn Zeyd de şöyle demiştir. “Rakim, Allah’ın durumunu bize karşı örttüğü ve ona dair olayı bize açıklamadığı bir kitaptır (yazıdır).
- Bir başka kesim de şöyle demektedir: “Rakim, bakırdan bir tablet üzerindeki yazıdır.
- İbn Abbas da şöyle demiştir: “Kafirler, ellerinden kaçan genç delikanlıların olayını yazdıkları ve bunu kendileri için bir tarih başlangıcı olarak kabul ettikleri, üzerinde, aralarından ayrıldıkları zamanı ve kaç kişi olduklarını, kimlerle birlikte bulunduklarını kaydettikleri kurşun bir tabeladır.
- El-Ferra da böyle demiştir. Rakim kurşundan bir tablet olup orada isimlerini, neseblerini, dinlerini ve kimden kaçtıklarını yazmışlardı.
- İbn Atiyye der ki: Bu rivayetlerden anlaşıldığına göre bu toplum, olayları tarihleriyle tespit eden bir toplumdu. Bu ise o ülkenin önemli meziyetleridir ve faydalı bir iştir.
- Said b. Cübeyr de ondan (İbn Abbas’tan) şöyle dediğini rivayet etmektedir: İbn Abbas, Kehf ashabını söz konusu ederek şöyle dedi: Bu genç delikanlıların ortada olmadıkları anlaşılınca, yakınları onları araştırıp bulmak istediler. Onları bulamadılar. Durum hükümdara arz edilince şöyle dedi: İleride bunların oldukça önemli bir durumları ortaya çıkacaktır. Sonra kurşun bir tablet hazırlattı ve üzerine isimlerini yazıp hazinesine koydurdu. İşte Rakim denilen şey bu tablettir.
- Şöyle de denilmiştir: Hükümdarın sarayında iki mümin şahıs vardı. Bunlar gençlerin durumunu, isimlerini ve neseblerini kurşun bir tablete yazdırdıktan sonra bakırdan bir sandukanın içine yerleştirdiler ve sandukayı da inşaatın içine yerleştirdiler.
- Yine İbn Abbas’dan nakledildiğine göre Rakim, yanlarında bulunan ve içinde İsa’nın dininin şeriat olarak benimsenip kabul ettikleri hükümlerin yazılı olduğu bir kitaptır.
- En-Nakkaş ise, Katade’den şöyle dediğini nakletmektedir: Rakim’den kasıt, onların kullandıkları gümüş paradır.
- Enes b. Malik ve eş-Şabi de şöyle demektedir: Rakim, onların köpekleridir.
- İkrime ise, Rakim, divit demektir, demiştir.
- Rakim’in Hz. Hızır’ın doğrulttuğu duvarın altında bulunan gümüş levhalar olduğu söylenmiştir.
- Bir diğer görüşe göre Rakim ashabı, üzerlerine mağaranın kapandıktan sonra, onlardan her birinin kendi salih amelleri sözkonusu edilerek kurtulan kimselerdir.
(Kurtubi) Derim ki: Bu hususta Buhari ve Müslim’in rivayet ettiği bir haber vardır, Buhari de bu kanaati benimsemiştir.
- Bir başka kesim de şöyle demektedir: Yüce Allah, Kehf ashabına dair haber vermekle birlikte, Rakim ashabı hakkında hiçbir haber vermemiştir.
- Ed-Dahhak da şöyle demektedir: Rakim, Rum diyarında bulunan ve içinde Kehf ashabını andıran bir şekilde uyuyor gibi bulunan yirmi bir kişinin bulunduğu bir mağaradır. Buna göre Rakim ashabı, Kehf ashabının başından geçenler gibi başlarından bir olay geçen başka birtakım delikanlılardır.
- Rakim’in, içinde Kehf’in bulunduğu ve Filistin yakınlarında bir vadi olduğu da söylenmiştir. Bu kelime, su yatağı demek olan “Rakmetü’l vadi”’den alınmadır. Mesela, “sen rakmeden ayrılma, diffe (kıyı)yı bırak”denilir. Bu açıklamayı da el-Ğaznevi nakletmektedir.
- İbn Atiyye dedi ki: Pek çok kimseden işittiğime göre Şam’da (Suriye topraklarında) içinde birtakım ölüler bulunan mağara varmış. O mağaraya yakın yerlerde bulunanlar, bunların Kehf ashabı olduğunu iddia ederler. Bunların da üzerinde Rakim diye adlandırılan bir mescid ve bina ve bir de (yakınlarında) kemikleri çürümüş bir köpek bulunmaktadır.
- Endülüs’te Gırnata taraflarında Levşe adlı bir kasabanın yakınlarında içinde birtakım ölülerin bulunduğu, beraberinde de çürümüş bir köpek bulunan bir mağara vardır. Onların çoğunluğunun etleri kemiklerinden soyulmuş olmakla birlikte, bazılarının da etleri durmaktadır. Pek çok asırlar ve nesiller geçmiş bulunmakla birlikte onların hakkında herhangi bir bilgi izine rastlayamadık. Bazı kimseler bunların Kehf ashabı olduğunu iddia etmektedir. Ben de 504 yılında onların bulundukları yere girdim ve bu halde olduklarını gördüm. Üzerlerinde bir mescid bulunuyordu. Onlara yakın bir yerde de Rakim diye adlandırılan Rum yapısı bir bina da vardı. Bu, adeta bazı duvarları geriye kalmış harabe bir saraya benziyordu. Bu harap olmuş ve mezkûr yerden uzak düzlük bir yerde idi. Gırnata’nın yüksek taraflarında kıble cihetinde ise, Dakyus şehri diye anılan eski bir Roma kenti bulunmaktadır. Biz bu kentin kalıntıları arasında mezar ve benzeri oldukça garip eserlere rastgeldik.
Ben (Kurtubi) derim ki: İbn Atiyye’nin Endülüs’te gördüğünü söylediği Ashabı Kehf’ten başkalarıdır. Çünkü Yüce Allah, Ashabı Kehf hakkında: “Yanlarına çıkıp onları görseydin, mutlaka onlardan geri dönüp kaçardın ve hiç şüphesiz onların korkusuyla dolardın” (18/18) diye buyurmaktadır.
(Kurtubi / el-Camiu li Ahkami’l Kur’an / c.10.s.538-543).
Ne gariptir ki Mekkeli müşrikler bilmektedir, Yahudiler bilmektedir ama yukarıdaki rivayetlerin hepsinde gayba taş atılmakta ve tahminlerden başka bir şey söylenmemektedir. Acaba bunlara göre kendisine “Sen Ashabu’l Kehf’i ve er-Rakim’i şaşılacak ayetlerimizden mi sandın?” denilen Muhammed hangi rivayete dayanarak şaşırmıştır? Bu meale ve bağlamında Muhammed olduğuna ve ona da “Sandın mı?” dendiğine göre Muhammed’in hem Ashabu’l Kehf’i hem de Rakim’i çok iyi biliyor olması ve bundan da şaşkınlığa düşmüş olması gerekmektedir. Peki her konuda rivayet bulmada pek mahir olan, hadislerin Kur’an’ı nesh ettiğini iddia edecek kadar hadislere büyük paye veren bu ulema Allah resulünün neye şaşırdığını bildiren bir rivayet bulamamışlar mıdır? Onlara göre bu kıssa Mekke döneminin ilk yıllarında inmiştir. Bu tarihten ta Muhammed ölene kadar onun ne için şaşırdığını / tuhaf veya acayip bulduğunu soran bir Allah’ın kulu çıkmamış mıdır? Hadi bunu sormadılar diyelim. Hiç kimse ona “Ashabu’l Kehf kimlerdir, bu kıssa kim hakkındadır?” diye bir soru da mı sormamıştır?
Peki Allah resulünden getirebilecekleri bir hadis olmadığı halde ‘er-rakim’ hakkında getirdiğimiz bu kırk çeşit rivayeti nereden bulmuşlardır? Peki ya Ashabu’l Kehf’in hikâyesini nereden bulmuşlardır? Onların isimlerini, krallarının adını, kapılarındaki köpeğin adını bile bilen bu rivayetleri nereden bulmuşlardır? Bu soruları aklımızda tutarak Ashabu’l Kehf hakkında getirdikleri hikâyeyi de verelim. Bu hikâyeyi dirayet tefsirinin en meşhur isminden yani Zemahşerî’den aktaracağız. Çünkü Zemahşerî rivayetleri diğerlerine göre daha özet almıştır:
Rivayete göre İncil’e iman edenler çok büyük günahlar işlemişler, kralları azgınlaşıp putlara tapınmaya başlamış̧ ve halkı da putperestliğe zorlamışlar. Bu konuda çok aşırı giden krallardan biri de Dakyânûs imiş̧. Bu kral halkın eşrafından bazı gençleri şirke zorlamak istemiş̧ ve onları öldürmekle tehdit etmiş̧. Onlar ise imanlarında kararlı bir şekilde sebat etmişler, sonra da mağaraya kaçmışlar. Giderken bir köpeğin yanından geçmişler ve köpek de peşlerine takılmış. Onlar köpeği kovdukları zaman Allah Teâlâ̂ köpeği konuşturmuş̧ ve köpek “Benden ne istiyorsunuz? Ben Allah’ın sevgili kullarını seviyorum. Siz uyuyun, ben size bekçilik yaparım!” demiş̧. Bir başka rivayete göre ise yanında köpeği bulunan bir çobanın yanından geçmişler, çoban da onların dinlerine tabi olup kendilerini takip etmiş̧ [haliyle, köpek de…], sonunda mağaraya girmişler ve içeride Allah’a ibadet etmeye başlamışlar.
Sonra Allah onları uykuya daldırmış̧. Allah kendilerini uyandırmadan önce şehirlerine mümin ve salih bir zat kral olmuş̧. Ama memleketin halkı dirilisi kabul edenler ve inkâr edenler şeklinde ikiye bölünüp ihtilafa düşmüş bulunuyorlarmış. Kral da evine girip kapıları kapatmış̧, cübbesini giymiş̧ ve küllerin üstüne oturup Allah’tan kendilerine hakikati beyan etmesini isteyerek, dua etmiş̧. O sırada Allah o şehir halkından bir çobanın kalbine bir düşünce atmış̧; o da Ashâb-ı Kehf’in mağarasının ağzını kapatan şeyleri yıkıp kapıyı açmış̧ ve orayı hayvanları için barınak yapmak istemiş̧. Ashâb-ı Kefh’ten yiyecek almak için şehre gönderilen kişi de şehre girip elindeki Dakyânûs döneminden kalma gümüş̧ parayı çıkarınca insanlar onun define bulduğunu söyleyerek kendisini suçlamış̧ ve alıp kralın yanına götürmüşler. O da olayı krala anlatmış̧. Kral şehir halkı ile mağaraya gelmiş̧ ve olanları görmüşler… Böylece Allah’a dirilişe delalet eden bu mucizesinden dolayı hamdetmişler. Sonra gençler krala “Seni Allah’a emanet ediyor ve cinlerin ve insanların şerrinden Allah’a ısmarlıyoruz.” demiş̧ ve yattıkları yere dönüp uzanmışlar. Allah da canlarını alıvermiş. Kral elbisesini çıkarıp üzerlerine örtmüş̧ ve her biri için bir altın tabut yapılmasını emretmiş̧, ama rüyasında onların altından hoşlanmadıklarını görünce, tabutları ahşaptan yaptırmış̧ ve mağaranın kapısına da bir mescit inşa ettirmiş̧.
(Zemahşerî / El-Keşşaf)
İşte akıl yönünden müfessirlerin en dirayetlisi sayılan Zemahşerî’nin “tefsir” diyerek ayetlerin altına yazdıkları bunlardır. Daha onlar uyutulmadan uyutulacaklarını bilen köpeklerin bile dile geldiği bu akıl dışı hikâye, hem de akıl yönünden en dirayetli olarak görülen müfessir tarafından Kur’an’daki Kehf kıssasının karşılığı olarak alınmıştır ve tüm müfessir ve meal yazarları bu kıssaları temel alarak kelimelere mana tercihinde bulunmuşlardır. Artık bundan sonrasında devasa kitleler tarafından da kabul görmüş ve tasavvurlara çivi gibi çakılmış bu Kehf kıssasına aykırı bir şey ortaya koymak ateşten gömlek giymek gibi bir şey olacaktır.
Gücümüz ne kadarına yeter bilmiyoruz ama tıpkı o gençler gibi; “Bu işimizde bize katından bir rahmet ver, bize eğriyi eğri, doğruyu doğru olarak göster. Çünkü sen göstermezsen bir göremeyiz” diyerek yardım talep edilecek tek kişiden yani rahmeti her şeyi kuşatmış Yüce Allah’tan yardım dileniyoruz. Ateşse ateş, gömlekse gömlek.
ASHABU’L KEHF KİMDİR?
“Kur’an’ı sadece Kur’an ile anlama” metodunun en önemli prensiplerinden biri de Kur’an’da geçen isimlerin karşılığını sadece Kur’an’ın içinde aramaktır. Ashabu’l Kehf ismini zikreden ve insanlığın gündemine bir daha hiç çıkmayacak şekilde taşıyan Kur’an’dır. Bu yüzden o aynı zamanda bu kelimelerin sahibi olmaktadır. Kelimeleri gündeme getiren sahip oysa -ki o, o takdirde kelimeler hakkında ondan daha sahih bir bilgiyi başkasının vermesi mümkün değildir ve doğal olan da budur. Bu yüzden biz de “Ashabu’l Kehf kimdir?” sorusunu sadece Kur’an’da arayacağız.
Bunu yapmadan önce müfessirlerin kıssanın tarihsel dönemi hakkında söyledikleri ve ne yazık ki genel kabul görmüş iddialar üzerinde biraz da olsa durmamız şarttır. Az önce Zemahşerî’den yaptığımız alıntıda bu gençlerin yaşadığı tarihi dönem ile alâkalı şunlar söylenmişti:
Rivayete göre İncil’e iman edenler çok büyük günahlar işlemişler, kralları azgınlaşıp putlara tapınmaya başlamış̧ ve halkı da putperestliğe zorlamışlar. Bu konuda çok aşırı giden krallardan biri de Dakyânûs imiş.
Resmi tarih kronolojisini kabul ederek Zemahşerî’nin aktardıklarının karşılığını onun da inandığı resmi tarih çizgisine oturtacak olursak; Kehf olayının yaşandığı dönem, İncil’in indirilmesinden yani İsa’dan sonraki dönem olmaktadır. Yine resmi tarih kronolojisini baz alarak söylersek İsa ile Muhammed’in resul oluşu arasında 610 yıl bulunmaktadır. Siyercilere göre Kehf kıssası risaletin ilk yıllarında ve en geç 615 yılında inmiştir. Demek ki İsa’nın doğumu ile Kehf kıssasının inişi arasında en fazla 615 yıl var demektir.
Yine resmi tarihe göre İsa’dan sonra Hristiyanların ilk defa himâye gördüğü tarih M.S. 313 yılında İmparator Konstantin zamanıdır.
Hristiyan olan ve Hristiyanlığı devlet himayesine alan ilk Roma imparatoru Konstantinos’tur (Flavius Valerius Aurelius Constantinus). 306’da imparator ilân edilen Konstantin, 313 yılında yayımladığı Milan fermanı ile topraklarında yaşayan Hristiyanlara hürriyet verdi.
(Hristiyanlık / Kürşat Demirci / TDV.İ A)
Ashab-ı Rakim ve rakim anlamı
Zemahşerî ise bırakın Hristiyanlığı himâye etmeyi Hristiyanlığın artık devlet dini olarak tanındığı bir kraldan bahsetmektedir. Bu dönem içeresinde hiçbir ırkın tarihinde adı “Dakyanus” olan Hristiyan bir kraldan bahsedilmemektedir. Diyelim ki adı başkadır; bu durumda bu gençlerin mağaraya girip uyumaları 313. yıldan sonra olmalıdır. Bu gençlerin uyutuldukları süreyi 309 yıl olarak aldığımızda; uyandıkları tarihin en erken M.S. 622 yılında olması yani Kehf kıssasının inişinden 7 yıl sonrası olması gerekmektedir.
Bu nasıl bir kıssa anlatısıdır ki gençlerin, kralların hatta köpeklerinin bile ismi bilinmektedir, tarihsel bir dönemden bahsedilmektedir ve çok ince detaylara sahip bilgiler verilmektedir ama ne tarihsel dilim ne de bu krallığın nerede olduğu bilinmektedir. Köpeğin konuşmasını bilecek kadar ince detaylara sahip olanların gençler hakkında “yok şurada, yok burada, orada da burada değil daha başka yerde” şeklindeki söylemleri nasıl bir uydurmanın içinde olunduğunun anlaşılması için yeterlidir. Ortada tarihsel dönem var, kral var, kralın adı var, gençler var, gençlerin adı var, köpeğin adı var hatta ellerindeki paranın gümüş mü altın mı olduğu, üzerinde kimin resminin olduğunun bilgisi bile var ama ülkenin neresi olduğunun bilgisi yok. Hadi diyelim ki birinci kral bilinmedi, uyandıklarında mümin olan kral da bilinmiyor ama bu kralın elbisesini onların üzerine örttüğü gibi çok ince bir detay bile bilinmektedir.
Tarihsel rivayetleri kabul etsek bile Kehf kıssasının yaşandığı dönemin İsa’dan sonra olması mümkün değildir. Bu safsatalarla fazla zaman kaybetmek de gereksizdir.
Kur’an’da anlatılan resul kıssalarından resullerin hangi sıralamaya göre geldiklerini tespit etmek gayet mümkündür veya en azından Davut ve Süleyman’a kadar kesin bir şekilde tespit etmek mümkündür ve o sıralamayı da şu şekilde kesinleştirmek mümkündür.
A’râf suresinin başından 103. ayetine kadar sırayla şu resullerin kıssaları anlatılmaktadır.
- A’râf suresi 11-25. ayetler arasında Âdem kıssası.
- A’râf suresi 59-64. ayetler arasında Nuh kıssası.
- A’râf suresi 64-72. ayetler arasında Hud kıssası. Bu kıssa anlatılırken A’râf suresi 69. ayette kavmine seslenen Hud onlara “Nuh kavminden sonra sizi halifeler yaptı” demektedir. Yani Hud’un Nuh’tan sonra geldiği kesindir.
- A’râf suresi 73-79. ayetler arasında Semud kıssası. Bu kıssa anlatılırken A’râf 74. ayette Salih kavmine “Ad kavminden sonra sizi halifeler yaptı” demektedir. Bu durumda Salih’in de Hud’dan sonra geldiği kesindir.
- A’râf suresi 80-84. ayetler arasında Lut kıssası. Kur’an’ın başka yerlerinde (Ankebût 26. ayet) Lut’un İbrahim’e inandığından bahsedilmektedir. Bu durumda Salih’ten sonra İbrahim ve sonra Lut gelmektedir.
- A’râf suresi 85-94. ayetler arasında Şuayb kıssası.
Bu kıssalar anlatıldıktan sonra A’râf suresinin 103. ayetinde ثُمَّ بَعَثْنَا مِنْ بَعْدِهِمْ مُوسٰى (Śumme be’aśnâ min ba’dihim mûsâ) “Sonra onların ardından Musa’yı gönderdik” denilerek Musa kıssası anlatılmaya başlanmaktadır. Buna göre “Âdem, Nuh, Hud, Salih, Lut, Şuayb” resuller Musa’dan öncedir. Yine Kur’an’ın başka yerlerinden Lut’un İbrahim’e ilk inananlardan biri olduğu aktarılmaktadır. İsmail’in, İshak’ın, Yakup’un ve Yusuf’un da bu sıralamada yeri bellidir. İşte bütün bunları temel aldığımızda Âdem ile Süleyman arasındaki resullerin sıralamasının kesin olarak şöyle olduğu anlaşılmaktadır:
- Âdem
- Nuh
- Hud
- Salih
- İbrahim
- Lut
- İsmail
- İshak- Şuayb
- Yakup
- Yusuf
- Musa
- Harun
- Davut
- Süleyman
Fakat Kur’an’da işaret edilen resullere baktığımızda Musa’dan önce ve Yakup’tan sonra ismi geçen başka resullerin olduğu anlaşılmaktadır.
Bakara/136
قُولُٓوا اٰمَنَّا بِاللّٰهِ وَمَٓا اُنْزِلَ اِلَيْنَا وَمَٓا اُنْزِلَ اِلٰٓى اِبْرٰه۪يمَ وَاِسْمٰع۪يلَ وَاِسْحٰقَ وَيَعْقُوبَ وَالْاَسْبَاطِوَمَٓا اُو۫تِيَ مُوسٰى وَع۪يسٰى وَمَٓا اُو۫تِيَ النَّبِيُّونَ مِنْ رَبِّهِمْۚ لَا نُفَرِّقُ بَيْنَ اَحَدٍ مِنْهُمْۘ وَنَحْنُ لَهُمُسْلِمُونَ
“Biz, Allah’a ve bize indirilene; İbrahim, İsmail, İshak, Ya’kub ve esbâta indirilene, Musa ve İsa’ya verilenlerle Rableri tarafından diğer peygamberlere verilenlere, onlardan hiçbiri arasında fark gözetmeksizin inandık ve biz sadece Allah’a teslim olduk” deyin (TDV meali).
Mesela bu ayette ‘İbrahim, İsmail, İshak, Yakup’ isimlerinden sonra ‘Esbat’ ismi zikredilmekte ve ardından “Musa ve İsa” denmektedir. Bu ayetteki isimlere baktığımızda isimlerin sıra takip edilerek sayıldığı kesindir. “İbrahim, İsmail, İshak, Yakup”un geliş sıralamasının tam da bu sıraya göre olduğu kesindir. “Musa” ve “İsa” sıralaması da kesindir. Peki ‘Yakup’tan sonrasına yerleştirilen aradaki ‘Esbat’ kimdir? Üstelik bu kelime tekil bir isim değil çoğul bir isimdir ve “kız çocuğundan olan torunlar” anlamındadır. Bu kelimenin “kız çocuklarından olma torunlar” anlamına geldiğinin en önemli delili; Allah resulü Muhammed’in kızı Fatıma’dan olan torunlarına (Hasan, Hüseyin, Zeynep) tarih boyunca yine torunlar anlamına gelen ‘hafid’ kelimesinin hiç kullanılmamış olması ve onlara sadece işte bu ayette geçen ‘Esbat’ kelimesinin kullanılmasıdır.
Bu noktada Yakup ile Yusuf’un aynı yerde (Yusuf suresi) kıssalarının anlatılmasından anlıyoruz ki sıralamada ‘Yakup’ önce, ‘Yusuf’ sonradır. Fakat Yusuf suresinin 38. ayetinde Yusuf şunu derken ‘Esbat’ ismini anmamaktadır. وَاتَّبَعْتُ مِلَّةَ اٰبَٓاء۪ٓي اِبْرٰه۪يمَ وَاِسْحٰقَ وَيَعْقُوبَۜ (Vetteba’tu millete âbâ-î ibrâhîme ve-ishâka veya’kûb(e)) (Ben, babalarım İbrahim, İshak ve Yakup’un milletine tâbi oldum). Yine müfessirler tarafından Yakup’un son anlarının anlatıldığı söylenen şu ayette o, oğullarını başına toplamış ve aralarında şu konuşma geçmiştir:
Yoksa Ya’kub’a ölüm geldiği zaman siz orada mı idiniz? O zaman (Ya’kub) oğullarına: Benden sonra kime kulluk edeceksiniz? demişti. Onlar: Senin ve ataların İbrahim, İsmail ve İshak’ın ilâhı olan tek Allah’a kulluk edeceğiz; biz ancak O’na teslim olmuşuzdur, dediler (TDV meali)
Yakup’un “Benden sonra kime tapacaksınız?” demesine karşılık oğulları “Senin, ataların İbrahim, İsmail ve İshak’ın ilahına” diye cevap vermişlerdir. Onların saydıkları isimler arasında hem ‘Yusuf’ hem de ‘Esbat’ ismi yoktur.
Az önce verdiğimiz Bakara 136. ayette ise “İbrahim, İsmail, İshak, Yakup, Esbat, Musa, İsa” denmiş ama ‘Yakup’tan sonra resul olduğu kesin olan ‘Yusuf’ ismi anılmamış, onun yerine çoğul bir isim olan ‘Esbat’ kelimesi konulmuştur. Bu yüzden tekil bir isim olan ‘Yusuf’ yerine ‘Esbat’ kelimesi kullanıldı da diyemeyiz.
Biz Nuh’a ve ondan sonraki peygamberlere vahyettiğimiz gibi sana da vahyettik. Ve (nitekim) İbrahim’e, İsmail’e, İshak’a, Yakub’a, esbâta (torunlara), İsa’ya, Eyyûb’e, Yunus’a, Harun’a ve Süleyman’a vahyettik. Davud’a da Zebûr’u verdik (TDV meali).
Yine on iki resulün isminin sayıldığı bu ayette de ‘Yakup’ isminden sonra ‘Yusuf’ ismi değil ‘Esbat’ kelimesi geçmiştir. Zemahşerî, ‘Yakup’ isminden sonra gelen ‘Esbat’ kelimesi hakkında şunu demiştir.
السبطkelimesi “torun” anlamına gelir. Mesela Hazret-i Hasan [v.49/669] ile Hazret-i Hüseyin [v.61/680] Peygamber (s.a.)’in iki torunu idiler. الْاَسْبَاطِ ise Hazret-i Ya‘kūb’un torunları, onun 12 oğlunun zürriyetleridir.
(Zemahşerî / El-Keşşaf)
Belki de nasıl çelişkili bir ifade kullandığını bilmeden ölüp giden Zemahşerî, bir yandan Allah resulü Muhammed’in “kız çocuğundan olma torunları” olan Hasan ve Hüseyin’e ‘sıbt’ kelimesini kullanırken diğer yandan ‘Esbat’ kelimesini “Yakup’un 12 oğlundan olma zürriyeti” olarak tanımlamaktadır. Bu yaklaşım biçimine göre yukarıdaki ayette ismi geçen 12 resulün arasına Yakup’un 12 oğlundan olma zürriyeti de girmiş olmaktadır. Kaldı ki yine ‘Esbat’ isminden sonra sayılan “İsa, Eyyüp, Yunus, Harun, Süleyman, Davut” da torundur. Zemahşerî ve diğer ulemaya göre Yakup’un lakabı “İsrail”dir ve ‘Beni İsrail’ ifadesi hepsine göre Yakup’un 12 oğlunun soyu anlamına gelmektedir. O halde onlara göre ayetlerde geçen ‘esbat’ kelimesinin karşılığı “Beni İsrail” ifadesi olmaktadır. Tuhaf olan şudur ki içinde ‘esbat’ kelimesinin geçtiği yerlerde “Esbat’a indirilene” denilmektedir. Eğer ‘Esbat’ kelimesi ‘Beni İsrail’ kelimesiyse –ki ulemaya göre öyle olmaktadır– ‘Beni İsrail’e indirilen her ne varsa zaten ‘Esbat’ kelimesinden sonra sayılan “Musa, Harun, Davut, Süleyman, Eyüp, Yunus, İsa” üzerinden onlara gelmemiş midir? Bir an Zemahşerî’nin dediği üzerinden, yukarıdaki meale onun dediği gibi ‘Esbat’ isminin yerine “Yakup’un 12 oğlunun zürriyeti” açıklamasını koyarak bir daha meal verelim.
Biz Nuh’a ve ondan sonraki peygamberlere vahyettiğimiz gibi sana da vahyettik. Ve (nitekim) İbrahim’e, İsmail’e, İshak’a, Yakub’a, esbâta (yani Yakup’un 12 oğlunun zürriyetine yani Beni İsrail’e), İsa’ya, Eyyûb’e, Yunus’a, Harun’a ve Süleyman’a vahyettik. Davud’a da Zebûr’u verdik (TDV meali).
İşte bu yaklaşıma göre ‘Beni İsrail’ ayette sayılan 12 resul arasındaki 13. resul(ler) olmakta ve bu kabule göre ayette tıpkı diğerlerine vahyedildiği gibi onlara da vahyedildiği söylenmiş olmaktadır. Kurtubi Bakara 136. ayet bağlamında ‘Esbat’ kelimesinin neye karşılık geldiğini şu şekilde açıklamıştır.
El-Esbat: Yakup’un çocuklarıdır. Bunlar on iki tanedir. Onlardan her birinin soyundan bir ümmet gelmiştir. Tekili sıbt gelir. İsrailoğullarında sıbt, İsmailoğlularında ise kabile durumundadır. Onlara el-esbat denilmesi peş peşe demek olan es-Sabt’tan alınmadır. Onlar arka arkaya gelen toplulukturlar. Bunun aslının es-sebat olduğu da söylenmiştir ki ağaç demektir. Yani onlar çoklukları itibariyle ağaca benzerler. Ebu İshak ez-Zeccac der ki: Bu hususu bize Muhammed b. Cafer el-Enbari’nin şu anlattıkları açıklamaktadır.
El-Enbari der ki: Bize Ebu Büceyd (bazı nüshalarda Mecid) ed-Dekkak anlatarak dedi ki: Bize el-Esved b. Amir anlatarak dedi ki: Bize İsrail, Simak’tan, o İkrime’de o İbn Abbas’tan rivayetle dedi ki: On peygamber dışında bütün peygamberler İsrailoğullarındandır. Bu on peygamber Nuh, Şuayb, Hud, Salit, Lut, İbrahim, İshak, Yakup, İsmail ve Muhammed’dir. İsa ile Yakup dışında hiçbirinin iki ismi olmamıştır. Sıbt ise asılları bir olan topluluk, kabile demektir.
(Kurtubî / el-Câmi’ li-Ahkâmi’l-Kur’ân)
‘Yakup’u “İsrail”, ‘Esbat’ kelimesini de “Yakup’un on iki oğlundan gelme soy” yapan Kurtubi’ye göre de ‘Esbat’ kelimesi aslında “Beni İsrail” olmaktadır. Müfredat sahibi de Kurtubi’yi destekler mahiyette ‘esbat’ kelimesi hakkında şu açıklamayı yapmıştır:
سَبْط، kelimesinin asıl anlamı, rahat bir şekilde yayılmaktır. Denir ki; شَعْرٌ سَبْطٌ وسَبِطٌ: Kıvırcık olmayan düz saç; وقد سَبِطَ سُبُوطًا وسَبَاطَةً وسَبَاطًا: Sarktıça sarktı; امرأةٌ سَبْطَةُ الْخِلْقَةِ: Güzel huylu kadın. رَجُلٌ سَبْطُ الْكَفَّيْنِ: İki eli açık adam. Bu deyimle cömertlik kastedilir. Oğlun oğluna سِبْط denir. Sanki o, altsoyun uzantısı gibidir: وَيَعْقُوبَ وَالأسْبَاطِ: Ya’kûb ve esbâta indirilenlere, (2/Bakara 136); yani kabilelere.
Her bir kabile, aynı adamın soyundan gelenlere denir: وَقَطَّعْنَاهُمُ اثْنَتَيْ عَشْرَةَ أَسْبَاطًا أُمَمًا: Onları on iki kabile hâlinde topluluklara ayırdık (7/A’râf 160). سَابَاط : İki ev arasında düzeltilmiş yola denir. أَخَذَتْ فُلانًا سَبَاطِ: Falan kişiyi humma tuttu. سُبَاطَة: Süprüntüden oluşan hat. سَبَطَتِ النَّاقَةُ وَلَدَهَا: Deve yavrusunu düşürdü.
(R. el-İsfahânî / el-Müfredat)
İsfahânî de diğerleri gibi ‘Esbat’ kelimesinin anlamının “oğlun oğlu” olduğunu söylemiştir. Bu açıklamalara göre ortaya çıkan tabloyu yeniden toparlayacak olursak, ortaya şöyle bir resim çıkmaktadır:
- Yakup’un lakabı “İsrail”dir.
- ‘Esbat’ kelimesi “oğlun oğlu” anlamına gelmektedir.
- Yakup’un ‘Esbat’ı, onun on iki oğlundan gelen zürriyettir ve on resul haricindeki resullerin tamamı Yakup’un on iki oğlunun oğullarıdır.
- Buna göre “Musa ile İsa arasındaki tüm resuller” ‘esbat’ kelimesinin kapsamındadır.
İşte ulemanın ortaya çıkardığı tablo bu şekildedir. Bu tabloya göre Nisâ 163. ayetin mealine bir daha bakalım:
Biz Nuh’a ve ondan sonraki peygamberlere vahyettiğimiz gibi sana da vahyettik. Ve (nitekim) İbrahim’e, İsmail’e, İshak’a, Yakub’a, esbâta, İsa’ya, Eyyûb’e, Yunus’a, Harun’a ve Süleyman’a vahyettik. Davud’a da Zebûr’u verdik (TDV meali).
Madem ‘Esbat’ kelimesinin kapsamına Yakup’tan sonra gelen tüm resuller girmektedir; o halde bu ayette ve diğerlerinde ‘Esbat’ dedikten sonra resullerin ismi neden ayrıca sayılmaktadır? Bu ve diğer ayetlerde şöylesi bir durum da yoktur; “‘el-esbat’a yani Yakup’un 12 oğlunun zürriyetine yani Beni İsrail’e yani İsa’ya, Eyyüp’a……”
Dahası ‘Esbat’ kelimesinin geçtiği bağlamların tamamında kelime ‘esbat’a Yakup’ veya ‘esbatehu’ şeklinde bir izafetle de geçmemiştir. ‘Esbat’ kelimesinin “torun” anlamı kesinlikle vardır ama bu kelime “oğlun oğlu olan torun” değil, “kızın oğlu olan torun” anlamındadır. Bu küçük ayrıntı risalet zincirini tepetaklak eden bir etkiye sahiptir. Bütün bu savrulmanın temelinde ulemanın meselelere İsrailiyat üzerinden yaklaşarak ‘İsrail’ kelimesini Yakup’un lakabı olarak görmeleri yatmaktadır. Az önce Kurtubi ’den yaptığımız alıntıda o da “İsa ile Yakup dışında hiçbirinin iki ismi olmamıştır” derken bunu kastetmektedir. Yani ona göre; İsa’nın ikinci ismi Mesih, Yakup’un ikinci ismi ise İsrail’dir. Ona ve diğer ulemaya göre; Kur’an’da geçen ‘Beni İsrail’ kelimelerinin tamamı aslında ‘Beni Yakup’ yani “Yakupoğulları” anlamındadır.
Hemen belirtelim; ‘İsrail’ kelimesinin Yakup’un lakabı olduğuna dair Kur’an’da tek bir anlatım yoktur. Bu anlayışın kaynağı Kur’an değil Yahudilerdir. Ulemanın tamamına göre şu aşağıdaki ayet Yakup’un son anlarını yani ölmeden hemen önceki anlarını anlatmaktadır:
Bakara 2/133
Yoksa Ya’kub’a ölüm geldiği zaman siz orada mı idiniz? O zaman (Ya’kub) oğullarına: Benden sonra kime kulluk edeceksiniz? demişti. Onlar: Senin ve ataların İbrahim, İsmail ve İshak’ın ilâhı olan tek Allah’a kulluk edeceğiz; biz ancak O’na teslim olmuşuzdur, dediler (TDV meali).
Ölürken bile kendisinden ‘İsrail’ diye değil ‘Yakup’ diye söz açılan Yakup, öldükten sonra mı “İsrail” diye anılmaya başlanmıştır? ‘Yakup’ ismi Kur’an’da 16 kez geçmektedir ve onun kıssası da Yusuf kıssası ile beraber anlatılmaktadır. Ne o kıssada ne de başka bir yerde Yakup’a ‘Yakup’ dışında herhangi isimle seslenilmemiş ve ona bir lakap verilmemiştir. Daha doğmadan atası İbrahim’e ‘Yakup’ ismi ile müjdelenmiştir. Yani Yakup’un ismini İbrahim değil Yüce Allah koymuştur (bkz: 6/84 – 11/71 – 19/49 – 21/72 – 29/27). Daha doğmadan kendisine ‘Yakup’ denmiş, tüm yaşamı boyunca da kendisine ‘Yakup’ diye hitap edilmiş, ölüm döşeğinde bile ‘Yakup’ olarak anılmış Yakup hangi ara “İsrail”e dönüştü acaba? Dahası resmi tarih kronolojisine göre yani bizzat ulemanın kendisine göre Yakup’tan yaklaşık 1700 yıl sonra gelen Zekeriya bile ona ‘İsrail’ değil ‘Yakup’ demektedir.
Bana da Yakup Âl’ine de mirasçı olsun. Rabbim onu razı hale getir.
Ne doğmadan önce ne de doğduğunda ne yaşarken ne öldüğünde ne de ölümünden yüzlerce yıl sonra bile bir kez olsun Kur’an’da kendisine ‘İsrail’ denmemiş Yakup ne ara bu “İsrail” lakabını aldı?
Yahudilerin ellerindeki kitapta ‘Yakup’un hangi ara “İsrail”e dönüştüğü şu şekilde anlatılmaktadır:
Yakup Paddan-Aram’dan dönünce, Tanrı ona yine görünerek onu kutsadı.
“Sana Yakup diyorlar, ama bundan böyle adın Yakup değil, İsrail olacak” diyerek onun adını İsrail koydu.
“Ben Her Şeye Gücü Yeten Tanrı’yım” dedi, “Verimli ol, çoğal. Senden bir ulus ve uluslar topluluğu doğacak. Kralların atası olacaksın.
İbrahim’e, İshak’a verdiğim toprakları sana verecek, senden sonra da soyuna bağışlayacağım.”
(Torah/ Yaratılış 35/ 9-12)
İşte Yahudilerin ellerinde bulunan kitapta Yakup’un İsrail’e dönüşmesinin hikâyesi böyle anlatılmaktadır.
Peki, yine Yahudilerin ellerinde bulunan kitaba göre bu olay ne zaman gerçekleşmiştir?
O kitaba göre bu olay, Yusuf kıssası yaşanmadan ve Mısır’a gitmeden çok önceleri yaşanmıştır.
Kur’an’daki Yusuf kıssasında Yakup’un ismi 3 kez geçmektedir ve ona hiç ‘İsrail’ denmemiştir. Yahudiler “İsrail” lakabını Yakup’a yakıştırmakla kesinlikle yalan söylemiş, iftira atmış, Allah’ın resulünü olduğundan başka göstermiş ve Yüce Allah’ın dinine ihanet etmiş olmaktadırlar.
Müslüman ulema ise gözünü kapatarak bu Yahudi uydurmalarını alıp onların yalanını Allah resulü Yakup’a yakıştırmıştır hem de bu bilgiyi Kur’an’ın onaylamadığını çok iyi bilmelerine rağmen. İşte ‘esbat’ kelimesinin tepetaklak bir anlamla “Beni İsrail”e dönüştürülmesinin arka planında da bu vardır. Bu açıklamalardan sonra ‘esbat’ kelimesinin sözlük anlamlarına bakmak yerinde olacaktır.
Sebete – sebeten ………… Saç kıvırcık olmamak, saç aşağıya doğru serpili olmak.
Sebete – subuten ………… Hastalık ağır olmak, hasta hareket edemeyecek durumda olmak.
Subite – sebten …………… Humma / sıtmaya yakalanmak, sıtma olmak.
Sebete – sebten …………… Süpürmek, süpürüp temizlemek.
Esbata – isbaten ………… Korktuğundan dolayı susmak, başını öne eğmek.
Esbate fulanun bil ard …… Yere serilmek, yere serilip uzanmak.
Esbate fi’n nevm …………… Uykuya dalmak.
Esbate an şey ……………… Bilmezden gelmek.
Sebbete – tesbiten ………… Vaktinden önce doğum yapmak.
Sebetun (ç) sevebetun …… İki duvar arasındaki daracık yol, pasaj, çarşı, sokak, üstü örtülü yol,
Sibtun (ç) esbatun ……… Torun, düz, endamlı, boylu poslu, saygın, kendisine değer verilen, çok dallı ağaç, kökü tek olmakla birlikte çok fazla dalı olan ağaç.
(İlyas Karslı / Yeni Sözlük)
Daha önce belirttiğimiz gibi; bu kelimenin taşıdığı “torun” anlamı “oğullardan olan torunlar” değil, “kız çocuklarından olan torunlar” şeklindedir. Müslümanların tarihi boyunca Allah resulü Muhammed’in kızından olma torunlarına yine torunlar anlamına gelen ‘hafid’ kelimesinin değil de sadece ‘sıbt’ kelimesinin kullanılması buna delildir.
Fakat biz yukarıda verdiğimiz sözlük anlamları içinde “uykuya dalmak, yere uzanmak” anlamlarına da dikkat çekmek istiyoruz. ‘Esbat’ kelimesinin ifal babından fiil olarak gelmesi ve bu kelimenin tıpkı ‘ahmed’ kelimesi gibi isimleşmesi de mümkündür. Bu durumda ‘esbat’ kelimesinin anlamı “uykuya dalanlar” şeklinde olacaktır. Fiillerin kişilere isim yapılması sadece bu isme has bir durum değildir. Arap dilinde fiil kalıbında birçok isim vardır. “Yezid, Teym” isimleri sadece şu an aklımıza gelenlerdir. Kaldı ki fiil veznindeki isimler Kur’an’da da vardır. “Yakup, Yusuf, İshak, Yecüc, Ahmed” kelimelerinin hepsi fiil veznindeki isimlerdir. Türkçede bile “durdu, yeter, yaşar, güngör, satılmış, döndü vs.” gibi isimler fiil veznindeki isimlerdir. Bu durumda tıpkı ‘ahmed’ kelimesi gibi ‘esbat’ kelimesinin de fiil vezninde bir isim olduğunun da göz ardı edilmemesi gerekmektedir.
Fiil veznindeki kelimelerin kişilere isim yapılması, o fiilin taşıdığı anlamın o kişinin hayatında en belirgin yere sahip olmasından dolayıdır. Tanınmaları ve bilinmeleri uykuya dalmaları üzerinden olan ve hayatlarının en büyük bölümünü uykuya dalarak geçirenlere “uykuya daldılar” anlamına gelen fiilden türeyen “uykuya dalanlar” isminin verilmesi gayet doğaldır. Nasıl ki “hamd etti” anlamına gelen ‘ahmeda’ fiili “hamd eden” anlamına gelen isme dönüşmüşse, nasıl ki üzülüyor anlamına gelen ‘yu’sifu’ kelimesi “Yusuf” ismine dönüşmüşse, nasıl ki ‘yea’kubu’ fiili “Ya’kub” ismine dönüşmüşse, nasıl ki ‘ecce’ kökünden gelen ve muzarisi ‘ye’cucu’ olan fiil “Ye’cüc” ismine dönüşmüşse ‘esbata’ fiilinin de ‘el-esbatu’ kelimesine dönüşmüş olması pekâlâ mümkündür. Üstelik böyle olması tüm karışıklıkları gideren, tüm belirsizlikleri yok eden bir anlam olacaktır.
Kur’an’da geçtiği dört yerde, daima ‘Yakup’ isminden sonra gelen ‘el-esbat’ kelimesine ister “kız çocuklarından gelme torunlar” anlamı verilsin isterse de “uykuya dalanlar” veya “uyurlar” anlamı verilsin her halükârda “Yakup ile Musa” arasında kendilerine ‘esbat’ denilen çoğul kişiler vardır, Yüce Allah bunlara da vahyetmiştir, tüm müminlere de onların yolundan gitmeyi emretmiştir ve Yüce Allah bunları da diğer resullerle aynı hizada saymıştır.
Yoksa siz, İbrahim, İsmail, İshak, Ya’kub ve esbâtın yahudi yahut Hristiyan olduklarını mı söylüyorsunuz? De ki: Siz mi daha iyi bilirsiniz, yoksa Allah mı? Allah tarafından kendisine (bildirilmiş) bir şahitliği gizleyenden daha zalim kim olabilir? Allah yaptıklarınızdan gafil değildir (TDV meali).
Ve onlar da tıpkı ataları gibi ne Yahudi’dir ne Hristiyan’dır ne de Beni İsrail’dir. Kurtubi’nin söylediğinin aksine Kur’an’ın hiçbir yerinde ‘Beni İsrail’in soyundan gelen “Harun” dışında tek bir resul olduğu yazılmamıştır. “İsa” için bile “Beni İsrail’e resul olarak gönderildi” denmektedir ama onun da bir ‘Beni İsrail’ olduğundan asla bahsedilmemektedir. İsrail oğullarını Mısır’dan çıkarmak için gönderilen “Musa” bile asla ‘Beni İsrail’ ismi ile özdeşleştirilmemiştir. Tam tersi daima araya bir engel konmuş ve resullerin ‘Beni İsrail’ soyundan geldiği gibi bir anlayışın önü kesilmiştir.
‘Beni İsrail’; Kur’an’ın anlattığı Beni İsrail kıssalarının tamamında daima “Allah’ın dinine ihanet edenler topluluğu” olarak tanıtılmıştır. Daima “Allah resullerinin önüne set gibi gerilenler topluluğu” olarak tanıtılmıştır. “Misaklarına durmadan ihanet edenler topluluğu” olarak tanıtılmıştır. Musa’nın arkasına takılıp Mısır’dan çıkan ‘Beni İsrail’dir. Yarılan denizin içinden geçen ve arkalarından gelen yenilmez denilen kudretli Firavun’un ve ordusunun boğulmasını gözleriyle gören ‘Beni İsrail’dir. Ama kurtulur kurtulmaz “Ey Musa biz bir çeşit yemeğe katlanamayız, soğan, sarımsak olmadan biz yapamayız” diyerek Musa ile tabldot pazarlığına giren de ‘Beni İsrail’dir. Musa onlara “Allah inek kesmenizi emrediyor” dediğinde “Sen bizimle dalga mı geçiyorsun?” diyerek bir Allah resulünü “Rengi ne? Cinsi ne? Boyu ne? Kilosu ne?” diyerek olmadık sorularla seviyesizleştirmeye çalışan, üstelik bu soruları da “Rabbine bizim için sor!” şeklinde aşağılayıcı bir tavırla soran da ‘Beni İsrail’dir. Puta tapan bir kavim gördüklerinde gözleri önünde yıllarca tevhit mücadelesi vermiş şerefli bir Allah resulüne “Ey Musa! Bize şunların ilahı gibi bir ilah yap.” diyen de ‘Beni İsrail’dir. Tüm yolları tıkanınca “Ey Musa! Sen bize Allah’ı açıkça göstermedikçe biz sana asla inanmayacağız” diyen de ‘Beni İsrail’dir. Bunu demeleri üzerine öldürülüp tekrar diriltilen, korkudan ödü kopmuş bir şekilde af dileyen, affedildiklerinde ise yeniden eski pisliklerine dönen de ‘Beni İsrail’dir. Yüce Allah ile yapılan sözleşmeye defalarca ihanet eden de ‘Beni İsrail’dir. En sonunda ‘ardu’l Mukaddes’e geldiklerinde “Şu kapıdan secde ederek girin.” diyen Musa’ya “Sen ve rabbin gidin savaşın, biz oraya asla zor kullanarak girmeyiz” diyerek Musa’ya dindarlık dersi verdikten sonra defolup çöle giden de yine bu Beni İsrail’dir. Sadece Mısır’dan çıkıp ‘ardu’l Mukaddes’e gelene kadar yaptıkları pislikleri saymak bile sayfalar dolusu tutacak olan bu ‘Beni İsrail’; asla risaletin mirasçısı değildir ve daima risalete ihanet etmiştir.
Müslüman ulemanın ısrarla bu hainlerin izinden gidip sanki Yüce Allah İslam’dan başka bir din göndermiş gibi onların uydurduğu Yahudiliği ve Hristiyanlığı Yüce Allah’ın dinleri, resulleri de onların soyu olarak gösterme çabaları, bu da yetmezmiş gibi her Kur’an ayetinin altına onların uydurmalarını yazmaları, bu da yetmezmiş gibi şerefli İbrahim’in şerefli torunu Yakup’u “İsrail” yapmaları, bu da yetmezmiş gibi bir de ‘Esbat’ kelimesini onlara yamamaları katlanılabilir gibi değildir.
Biz ispatlarımızı ortaya koyduk. ‘Yakup’ asla “İsrail” değildir, bu, Yahudilerin iftirasıdır. ‘Esbat’ asla oğlun oğlu değil, “kızlardan olan torunlar” anlamındadır. ‘Esbat’ kelimesinin “kız çocuklarından olma torunlar” anlamına gelebileceği gibi ifal babından isimleşmiş bir fiil olarak “uyuyanlar” anlamına da gelmesi mümkündür. Ve bunlar Yakup’un ihanet etmeyi karakter haline getirmiş oğullarının zürriyeti değil, atalarının risalet mirasına sahip çıkan Yakup’un kız çocuklarının zürriyetidir.
Yoksa Ya’kub’a ölüm geldiği zaman siz orada mı idiniz? O zaman (Ya’kub) oğullarına: Benden sonra kime kulluk edeceksiniz? demişti. Onlar: Senin ve ataların İbrahim, İsmail ve İshak’ın ilâhı olan tek Allah’a kulluk edeceğiz; biz ancak O’na teslim olmuşuzdur, dediler (TDV meali).
Bu ayetteki ‘beniyyehu’ ifadesindeki ‘beni’ kelimesine sadece “oğullar” manası veren bu ulemaya göre Yakup’un kızları Yakup’un umurunda değildir. Kızlarına “Benden sonra kime kulluk edeceksiniz?” demesine gerek yoktur. Çünkü tüm ulemaya göre kızlar erkeklere kulluk edecektir. Onlar dikkate alınmayacak derecede önemsizdir. Ölüm döşeğindeki Yakup tüm oğullarını –ki o oğullar daima ihanet içinde olmuştur– hatırlamış, onları başına toplamış ve ölmeden önce son nasihatini vermiştir de kızlarını hiç mi aklına getirmemiştir? Oysa ayette ‘beni’ kelimesinin kullanılması sadece galibiyet kuralı gereğidir ve asla sadece “oğullar” anlamına gelmez, gelemez. Bu ayetteki ‘beni’ kelimesini sadece oğullar yapan ulema iş ‘Beni İsrail’ kelimesine gelince kızları da kadınları da çocukları da ihtiyarları da dahil etmektedir. Kafaları dönmüş bir şekilde Yahudilerin izinden giden ulema ısrarla Yakup’un ihanet içindeki oğullarına risalet pâyesi vermeyi sürdürmektedir.
Hülasa:
‘Esbat’ kelimesi Kur’an’da beş defa geçmektedir ve bunun dört tanesi “İbrahim, İsmail, İshak, Yakup, Esbat” sıralamasına göre gelmektedir. ‘Esbat’ çoğul bir kelimedir. Anlamı “kız çocuklarından olma torunlar” veya “uyuyanlar” şeklindedir. Bunların yaşadığı dönem kesinlikle Yakup sonrası, Musa öncesidir. Bunlar, Yüce Allah’ın bize “izinden gidin” dediği kişilerdir. Bu evsafta kıssaları anlatan çoğul kişiler ise sadece ‘ASHABU’L KEHF’tir. Onların dışında hepsi bir arada ve hepsi de izinden gidilmesi gereken kişiler olarak tanıtılan ve kıssaları anlatılan ikinci bir topluluk yoktur.
Peki Kur’an’da bu kıssa neden anlatılmıştır?
Kur’an’daki tüm resul kıssalarının anlatılma sebeplerinden biri de biri diğerinden koparılması mümkün olmayan ve koparanın İslam dairesinin dışına çıktığı risalet zincirinin geliş süreçlerinin bilinmesi içindir.
Bir zamanlar Rabbi İbrahim’i birtakım kelimelerle sınamış, onları tam olarak yerine getirince: Ben seni insanlara önder yapacağım, demişti. “Soyumdan da (önderler yap, yâ Rabbi!)” dedi. Allah: Ahdim zalimlere ermez (onlar için söz vermem) buyurdu (TDV meali).
Andolsun ki biz, Nuh’u ve İbrahim’i gönderdik, peygamberliği de kitabı da onların soyuna verdik. Onlardan (insanlardan) kimi doğru yoldadır; içlerinden birçoğu da yoldan çıkmışlardır (TDV meali).
Yoksa onlar, Allah’ın lütfundan verdiği şeyler için insanlara hased mi ediyorlar? Oysa İbrahim soyuna Kitab’ı ve hikmeti verdik ve onlara büyük bir hükümranlık bahşettik (TDV meali).
Mesela bu ayetlerin hepsinden “risalet” mirasının ‘İbrahim Âl’inde olacağından, İbrahim zürriyetinden imamlar çıkacağından bahsedilmektedir. Bu başlangıç noktasını temel aldığımızda İsmail, İshak, Yakup ve Yusuf’un bu çizilen çerçeveye göre resul olduklarını Kur’an’dan öğreniyoruz. Bu durumda İbrahim’den sonra gelen resullerin tamamının İbrahim soyu olduğu kendiliğinden ortaya çıkmış olmaktadır. Yine Kur’an’dan, Musa’nın Yusuf’tan sonra resul olduğunu anlıyoruz. Çizilen bu çerçeveye göre Musa da kesinlikle İbrahim soyudur. İşte bu durum “Risalet Yusuf’tan Musa’ya nasıl geçti?” sorusunu sordurmaktadır. Üstelik Yusuf, soyu olmayan bir resuldür çünkü bizzat Yakup’un oğulları tarafından hadım edilmiştir.[1]
Yahudilerin izinden giden ulema, Yusuf ile Musa arasını “Kur’an’da hiçbir bilgi bulunmayan karanlık bir dönem” olarak tanımlamaktadır. Yani ulemaya göre Yusuf ile Musa arasındaki dönemle ilgili anlatılan en son şey Yusuf suresinin en sonunda Yusuf’un “Emin bir şekilde Mısır’a girin” (12/99) demesidir. Ulemaya göre işte bundan sonra yani Yusuf’tan sonra ne olmuştur, neler yaşanmıştır sorusu cevapsız kalan karanlık bir sorudur. Ulemanın Yusuf sonrası dönemle alakalı olarak böyle söylemelerinin temelinde tabi ki yine Yahudi söylemleri vardır. Yahudilere göre Yusuf’tan sonra şunlar yaşanmıştır:
Yakup’la aileleriyle Mısır’a giden İsrailoğulları’nın adları şunlardır: Ruben, Şimon, Levi, Yahuda, İssakar, Zevulun, Benyamin, Dan, Naftali, Gad, Aşer. Yakup’un soyundan gelenler toplam yetmiş kişiydi. Yusuf zaten Mısır’daydı.
Zamanla Yusuf, kardeşleri ve o kuşağın hepsi öldü. Ama soyları arttı; üreyip çoğaldılar, gittikçe büyüdüler, ülke onlarla dolup taştı.
Sonra Yusuf hakkında bilgisi olmayan yeni bir kral Mısır’da tahta çıktı.
Halkına, “Bakın, İsrailliler sayıca bizden daha çok” dedi, “Gelin, onlara karşı aklımızı kullanalım, yoksa daha da çoğalırlar; bir savaş çıkarsa, düşmanlarımıza katılıp bize karşı savaşır, ülkeyi terk ederler.”
(Torah – Çıkış 1/ 1-10)
Bu anlatıya göre Yakup soyundan yetmiş kişi gelmiştir ama anlatıda sadece oğulların ismi sayılmaktadır. Bunu bir kenara bıraksak bile “sonra Yusuf hakkında bilgisi olmayan yeni bir kral Mısır’da tahta çıktı” cümlesinden Musa’nın doğumu sırasında yaşayan Firavun Yusuf’tan bihaberdir. Bu arada şunu belirtelim ki Torah’da Musa’nın doğumu sırasındaki Firavun ile Musa’nın resul olduğu dönemdeki Firavun aynı kişi değildir. Torah anlatısına göre Musa bir adam öldürüp Medyen’e gittiğinde Musa’nın doğumu sırasında çocukları öldüren Firavun ölmüş ve onun yerine başka bir kral geçmiştir.
Aradan yıllar geçti, bu arada Mısır Kralı öldü. İsrailliler hâlâ kölelik altında inliyor, feryat ediyorlardı. (Torah- Çıkış 2/23).
İşte bu bilgiyi temel alan ulema, Kur’an’da anlatılan Musa kıssalarını da bu temele göre resmetmişlerdir. Peki Yahudilerin ellerinde bulunan kitaptaki bu bilgiyi Kur’an onaylamakta mıdır? Elbette ki onaylamamakta ve Yahudilerin ne kadar yalancı ve kurgucu olduklarını bir kez daha gözler önüne sermektedir.
Mü’min suresinin 23-45. ayetler arasında Musa’nın Firavun ile ilk karşılaşması anlatılmaktadır. Bu karşılaşma sırasında Firavun; “Bırakın onu öldüreyim” şeklinde tehditler savururken yine Firavun ‘un âl’inden olup imanını gizleyen bir mümin olaya müdahale etmekte ve “Sırf ‘rabbim Allah’ dediği için onu öldürecek misiniz?” sorusuyla başlayan oldukça uzun bir konuşma yapmaktadır. Onun bu konuşmalarını dinleyen kişiler Musa, Firavun ve Firavun’un mele’sidir. Bu uzun konuşmanın bir yerinde Firavun âl’inden olup imanını gizleyen mümin şunu demektedir:
Andolsun ki, daha önce Yusuf da size açık deliller getirmişti ve onun size getirdiği şeyler hakkında şüphe edip durmuştunuz. Nihayet o vefat edince “Allah ondan sonra peygamber göndermez” dediniz. İşte Allah o aşırı giden şüphecileri böyle saptırır (TDV meali).[2]
Bu ayet Yahudilerin yalanlarının aksine, Musa’nın doğduğu zamandaki Firavun’un değil Musa’nın resul olduğu zamandaki Firavun’un bile Yusuf’tan haberi olduğunu göstermektedir.
Bizim peşinde olduğumuz şey; “Risaletin Yusuf’tan Musa’ya geçişi ne şekilde oldu?” sorusunun cevabıdır. Bu ayete biraz dikkatli bakarsak imanını gizleyen mümin şöyle demektedir:
حَتّٰٓى اِذَا هَلَكَ قُلْتُمْ لَنْ يَبْعَثَ اللّٰهُ مِنْ بَعْدِه۪ رَسُولًا …. Nihayet o vefat edince “Allah ondan sonra peygamber göndermez” dediniz.
Bu sözün fahval hitabı “göndermez dediniz ama gönderdi” şeklindedir. Değilse bu sözü söylemenin hiçbir anlamı yoktur. Çünkü bu mümin kişi onları doğrulamak için değil, onları yalanlamak için konuşmaktadır. Onun bu konuşması Musa için de değildir. Çünkü bu mümin kişi onların Musa ile karşılaştıktan sonraki sözlerini değil, Musa gelmezden çok önceki sözlerini aktarmaktadır. Kaldı ki onlara “Siz ondan sonra Allah bir daha resul göndermez dediniz de ne oldu, işte bakın Musa resul olarak geldi.” demesi de mümkün değildir. Çünkü daha önceki cümlelerinde “Eğer yalan söylüyorsa yalanı kendinedir.” şeklinde bir söz söylemiştir. Yalan söyleyip söylemediğini bilmediği bir kişi hakkında hem de karşı taraf onun resullüğünü asla kabul etmemişken “Allah resul göndermez dediniz, işte Musa geldi.” demesi saçma sapan bir savunma olurdu. Kaldı ki böyle bir sözü söylemiş olması ancak ve ancak karşı tarafın Musa’yı resul olarak kabul etmesi durumunda anlamlı bir söz olacaktır.
Yukarıdaki meal yazarları ayette “tekid-i nefy-i istikbal” yani “tekitli olumsuz gelecek zaman” şeklinde gelen لَنْ يَبْعَثَ (len yeb’ase) fiilini geniş zamana çevirerek ve tekidi de yok ederek sadece “göndermez” şeklinde çevirmişlerdir. Oysa bu kelimenin manası “asla göndermeyecek” şeklindedir.
Bu detayı da belirttikten sonra mümin kişinin sarf ettiği sözün fahval hitabını biraz daha açmaya çalışalım. Bu mümin kişi karşısındakilerin geçmişte söyledikleri bir sözü onlara söylemektedir. Bunu söyleme amacı onları doğrulamak yani “Siz, ‘Allah ondan sonra resul göndermeyecek’ demekle isabet ettiniz.” demek için değildir. Onları yalancı çıkarmak ve yanıldıklarını ispat etmek içindir. Bu durumda sözün fahval hitabı “Siz, ‘Allah ondan sonra bir daha resul göndermeyecek’ dediniz de ne oldu, yanıldınız.” şeklinde olmaktadır. Peki bu fahval hitap Musa için midir? Kesinlikle hayır.
Çünkü onların bu yanılgısı şimdiki zaman için değildir. Üstelik yanılgılarının Musa’dan dolayı olduğunu kabul etmeleri demek Musa’nın resullüğünü kabul etmiş olmaları demektir. Oysaki onlar ne bu karşılaşmada ne Musa’nın uzun yıllar süren mücadelesi sırasında ne de Musa’nın Mısır’dan gitmesi esnasında Musa’nın risaletini kabul ettiler. Öyleyse bu mümin kim için bunu demiştir?
İşte bu soruya bizim cevabımız ‘el-Esbat’ yani ‘Ashabu’l Kehf’ için şeklindedir. Onlar Yüce Allah’ın bize “İzlerinden gidin!” dediği ‘Esbat’ yani “Yakub’un kız çocuklarından olma soyu”dur. ‘Esbat’ kelimesinin her zaman Yakup’tan sonra gelmesinin sebebi de budur. Sarayda imanını gizleyen mümin, “Yusuf size ‘beyyinat’lar ile geldiğinde bile ondan şek içinde olmaya devam edip durdunuz” demektedir. İşte Yusuf kıssası orada durmaktadır. O kıssada Yusuf’un risaletinden şek içinde olmaya devam edenlerin sadece Yakup’un oğulları olduğu anlatılmaktadır. Bu mümin ise o soya yani Yakup’un oğullarının soyundan gelenlere seslenmektedir. Çünkü o soy sadece Yusuf’u hadım etmekle yetinmemiş Yakup’un kız çocuklarının soyundan gelen ‘Esbat’ı da öldürmeye kalkışmıştır. Fakat Yüce Allah onları korumuş ve risaleti kendilerinden sonrasına taşımaları için onlara imkân vermiştir. İşte risalet zincirinin hadım edilmiş Yusuf’tan Musa’ya gelmesi de bu yolla olmuştur.
Buraya kadar yaptığımız açıklamalardan sonra ayetteki ifadelere biraz daha yakından bakmak gerekmektedir.
(*) اَصْحَابَ الْكَهْفِ وَالرَّق۪يمِ (ashâbe-lkehfi ve-rrakîmi): Bu tamlamada bir tane muzaf (اَصْحَابَ) (ashâbe) ve iki tane de muzafun ileyh (الْكَهْفِ ve الرَّق۪يمِ) (el-kehfi ve er-rakîmi) vardır. Muzafun ileyhin iki tane olması şu soruyu beraberinde getirmektedir. Bu ifadeden bir tane ‘ashabu’l kehf’ ve bunlardan ayrı olarak bir tane de ‘ashabu’r rakim’ olduğu mu yoksa ‘ashabu’l kehf’in aynı zamanda ‘ashabu’r rakim’ olduğu mu anlaşılmalıdır?
Bu sorular karşısında savrulmalara ve ‘rakim’ “kurşun levhalardır” demeye varacak tahminlere dalmaya hiç gerek yoktur çünkü ortada iki tane grup değil bir tane grup vardır. Bilindiği gibi özellikle marife isim tamlamalarında iki isim arasında olduğu farz edilen iki tane harf-i cer vardır. Bunlardan biri ve en çok kullanılanı aidiyet bildiren لِ (li)’dir diğeri ise فِي (fi)’dir. Her iki ifadeye bu harf-i cer’ler üzerinden mana verdiğimizde şu manalar çıkmaktadır.
(*) اَصْحَابَ الْكَهْفِ (ashâbe-lkehfi) – (لِ (li) ile)… mağaranın arkadaşları / فِي (fi) ile… mağaradaki arkadaşlar
(*) اَصْحَابَ وَالرَّق۪يمِ (ashabu’r rakim) – (لِ (li) ile)… ‘Rakim’in arkadaşları / فِي (fi) ile… ‘Rakim’deki arkadaşlar
‘Rakim’ kelimesine sözlük anlamlarından mesela “yazı” anlamını verirsek “yazının arkadaşları” veya “yazıdaki arkadaşlar” gibi bir anlama ulaşılmaktadır. İşte bu ifadenin ne anlama gelebileceği hem ‘ashab’ hem de ‘rakim’ kelimesinin sözlük manalarından hangisinin tercih edileceği üzerinden bilinecektir.
‘Ashab’ kelimesi isim olarak; “arkadaş, sahip, malik, yârân, dost” gibi anlamlara gelmektedir. Bunun yanında “bir şeyi icat eden, bir şeyi ortaya çıkaran kişilere” de ‘sahabe’ denmektedir.
Ashabu’s sabiku……………… Sabıkalıllar
Ashabu’s şubuhat…………… Şüpheliler
Ashabu’l emr………………… Yöneten, yönetici, hükümdar
Sahibu’ş şa’n………………… Nüfuzlu kişi
Sahibu’l fikrat………………… Düşünce sahibi
Sahibu’l hammarat……………Meyhaneci
Sahibu’r ruhsat……………… Vesikalı
Sahibu’ş şahinat…………… Kamyoncu
(İlyas Karslı / Yeni Sözlük)
Görüldüğü gibi ‘ashab’ kelimesi muzaf olduğu kelimeye göre çok farklı anlamlara gelebilmektedir.
‘Rakim’ (الرَّق۪يمِ) kelimesi ise isim olarak şu anlamlara gelmektedir: “Harflerin dışında birtakım işaretlerle yazılı olan şey, şifre şeklinde yazılı olan. Kitap, sayfa, kayaya oyulmuş mağara, divit.”
Bu kelimenin “harflerin dışında birtakım işaretlerle yazılı olan şey” anlamı üzerinde durmak gerekmektedir. Çünkü kelimenin bu anlamı “çivi yazısı, ideograf, piktograf ve hiyeroglif” türündeki yazıların tamamını kapsayan bir anlamdır. Günümüz dünyasında yaşayan insanların çok büyük çoğunluğu “ideograf, piktograf (piktogram da deniliyor)” gibi yazı türlerinin yeryüzünden çoktan silinmiş yazı türleri olduğunu zannetse de durum bunun tam tersidir. Günümüz bilgisayar çağının temeli yazı değil, tamamen yazı dışındaki işaretlerdir. Mesela, bu yazıyı yazarken parmaklarımızla dokunduğumuz her tuş, yazılım sistemindeki bir işaretin karşılığıdır. Bunun yanında trafik işaretlerinden metro istasyonlarına, otobüs duraklarından otoparklara, navigasyon cihazlarında kullanılan işaretlerden otoyollarda kullanılan işaretlere kadar günlük hayatın hemen her alanında kullanılan işaret levhalarının hepsi “piktogram”dır.
‘Rakim’ kelimesi, harflerin dışındaki yazı türlerinin tamamını kapsayan şemsiye bir kavramdır. Hiyeroglif, piktogram, ideogram, çivi yazısı gibi harf dışında işaret veya resimlerle yazılan yazıların tamamı ‘Rakim’ başlığı altındadır. Mesela Çince, Japonca, Korece, Tayvanca gibi yazılar ideograf türündeki yazılardır ve bu yazı türü de ‘rakim’ kelimesinin kapsamına girmektedir. Günümüz dünyasında kullanılan ve bilgisayar dili olarak da tanımlanan, yazılım programları yazmaya zemin olan işaretler bile ‘Rakim’ kelimesinin kapsamı dahilindedir. Bilgisayar dilinde kullanılan işaretlerin hepsi ideogramdır. Matematik dilinde rakamlar dışında kullanılan işaretlerin tamamı yine ideogram işaretleridir.
Bunlar hakkında şu nüansın bilinmesi gerekmektedir: ‘Rakim’ kelimesi alfabe türlerini ifade eden bir kavram değildir. Tam tersi alfabeler kullanılmadan yazılan yazı türlerini ifade eden bir kelimedir. Bunun yanında piktograf, hiyeroglif veya ideogram işaretlerini bir yazı içinde değil de tek tek ifade edersek buna hiyeroglif, ideogram veya piktogram “yazısı” değil “işaretleri” dememiz gerekir. Bu tıpkı tek başına alfabenin yazı sayılamayacağı gibidir. Mesela: “a, b, c, ç, d, e, f, g, ğ, h…” şekilleri bir yazı değil, kendileri ile yazı yazılacak işaretlerdir. Bunlar kendileri ile kelimeler ve cümleler kurulduğunda bir anlam ifade ederler. İster yazılı isterse sesli olsun alfabedeki harflerin tek başlarına bir anlamları yoktur. İşte “yazı” dediğimiz şey de böyledir. “Yazı” denilince bir şey anlatması, bir şey söylemesi gerekmektedir. Alfabedeki harfleri “z, k, a, c, ç, y, t, m, n, s, u, b…” şeklinde veya “knm abncl hajos imrape” şeklinde istediğimiz kadar uzun yazalım, bunlar bir anlam ifade etmedikten sonra asla yazı olmayacaklardır. İşte ‘rakim’ kelimesi de sadece işaretleri değil, işaretlerle oluşturulan ve bir anlam ifade eden yazıyı ifade eden bir kelimedir.
“Hiyeroglif, piktogram ve ideogram” ifadelerinin kastettikleri anlamlar birbirlerinden farklıdır ve şu şekilde tanımlanmaktadırlar.
Piktogram ya da piktografi: bir eşyayı, bir objeyi, bir yeri, bir işleyişi, bir kavramı resmetme yoluyla temsil eden semboldür. Bu sembollere dayalı yazı sistemine “piktografi” denmektedir.
Piktografi: temelde grafiksel çizimler şeklinde kullanılan bir anlatım biçimidir. Yani anlamlı işaretleri esas alan yazı sistemindeki işaretlerdir. Resim-yazılar genelde farklı ağızlar veya farklı dil ailelerine mensup dilleri konuşan insanların anlayabileceği üstün bir dildir. Bu nedenle trafik işaretleri ve benzer pintografik materyaller genellikle maksimum anlaşılabilirlik bakımından global standartlar olarak kullanılırlar.
İdeogram ya da ideografi: yazıda kelimenin harfleri gösterilmeden doğrudan doğruya fikri ifade eden işaretlerdir. Çince, Japonca, Antik Mısır dili gibi dillerde harflerin bulunmadığı yazı sistemlerinde kullanılan, bir sözcüğü veya bir fikri temsil eden grafik sembollerdir. Günümüzde bu kavramın yerine daha çok logogram terimi kullanılmaktadır.
Piktogram ile ideogram arasındaki temel fark, her ikisinde de resmetme yolu ile temsil söz konusu olsa da piktogram daha ziyade somut bir şeyi temsil eden semboldür.
Yusuf kıssasının tefsir tartışmaları
Tanımda da belirtildiği gibi; piktogram, ideogram ve hiyeroglif olarak tanımlanan anlatım türleri sanılanın aksine hem oldukça yaygın olarak kullanılmakta hem de diğer yazı türlerine göre daha global bazda anlaşma aracı olabilmektedirler. Trafik işaretleri dünyanın her yerinde aynıdır ve dünyanın her yerindeki insanlar, trafik işaretlerinden aynı şeyi anlamaktadır. Akıllı telefon ekranlardaki ve bilgisayarların ana ekranlarında kullanılan resimlerin tamamı ya piktograf ya hiyeroglif ya da ideogram türü anlatım sistemidir.
Yine sanıldığının aksine bilgisayar teknolojisini ortaya çıkaranlar yeni bir şey icat etmemiş tam tersine sadece varlığı çok eskilere dayanan pintogram veya ideogram dilini bir makine ile birlikte kullanmışlardır. Eğer pintogram, ideogram ve hiyeroglif türündeki yazılar olmasaydı insanlığın “bilgisayar” denilen şeyi hayal bile etmesinin imkânı olamazdı. İşte ‘rakim’ kelimesi tüm bunları kapsayan bir kavramdır.
Bu bağlamda ‘Ashabu’r Rakim’ ifadesinin “harfler dışındaki yazım türünü icat edenler / kullananlar” anlamına gelmesi gayet mümkündür. Bu çalışma bağlamında kesinlikle “budur” demiyoruz ama kelimenin bu yönde anlamları olduğunun göz ardı edilmemesi gerektiğini söylüyoruz.
‘Ashabu’r Rakim’ ifadesi de tamlamayı oluşturan kelimelerin sözlük manalarındaki tercihlere ve aradaki harf-i cer’e göre anlam kazanan bir isim tamlamasıdır. Buna göre kelimelerin sözlük manalarına ve aradaki harfi cer’e göre şu anlamlara gelmesi mümkündür:
اَصْحَابَ َالرَّق۪يمِ : Hiyeroglif’in / piktogram’ın / ideogram’ın arkadaşları
اَصْحَابَ َالرَّق۪يمِ : Hiyeroglif’in / piktogram’ın / ideogram’ın mucitleri
اَصْحَابَ َالرَّق۪يمِ : Hiyeroglif’in / piktogram’ın / ideogram’ın kullanıcıları
اَصْحَابَ َالرَّق۪يمِ : Hiyerogliflerdeki / piktogramdaki / ideogramdaki arkadaşlar
اَصْحَابَ َالرَّق۪يمِ : Kitabın sahipleri / arkadaşları / yaranları
اَصْحَابَ َالرَّق۪يمِ : O/ bu kitaptaki arkadaşlar / yaranlar / dostlar
Bu isim tamlamasındaki لرَّق۪يمِ (er-rakim) kelimesinin başındaki harf-i tarifi temel aldığımızda bu isim tamlamasının ifade ettiği anlamın kendisine “sen” diye hitap edilen resul tarafından kesinlikle bilindiği anlaşılmaktadır. Çünkü herhangi bir kelimeyi başka bir kelimeye izafe ederek ifade etmenin gerekçesi; hakkında az şey bilinen veya üzerinde karışıklık olma ihtimali olan bir kelimenin, çok bilinen ve her türlü karışıklığı giderecek bir kelimeye izafe ederek yanlış anlaşılmaları gidermek ve kesin konuşmaktır. Tamlamadaki اَصْحَابَ (ashabe) kelimesinin tek başına anlamı sadece “arkadaşlar, dostlar, yaranlar” şeklindedir. Bundan öte bir anlama ulaşılması imkansızdır. İşte bu yüzden kelime, başında harf-i tarif olan bir kelimeye izafe edilmiş ve kesin olarak bilinmesi istemiştir. Buna şöyle bir örnek verelim:
“Parlamento” kelimesi tek başına çok şey ifade etmez ama “Türkiye’nin parlamentosu” denilmesi durumunda kelimenin neyi kastettiği hususunda hiçbir karışıklık olmayacaktır. İsim tamlamalarında daha çok bilinen kelime “tamlayan” yani muzafun ileyh olan kelimedir. Bu durumda اَصْحَابَ َالرَّق۪يمِ (ashabu’r rakim) bu isim tamlamasında اَصْحَابَ (ashabe) kelimesi az bilinen ve üzerinde kapalılık olan kelimedir ve muzaf (tamlanan)’tır. Bu kelimenin üzerindeki kapalılığı giderecek ve karışıklık oluşmasını engelleyen kelime ise الرَّق۪يم (er-rakim) kelimesidir ve bu kelime muzafun ileyh yani tamlayan kelimedir. İşte bu yüzden kendisine “Yoksa sen, ‘Kehf’ ve ‘Rakim ashabı’nın ayetlerimizden olmalarını yadırganacak bir şey mi sandın?” şeklinde hitap edilen resulün müfessirler gibi kafasının karışık olmaması, ‘Ashabu’r Rakim’ ifadesinden yirmi değişik varyant arasında tereddüt etmemesi ve kastedilen anlamı yüzde yüz biliyor olması gerekmektedir. Bundan da önemlisi, isim tamlamasının kimi kastettiğinin bilgisinin Kur’an’ın içinde kesinlikle bulunuyor olması gerekmektedir. Yoksa bu isim tamlamasının daha ilk kullanımda marife gelmesinin hiçbir anlamı olmayacaktır.
Aslına bakılırsa sırf اَصْحَابَ َالرَّق۪يمِ (ashabu’r rakim) tamlamasının marife olması bile bu isim tamlamasının kastettiği kişilerin aranacağı tek yerin sadece Kur’an olması gerektiğini hatta bu tamlama hakkında Kur’an dışında sahih bir bilgi olmadığını ve olmayacağını adeta haykırmaktadır. Fakat ne yazık ki bu tamlamanın ne anlama geldiği çağlar boyunca Kur’an dışındaki her yerde aranmış ama bir tek Kur’an’da aranmamıştır.
Söylediklerimizi toparlayarak bir sonraki ayete geçelim.
- Ayetteki اَصْحَابَ الْكَهْفِ وَالرَّق۪يمِ (ashâbe-lkehfi ve-rrakîmi) bu ifade iki farklı ashabı değil tek bir ashabın iki özelliğinden bahsetmektedir.
- اَصْحَابَ الْكَهْفِ (ashâbe-lkehfi): Bu ifade “mağara arkadaşları” veya “mağaranın arkadaşları” anlamında değil “mağaradaki arkadaşlar/yârenler/dostlar” anlamındadır ve bunlar kesinlikle Yakup’un kız çocuklarından olma torunları, risaletin mirasçısı ve kendilerinden sonrasına devredicisidirler.
- اَصْحَابَ َالرَّق۪يمِ (ashabu’r rakim): Bu ifade ya ‘esbat’ın pintograf, hiyeroglif ve ideograf türündeki yazıları icat ettiklerini yada kullandıklarını ifade etmektedir.
- اَصْحَابَ َالرَّق۪يمِ (ashabu’r rakim): Bu ifadedeki harfi cer’i ‘fi’ olarak aldığımızda “bunların ya kitapta ya hiyerogliflerde ya da bir yazıda anlatıldığı anlamına gelmektedir. Ki bu durumda kendisine “sen” denilen resul de bu yazıdan dolayı onlardan haberdar olmuş ve haberdar olduğu bu bilgiden dolayı da şaşırmış olmaktadır.
Kıssanın devam eden ayetlerine baktığımızda ‘Ashabı Kehf’ten haberdar olan tek kişinin kendisine “sen” denilen resul olmadığı tam tersi büyük halk kitlelerinin de onlardan haberdar oldukları anlaşılmaktadır. Mesela 12. ayette “Hangi hizip daha doğru saydı bilelim diye onları uyandırdık” denilmektedir. Yine 21. ayette insanların onlar hakkında haberdar edildiklerinden bahsedilmektedir. İşte bu durumda, bu gençlerin haberlerinin birçok insan tarafından bilindiği ama bu bilgilerin sahih olmadığı sadece rivayet temelli bilgiler olduğu anlaşılmaktadır. O ayetlere gelindiğinde bu durum üzerinde daha detaylı durulacaktır. Ayetin mealini verip bir sonraki ayete geçelim.
Yoksa sen, Kehf ve Rakim ashabının ayetlerimizden olmalarını yadırganacak bir şey mi sandın?
Not: Bu ayetteki الْفِتْيَةُ (el-fityetü) kelimesi bir önceki ayette geçen اَصْحَابَ الْكَهْفِ وَالرَّق۪يمِ (ashâbe-lkehfi ve-rrakîmi) bu ifadeden bedeldir. Biraz önce bu tamlamaların iki ayrı ashabı değil, tek bir ashabın farklı özelliklerini anlattığını söylememizin gerekçelerinden biri de işte bu ayetteki الْفِتْيَةُ (el-fityetü) kelimesidir. Bu kelime iki tamlamaya bedel yapılmış tek bir kelimedir.
(*) اَوَى (eva): Bu kelimenin sözlük anlamları şu şekildedir. (eva–eviyyen) “sığınmak, girmek, barınmak, iskan etmek, konaklamak” (Karslı).
مَأْوَى (me’vâ], أَوَى يَأَوِي أُوِيًّا وَمَأْوَى şeklinde kullanılan fiilin mastarıdır. أَوَى إِلَى كَذَا başkasına eklendi, katıldı demektir. Fiil, يَأْوِي أُوِيًّا وَمَأْوًى şeklindedir. آوَاهُ يُؤْوِيهِ إِيوَاءً fiili ise, başkasının kendisini himaye etmesi ve onu barındırması demektir.
Allah buyurur ki: إِذْ أَوَى الْفِتْيَةُ إِلَى الْكَهْفِ … Gençler mağaraya sığındıkları zaman (18/Kehf 10)
قَالَ سَآوِي إِلَى جَبَلٍ يَعْصِمُنِي مِنَ الْمَاء… Dedi ki: Beni, sudan koruyacak bir dağa sığınırım (11/Hûd 43);
وَلَمَّا دَخَلُوا عَلَى يُوسُفَ آوَى إِلَيْهِ أَخَاهُ … Yusuf’un yanına girdiklerinde, kardeşini yanına aldı (12/Yûsuf 69);
وَتُؤْوِي إِلَيْكَ مَنْ تَشَاء … Dilediğini de yanına alırsın (33/Ahzâb 51);
وَفَصِيلَتِهِ الَّتِي تُؤْوِيهِ …Kendisini barındırıp koruyan büyük ailesini (70/Meâric 13);
عِنْدَهَا جَنَّةُ الْمَاوَى … Onun yanında [Şehitlerin ruhlarının barındığı] Me’vâ cenneti (52/Tûr 15)
bu, دَارُ الْخُلْدِ ..Temelli kalacakları yer (41/Fussilet 28) ifâdeleri gibidir. Burada da, dâr (ev,mesken, yurt) kelimesi mastara izafe edilmiştir.
مَأْوَاهُمْ جَهَنَّمُ …Onların varacaklarıyer/barınakları cehennemdir (3/Âl-i İmrân 197), yani, bu kişilerin varıp sığınacakları yerin adı cehennemdir.
أوَيْتُ لَهُ ve أوْيًا أيَّةً مَأْوِيَة مَأْوَاة fiili ise, bir kişiye acımayı ve onu bu nedenle bağrına basmayı ifâde eder.
Bunun gerçek anlamı ise, ona kalbimle döndüm demektir. وَلَمَّا دَخَلُوا عَلَى يُوسُفَ آوَى إِلَيْهِ أخَاهُ …Yusuf’un yanına girdiklerinde, kardeşini yanına aldı (12/Yûsuf 69) onu kendine çekti/yanına aldı, demektir. Yine bu anlamda أوَاهُ ve آوَاهُ denir. Hatem-i Tâî’nin
36- أمَاوِي إِنَّ الْمالَ غَادٍ وَرَائِحُ
وَيَبْقَى مِنَ الْمالِ اْلأحَادِيثُ وَالذُّكْرُ
36- Kadınlar…şüphesiz mal gelir de gider de;
[Maldan geri kalan hoş bir söz ile anılmaktır.]
Sözündeki مَاوِيَة ise, kadın demektir. Kimileri, onun da bu kökten geldiğini söylemiştir. Sanki, suretin/bedenin barınağı olduğundan bu adı almıştır.
ألْمَاوِيَة kelimesi asıl itibariyle مَاءٌ kelimesine nispettir, aslı مَائِيَة şeklindedir, hemzesi vâv’a dönüşmüştür diyenler de vardır.
(R. el-İsfahânî / el-Müfredat)
Bu kelimenin kastettiği “sığınma” anlamı, “bir tehlikeden korunmak için bir yere sığınmak” şeklindedir. Zaten kıssadaki gençlerin bir tehlikeden kaçtıkları anlaşılmaktadır. Yani mağaraya inzivâya çekilmek için değil, bir tehlikeden emin olmak için sığınmışlardır.
(*) وَهَيِّئْ (veheyyi): Bu kelimenin sözlük manaları şu şekildedir: (hae–hey’eten) “güzel biçimde olmak, şekli güzel olmak, hazırlanmak”; (heyyee–tehyieten) “hazırlanmak, düzeltip tamir etmek, kolaylaştırmak”; (teheyyee–teheyyüen) “hazırlanmak, imkân bulmak”; (tehayee–tehayuen) “anlaşmak, anlaşmaya varmak, karşılıklı olarak bir konuda anlaşma sağlamak.”
Hey’etün (ç) hey’at ……… Heyet, komite, kurul, yapı, şekil, durum, biçim
(İlyas Karslı / Yeni Sözlük)
هَيْئَة : Kelimesi, bir şeyin üzerinde bulunduğu hâldir. Bu hâl, somut bir şekilde olabilir, soyut da olabilir. Fakat bu kelime daha çok somut hâller için kullanılır.
Allah buyurur ki: أَنِّي أَخْلُقُ لَكُمْ مِنَ الطِّينِ كَهَيْئَةِ الطَّيْرِ …Size, kuş biçiminde çamurdan bir şey yaparım da, (3/Âl-i İmrân 49).
مُهَايَأَةُ kelimesi, bir toplumun üzerinde anlaştığı ve karşılıklı olarak kabul ettiği, hazırlanmış sözleşme, demektir. Yüce Allah bu konuda şöyle buyurmaktadır:
وَهَيِّئْ لَنَا مِنْ أَمْرِنَا رَشَدًا . ve bizim için şu işimizden bir kurtuluş yolu hazırla (18/Kehf 10);
وَيُهَيِّئْ لَكُمْ مِنْ أَمْرِكُمْ مِرفَقًا ……ve işinizin başarıya ulaşması için bir çare hazırlasın (18/Kehf 16).
هَيَّاكَ أَنْ تَفْعَلَ كَذَا deyimi, şunu yapmaktan sakın, demektir, diyen de vardır.
Şair şöyle der:
هَيَّاكَ هَيَّاكَ وَحَنْوَاءَ اْلعَنَق -465
465- Sakın! Sakın! Boynu bükükten.
(R. el-İsfahânî / el-Müfredat)
(*) اَمْر (emr): Bu kelimenin sözlük manaları şu şekildedir: (emera–emran–emiraten) “emretmek, emir vermek, buyurmak, …-le mükellef tutmak, …görevi vermek”; (emira–emeran) “çoğalmak, artmak (çok az kullanılır), çoğaltmak, artırmak.”
Amirun (ç) ummarun, amirune ……Amir, emreden, komutan.
Emaretun (ç) emairu ………………Başkan olma, başa geçme, işaret, iz, delil, levha.
Emrun (ç) evamiru …………………Emir, buyruk.
Emrun (ç) umurun ………………….İş, durum.
İmmerun ..Kişiliksiz, şahsiyetsiz, fikirsiz, düşüncesiz olup başkasının peşinden giden.
İmrun ………………………………Çok büyük münker, büyük suç, günah.
Emaretün (ç) emerun ……………Tabela, işaret, işaret taşı
(İlyas Karslı / Yeni Sözlük)
أَمْر kelimesi iş, durum anlamına gelir; çoğulu ise أُمُور şeklindedir. Bir kişiye bir şey yapmayı yüklemek anlamını taşıyan أَمَرْتُهُ fiilinin mastarıdır. Bu kelime genel bir lafızdır; hem fiiller hem de sözlerin tümünü içine alır. Yüce Allah’ın: وَإِلَيْهِ يُرْجَعُ الأَمْرُ كُلُّهُ …Emrin tamamı ona çevrilir (11/Hûd 123) âyeti, bu anlama gelmektedir. قُلْ إِنَّ اْلأَمْرَ كُلَّهُ لِلَّهِ يُخْفُونَ فِي أَنْفُسِهِمْ مَا لاَ يُبْدُونَ لَك يَقُولُونَ لَوْ كَانَ لَنَا مِنَ اْلأَمْرِ شَيْءٌ … De ki: İş, tamamen Allah’a aittir. Onlar, sana açıklayamadıklarını içlerinde gizliyorlar. Bu işten bize bir şey olsaydı…, derler (3/Âl-i İmrân 154); وَأَمْرُهُ إِلَى اللّهِ …ve artık onun işi Allah’a kalmıştır (2/Bakara 275) âyetleri de bunun gibidir.
Eşsiz yaratmaya da emr denmiştir. Şöyle ki: أَلاَ لَهُ الْخَلْقُ وَاْلأَمْرُ …Dikkat edin yaratma da emr de Allah’a mahsustur (7/A’râf 54). Bu emr işi, sadece Yüce Allah’a tahsis edilmiştir. Diğer varlıklar için kullanılmaz. Yüce Allah’ın: وَأَوْحَى فِي كُلِّ سَمَاء أَمْرَهَا …Ve her göğe görevini vahy etti (41/Fussilet 12) sözü bu manada yorumlanmıştır. Bilgeler de: قُلِ الرُّوحُ مِنْ أَمْرِ رَبِّي …De ki: ruh, rabbimin emrindendir (17/İsrâ 85) âyetindeki emri, yaratmak olarak yorumlamışlardır.
إِنَّمَا قَوْلُنَا لِشَيْءٍ إِذَا أَرَدْنَاهُ أَن نقُولَ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ …Biz bir şeyi istediğimizde ona ol deriz o da oluverir (16/Nahl 40) âyetinde işaret edilen mana, O’nun yaratması demektir ve bunu en özlü/kısa lafızlarla ifâde etmiştir; bizim bir işin yapımına ilişkin anlatacaklarımızın en etkili şeklini kullanmıştır. وَمَا أَمْرُنَا إِلاَّ وَاحِدَة …Bizim emrimiz bir taneden başkası değildir (54/Kamer 50). Böylece âyette Allah’ın hızlı var edişi, insanın onu en hızlı şekilde anlayabileceği biçimde ifâde edilmiştir.
أَمْر Bir şeyi önermek veya öne sürmektir; bir şeye yönlendirmektir. Bu ister اِفْعَلْ …yap ve لِيَفْعَلْ …yapsın sözleri ile söylensin, isterse haber kelimeleri ile anlatılsın fark etmez; şöyle ki: وَالْمُطَلَّقَاتُ يَتَرَبَّصْنَ بِأَنْفُسِهِنَّ …Boşanmış olan kadınlar, kendilerini gözetlerler (2/Bakara 228). Aynı şey, öne sürmek, işaret veya başka bir şeyle de olabilir. Yüce Allah’ın, Hz. İbrahim’in rüyasında oğlunu kurban ettiğini görmesini, emr diye adlandırması bunun bir örneğidir. إِنِّي أَرَى فِي الْمَنَامِ أَنِّي أَذْبَحُكَ فَانْظُرْ مَاذَا تَرَى قَالَ يَا أَبَتِ افْعَلْ مَا تُؤْمَرُ …Rüyada seni kurban ettiğimi görüyorum; bir düşün, ne dersin? Dedi. O da cevaben: Babacığım! Sana emredileni yap (37/Sâffât 102). Burada Hz. İbrahim’in rüyasında gördüğü kurban etme işi, emr diye adlandırılmıştır.
Yüce Allah’ın: وَمَا أَمْرُ فِرْعَوْنَ بِرَشِيدٍ …Firavunun emri doğru değildi (11/Hûd 97) âyetinde kullanılan emr sözcüğü, Firavunun, tüm sözlerini ve yaptıklarını kuşatan genel bir ifâdedir. أَتَى أَمْرُ اللّهِ …Allah’ın emri geldi (16/Nahl 1) âyetindeki emr ise, kıyamete işarettir ve lafızların en kapsamlı olanı ile kullanılmıştır. بَلْ سَوَّلَتْ لَكُمْ أَنْفُسُكُمْ أَمْراً …Aksine, sizin nefisleriniz size bir işi süsleyip kolaylaştırarak bir tuzak kurmuştur (12/Yûsuf 18) âyetinde sözü edilen emr/iş ise, اَلنَفْسُ اْلأَمَارَةُ …nefsi emmarenin emrettiği kötülüktür.
أَمِرَ اْلقَوْمُ …ifâdesi, topluluğun çoğaldığını anlatır; çünkü: Topluluk, çoğaldığında emir sahibi olur. Bu durumda onları idare eden birinin olması kaçınılmaz olur. Bu nedenle şair şöyle der:
26- لاَ يَصْلُحُ النَّاسُ فَوْضَى لاَ سُرَاةَ لَهُمْ
26- İnsanlar anarşi içinde; başlarında büyükleri olmadan ıslah olmazlar.
Yüce Allah’ın: أَمَرْنَا مُتْرَفِيهَا …Onların mütreflerine/bol nimet içinde yüzdürülenlerine emrederiz (17/İsrâ 16) sözünde kullanılan أَمَرْنَا sözü, onlara itâatin emredilmesidir. Buradaki emernâ deyimi, onları çoğalttık anlamına gelir de, denmiştir. Ebû Amr, şöyle der: Çoğaltmayı anlatmak için emertu deyimi kullanılmaz. Eğer أَمَّرْتُ ve آمَرْتُ denecek olursa, ancak o zaman, çoğaltmak anlamını kazanır. Ebû Ubeyde, şöyle der: Bazen أَمَرْتُ da çoğaltma anlamında kullanılır. Şöyle ki:
خَيْرُ الْمالِ مُهْرَةٌ مَأْمُورَةٌ وَسِكَّةٌ مَأْبُورُةٌ
Malın en hayırlısı çoğalan tay ve aşılanmış hurma ağacı evleğidir.
Bu hadiste kullanılan fiil أَمَرْتُ şeklindedir. Bir kıraatte أَمَّرْنَا diye okunmuştur ki, onları emirler yaptık, demektir. Bir yerde emirlerin çokluğu, oradakilerin mahvına yol açar. Bu nedenle emirlerin çokluğunda, hiçbir hayır yoktur, denmiştir. Yüce Allah’ın: وَكَذَلِكَ جَعَلْنَا فِي كُلِّ قَرْيَةٍ أَكَابِرَ مُجْرِمِيهَا …Böylece her kentin büyüklerini oranın suçluları kıldık (6/En’âm 123) âyetindeki manası da bu bağlamda yorumlanmıştır. Bir kıraatte ise, آمَرْنَا şeklinde okunmuştur ki, onları çoğalttık, demektir.
اِئْتِمَار da emri kabul etmeyi anlatır. İstişare etmeye de i’timâr adı verilmiştir, çünkü: Bu durumda bazı insanlar, danıştıkları kimselerin görüşlerini kabul ederler. Yüce Allah: إِنَّ الْمَلأَ يَأْتَمِرُونَ بِكَ …Şüphesiz ileri gelenler seni öldürmek için aralarında konuşuyorlar (28/Kasas 20) buyurmaktadır. Şair şöyle der:
27- وَآمَرْتُ نَفْسِي أَيَّ أَمْرِيَّ أَفْعَلُ
27- Nefsime danıştım, işlerimin hangisini yapayım diye.
Yüce Allah’ın: لَقَدْ جِئْتَ شَيْئاً إِمْراً…Gerçekten sen çok tehlikeli bir işgetirdin (18/Kehf 71) âyetindeki إِمْراً sıfatı münker yani, kabul edilemez anlamındadır ve أَمِرَ اْلأَمْر deyiminden alınmıştır ki, bu da iş, büyüdü, çoğaldı, demektir. Tıpkı, اِسْتَفْحَلَ اْلأَمْر deyimi gibi. Âyette geçen وَأُوْلِي الأَمْرِ …ulu’l-emr(4/Nisâ 59) deyimi, bir görüşe göre, peygamber zamanındaki umerâ’yi/devlet ricalini kastetmektedir. Bunlar, kimilerine göre, ehl-i beytten olan imamlardır. Kimilerine göre ise, iyiliği emredenlerdir. İbn Abbâs şöyle der: Onlar Allah’a bağlı olan fakihler ve din ehlidir.
Aslında bu görüşlerin hepsi de doğrudur. Şöyle ki: İnsanların kendileri ile eğitildiği ulu’l-emr dört gruptur:
1. اَلأَنْبِيَاء Peygamberler; onların otoritesi, avam ve havasın hem dışlarına hem de içlerine nüfuz eder.
2. اَلْوُلاَة İdareciler; bunların otoritesi ise, avamın dışına nüfuz eder ama içlerine sirâyet edemez.
3. اَلْحُكَمَاء Bilgeler; bunların otoritesi, elit kesimin içlerine nüfuz eder fakat dışlarına etki edemez.
4. اَلْوَعَظَة Vaizler; onların da otoritesi, avamın içlerine nüfuz eder ama dışlarına hükmedemez.
(R. el-İsfahânî / el-Müfredat)
(*) رَشَدًا (raşedâ(n)): Bu kelimenin sözlük manaları şöyledir: (raşeda–ruşden) “doğru yolu tutmak, doğru yolda olmak, olgunlaşmak” (raşude–raşadeten) “reşit olmak, rüşdünü ispat etmek, olgunluğunu göstermek” (raşide–reşaden) “doğru yolu tutmak, doğru yolda olmak, rüşdünü ispat etmek”
Raşidun (ç) raşidune, reşadeten ……… Doğru yolda olan, takip edilen maddi veya manevi yol, sağlam ve doğru olan kişi, yetişkin, aklı başında, ergen.
Raşedun ………………..Doğru yol, doğru olan, sapıklığın zıddı olan.
Reşadun ………………..Doğruluk, rüşd, ergenlik.
Ruşdun …………………Hidayette olma, ergenlik, aklı başında olma.
Reşdatun……………… Helalinde olma, zina yoluyla olmama, nikah mahsülü olma.
(İlyas Karslı / Yeni Sözlük)
رَشَد ve رُشْد : Ğayyin/sapıklığın zıddı olup, hidâyet anlamında kullanılır. Bu kökten رَشَدَ يَرْشُدُ ve رَشِدَ يَرْشَدُ vezinlerinde fiil gelir: لَعَلَّهُمْ يَرْشُدُونَ : Umulur ki irşad (doğru yolu bulmuş) olurlar (2/Bakara 186); قَدْ تَبَيَّنَ الرُّشْدُ مِنَ الْغَيِّ : Doğruluk, sapıklıktan ayrılmıştır (2/Bakara 256); فَإِنْ آنَسْتُمْ مِنْهُمْ رُشْدًا : Eğer onlarda bir olgunluk görürseniz (4/Nisâ 6); وَلَقَدْ آتَيْنَا إِبْرَاهِيمَ رُشْدَهُ مِنْ قَبْلُ : Andolsun biz, daha önceden İbrâhim’e de doğru yolu bulma yeteneğini vermiştik (21/Enbiyâ 51). Âyetlerde geçen iki rüşd arasında; yani yetimde gözlemlenen rüşd ile Hz. İbrahim’e verilen rüşd arasında büyük bir fark vardır.
هَلْ أَتَّبِعُكَ عَلَى أَنْ تُعَلِّمَنِ مِمَّا عُلِّمْتَ رُشْدًا : Doğru yol (rüşd) olarak sana öğretilenden bana öğretmen için sana tabi olabilir miyim? (18/Kehf 66); عَسَى أَنْ يَهْدِيَنِ رَبِّي لِأَقْرَبَ مِنْ هَذَا رَشَدًا : Rabbimin beni bundan daha doğru bir bilgiye ulaştıracağını umarım (18/Kehf 24).
رَشَد ’in [râ’nın fethi ile] رُشْد ’den [râ’nın zammı ile] daha özel bir anlam taşıdığı söylenmektedir. Zira رُشْد hem dünya hem âhiretle ilgili işler için kullanıldığı hâlde, رَشَد sadece âhiretle ilgili işler için kullanılır. رَاشِد ve رَشِيد formları ise, her ikisi için de kullanılır: أُوْلَئِكَ هُمُ الرَّاشِدُونَ : Onlar, doğru yolu bulmuş olanlardır (49/Hucurât 7);
وَمَا أَمْرُ فِرْعَوْنَ بِرَشِيدٍ : Firavun’un buyruğu doğruya götürücü değildi (11/Hûd 97).
(R. el-İsfahânî / el-Müfredat)
Bu ayetin ilk cümlesi (اِذْ اَوَى الْفِتْيَةُ اِلَى الْكَهْفِ) (İż evâ-lfityetu ilâ-lkehfi): “Hani o gençler (bu/o) mağaraya sığınmışlardı” anlamına gelmektedir. Cümledeki fiilin (اَوَى) (evâ), “bir tehlikeden emin olmak için bir yere sığınmak” anlamına geldiğini söylemiştik. Kıssanın başında, bir tehlikeden kaçtıkları söylenmektedir ama kim(ler)den ve ne sebeple kaçıp mağaraya sığındıkları kıssanın başında değil sonunda söylenmektedir. Fakat sondaki o kaçış sebebinin bilinmemesi durumunda bu ayette geçen وَهَيِّئْ لَنَا مِنْ اَمْرِنَا رَشَدًا (veheyyi/ lenâ min emrinâ raşedâ(n)) cümlesi de anlaşılmamaktadır. Çünkü bu gençler içinde bulundukları durumdan kurtulmak için dua etmektedirler. Kurtulmak istedikleri durumun ne olduğunun yani başlarında nasıl bir belânın olduğunun bilinmemesi durumunda ne için dua ettikleri, hangi durumdan kurtulmak için yardım istedikleri de bilinemeyecektir. Dua ederken kullandıkları kelimelere bakınca sanıldığının aksine gençlerin öldürülmekten kurtulmak için dua etmedikleri, başka bir şey için dua ettikleri anlaşılmaktadır. İşte bu durum ister istemez bu gençlerin mağaraya sığınma sebeplerini ve dolayısıyla sığınma sebebini oluşturan olayın ne tür bir olay olduğunu bilmeyi zorunlu hâle getirmektedir. Bu gençler mağaraya sığınırlarken kendilerini nasıl bir akıbetin beklediğini bilmiyorlardı.
Peki bu gençlerin mağaraya sığınma sebebi “öldürülme korkusu” değilse nedir?
Kıssanın ilerleyen ayetlerinde, az önce Kurtubi’den aktardığımız onlarca rivayetin aksine bu gençlere kötülük etmek isteyenlerin bilinmeyen bir ülkenin “Dakyanus” isimli kralı değil, bizzat kendi kavimleri oldukları anlaşılmaktadır. Yine kıssanın ilerleyen ayetlerinde bu gençlerin ne için kavimlerinden kaçtıkları yani mağaraya sığınma sebeplerinin ne olduğu da anlatılmaktadır.
İşte bu ayet gençler için kim(ler)in ve hangi sebeple tehdit oluşturduğunu bildirmektedir. Yani gençlerin mağaraya sığınma sebepleri bu ayetten anlaşılmaktadır. Fakat bu ayette geçen يَرْجُمُوكُمْ kelimesine verilen çok yanlış anlam ne yazık ki gençlerin kaçma sebeplerinin can korkusu olduğu şeklinde anlaşılmasına neden olmuştur. Meal ve tefsirlerin büyük çoğunluğunda يَرْجُمُوكُمْ (yercumûkum) bu kelimeye “taşlayarak öldürürler” manası verilmiştir. Hemen belirtelim ki kök harfleri ر ج م (ra + cim + mim) olan bu kelimenin “taş atmak” manası vardır ama “taşlayarak öldürmek” manası yoktur. Bu kelimeye verilen “ölünceye kadar taşlamak” manasının arka planında yine rivayetler vardır.
Bilindiği üzere, geleneksel dini anlayışta Allah resulü Muhammed’in zina suçu işleyenlere ilk başlarda ‘recm’ cezası yani ölünceye kadar taşlanma cezası verdiği daha sonra bu hükmün Nûr suresinin 2. ayetinde belirtilen yüz celde cezası ile nesh edildiği söylenmektedir. İşte kelimeye verilen “taşlayarak öldürürler” anlamının arka planında bu rivayet vardır. Kur’an’da anlatılan kıssalar içinde bu kelime şu bağlamlarda geçmektedir:
- Hûd suresi 91. ayet: Şuayb kıssası bağlamında.
- Kehf suresi 20. ayet: Kehf kıssası bağlamında.
- Meryem suresi 46. ayet: İbrahim kıssası bağlamında.
- Şu’arâ suresi 116. ayet: Nuh kıssası bağlamında.
- Duhân suresi 20. ayet: Firavun kavminin öncesini anlatan kıssa bağlamında.
- Yâsîn suresi 18. ayet: Kendilerine ‘murselin’lerin geldiği ashabu’l karye kıssası bağlamında.
Bu bağlamlarda birer kez fiil veya şibh-i fiil olarak geçen kelime en çok şeytan-iblis kıssaları bağlamında (6 kez) geçmektedir. Zaten kelime Kur’an’da 14 kez geçmektedir. Kehf kıssası bağlamında, gençlerin mağaraya sığınma daha doğrusu kavimlerinden kaçma sebeplerinden biri olarak geçmektedir. Sebeplerden biri dedik çünkü bu kelimin devamında bir de şu ifade gelmektedir: يَرْجُمُوكُمْ اَوْ يُع۪يدُوكُمْ ف۪ي مِلَّتِهِمْ (yercumûkum ev yu’îdûkum fî milletihim)
Kehf suresi 20. ayette geçen bu ifade düz bir çeviri ile “sizi recmederler” veya “kendi milletlerine çevirirler” gibi bir anlama gelmektedir. Bu ifade gençlerin kavimlerinden kaçmalarının sebebinin iki şey olduğunu göstermektedir. Meal ve tefsirlerin hemen hepsinde bu ifadeye şu mana verilmiştir:
“…eğer sizi ele geçirirlerse taşlayarak öldürürler veya dinlerine döndürürler”
Geleneksel anlayışa göre;
يَرْجُمُوكُمْ … Bu ifade “taşlayarak öldürmek”
اَوْ يُع۪يدُوكُمْ ف۪ي مِلَّتِهِمْ… Bu ifade ise “sizi kendi dinlerine döndürürler” anlamına gelmektedir.
Her şeyden önce ‘millet’ kelimesinin “din” anlamı yoktur ve Kur’an’da “din” kelimesi zaten epey çok kullanılmıştır. Biraz önce bu kelime üzerinde durmuştuk. Biz meal ve tefsirlerde ifadeye verilen “Sizi dinlerine döndürürler” ifadesi üzerinde durmak istiyoruz. Çünkü ister iyiden kötüye isterse de kötüden iyiye olsun eğer bizzat kişinin kendisi istemezse bir kişiye dinini zorla değiştirtmenin imkânı yoktur. Çünkü “din” dediğimiz şey kişinin giyip çıkardığı dış elbise gibi bir şey değildir. Din insanın kalbinde, aklında, fuadında, sadrında olan bir inanç ve bu inançtan kaynaklanan değerler sistemidir. Bir kişi zorla Allah’tan başkasına secde ettirilebilir ama bu asla onun dinini değiştirdiği anlamına gelmez. Zorlanan kişinin dinini değiştirmesi için, zorla yaptığı şeye canı gönülden inanması ve o inancın gerekliliklerini seve seve yapmaya başlaması gerekmektedir. Eğer bu gençler meal ve tefsirlerde geçtiği gibi “Sizi kendi dinlerine döndürürler” diyorlarsa bu şu anlama da gelemez: “Sizi yakalarlar, uzun uzun işkence ederler, siz de bu işkencelere dayanamaz kendi dininizi bırakıp onların dinine geçersiniz”. Böyle bir anlam olamaz çünkü bu gençlere put-hanelerde rahiplik bile yaptırsalar onlar kalplerinde olanı değiştirmedikçe asla dinlerini değiştirmiş olmazlar.
Kim iman ettikten sonra Allah’ı inkâr ederse -kalbi iman ile dolu olduğu halde (inkâra) zorlanan başka- fakat kim kalbini kâfirliğe açarsa, işte Allah’ın gazabı bunlaradır; onlar için büyük bir azap vardır (TDV meali)
Kim iman ettikten sonra Allah’ı inkâr ederse –kalbi iman ile dolu olduğu hâlde (inkâra) zorlanan başka– fakat kim kalbini inkara açarsa, işte Allah’ın öfkesi bunlaradır; onlar için büyük bir azap vardır (M. Okuyan meali)
İnandıktan sonra Allah’a nankörlük eden, -kalbi imanla yatışmış olduğu halde (inkara) zorlanan değil-, fakat küfre göğüs açan, (küfürle sevinç duyan) kimselere Allah’tan bir gazab iner ve onlar için büyük bir azab vardır (S.Ateş meali)
Kaldı ki işte bu ayet bir kişi Allah’ı inkâra zorlansa bile o kişinin kalbi iman dolu olduğu müddetçe asla kâfir sayılmayacağını, asla dinini değiştirmiş olmayacağını gayet açık bir şekilde belirtmektedir. Din zorla, istemeden, tehditle, şantajla çıkarılıp atılacak ve yerine başkası konulacak bir eşya değildir. Din insanın “kalbinin, fuadının, sadrının” üzerinde karar kıldığı ve değer yargılarını ona göre belirlediği bir şeydir ve bunun içeriğinin ne olduğunu kişinin kendisinden başkasının bilmesine imkânı yoktur. Din, seve seve ve canı gönülden benimsenince dindir. Eğer zorlama ile kişinin dinini değiştirmesi mümkün olsaydı Yüce Allah ‘la iqrahe fi’d’din’ demezdi. Mağaraya sığınan bu gençler “Sizi ‘millet’lerine döndürürler” derken eğer kastettikleri şey işkencelere dayanamayıp onların dinlerini seve seve, cânı gönülden benimsemekse o zaman bu, “o gençlerin zaten Allah’ın dinine imanları yok” demektir. Din; sevgi işidir, gönül işidir, kalp işidir, gönüllülük işidir. Eğer bir kişi ne kadar az veya ne kadar çok zorlanırsa zorlansın sevdiğini, inandığını değiştiriyorsa bu onun zaten ona inanmadığını gösterir. Oysa Yüce Allah bu gençleri kitabına almış, onların kıssalarını anlatmaya değer bulmuş, onları tüm insanlığa tanıtarak onların yolundan gitmeye davet etmiştir. Bunların dinlerinin bu kadar ucuz olmaması ve kendilerinin de iki baskı ile kalplerini, fuadlarını, sadırlarını değiştiren tipler olmaması gerekmektedir.
‘Din’ kelimesi Kur’an’da sadece isim olarak bile (الدّ۪ينَ) 92 kez geçmektedir. Yeri geldiğinde bir kelimenin çok anlamlılığından bahsetmeyi marifet sayan ulema Kur’an’da 92 kez ‘din’ kelimesi geçmişken bu da yetmezmiş gibi bir de ‘millet’ kelimesine de “din” anlamı vermektedirler. Ulemanın bu sorumsuzca davranışı; her biri yiğit bir aslan olan, risalet mirasını seve seve üstlenmiş bu gençleri, şereflerin en büyüğü olan şehitlikten ve mücadeleden kaçan, can korkusu yüzünden fareler gibi mağara kovuklarına saklanan, yakalanma korkusu ile tir tir titreyen, biraz zorlanınca dinlerini bile terk edebilen pısırık korkaklara çevirmiştir.
Bu gençler, ‘Esbat’tır yani İbrahim soyunun şerefli kızlarından olma yiğitlerdir, aslanlardır. Yüce Allah’ın övgüsüne de sevgisini de yardımına da mazhar olmuşlardır. Şu bilinsin ki; Allah korkaklara yardım etmez. Allah, korkaklık üzerine oluşmuş bir kıssayı müminlere örnek getirmez. Allah, kendisine güvenerek tüm korkularını yenip mücadeleden bir adım bile geri adım atmayanları sever, onlara tüm imkanlarını kullandırır.
Bunun adı Nuh olur; Allah’ına öyle bir güvenir ki tüm kavmine tek başına meydan okur, çirkef içinde olduklarını gece gündüz yüzlerine tokat gibi çarpar. En sonunda kavmi tarafından hiçbir işe yaramaz görülüp alay konusu olan Nuh’a “Karada gemi yap” denir ve ona deniz gönderilir.
Bunun adı Hud olur; alay, küçümsenme, zorlanma içinde tarihin gördüğü-görebileceği en görkemli gücün sahiplerine beli bükülene kadar Yüce Allah’ın dinini haykırır. Yüce Allah bu zayıf ve cılız adam için görkemli ‘İrem’i kumlara gömer.
Bunun adı İbrahim olur; daha resul bile olmadan elindeki baltasıyla kafalardaki ve meydanlardaki putlara imanıyla darbeler indirir hem de tek başına hem de daha gencecik bir delikanlıyken. Ateşler yakılır da bir adım geri atmaz. Bu yüzden ona ‘Halil’ denir, bu yüzden ona “tek başına bir ümmet” denir.
İşte bize kıssası anlatılan ‘Ashabu’l Kehf’; bu mirasın mirasçısı, bu İbrahim’in şerefli kızlarının şerefli oğullarıdır. Onlar bir mağara kovuğunda korkudan titreyerek parmaklarını ısıran pısırıklar değildir. Onların mücadelesi sadece ve sadece risalet mirasının devamlılığını sağlamak için her şeyden vazgeçmektir. Onlar mağaraya girerlerken bir daha çıkmayacaklarını hesap ederek girmediler. Onlar bu mağaradan çıkacak ve mücadelelerine devam edeceklerdi. Allah onlara tıpkı Nuh’a deniz, Hud’a fırtına, İbrahim’e ateşin serinliği, Musa’ya denizin yarılması gibi bir yardım göndermiştir. Ne Nuh deniz üzerine ne Hud fırtına üzerine ne İbrahim ateşin serinleyeceği üzerine ne de Musa denizin yarılacağı üzerine hesap yaptı. Hepsinin üzerine hesap yaptıkları tek şey Yüce Allah’tı. Nuh gemisiyle birlikte batsaydı; Hud o fırtınada kavmi ile birlikte kumlara gömülseydi; İbrahim ateşte cayır cayır yansaydı; Musa o denizin kıyısında Firavun tarafından lime lime edilerek katledilseydi bile hiçbiri imanlarından zerre miktarı geri adım atmazlardı. Çünkü bir kere onlar Allah’tan, Allah da onlardan razı olmuştur. Bunun ötesi yoktur.
Şimdi, bu gençlere, her türlü tehlikeden korunmak gibi sadece Yüce Allah’ın yapabileceği ilahi bir yardım ulaşmışsa, bu, o gençlerin ataları Nuh, Hud, Salih, İbrahim, İsmail, İshak, Yakup, Yusuf gibi bir şerefe nail oldukları anlamına gelmektedir ve Allah asla korkaklara arka çıkmaz, asla pısırıklara destek vermez, kendi canını İslam davasının önüne geçirenlere asla imkanlarını kullandırmaz, zorlama veya işkence ile dinlerini değiştirecek karaktersizlere asla değer vermez. Bu, Yüce Allah’ın kitabında koyduğu ilkelerdir. Müminler canlarını ve mallarını cennet karşılığında Allah’a satmış olanlardır. Allah’a satılmış bir canı mal sahibinden daha güzel koruyacak kimse yoktur. O ne güzel müşteri, O ne güzel koruyucudur.
Bu gençleri böylesine pısırık gösteren şey ‘millet’ kelimesine verilen “din” anlamıdır. ‘Millet’ kelimesinin İbrahim bağlamında kullanıldığını ve ondan sonrasında kullanılmaya devam edildiğini söylemiştik. ‘Millet’ kelimesine verilen “din” anlamı risalet zincirinin hangi ilkeler bağlamında devam ettiğinin anlaşılmamasına ve her bir resulün tıpkı ipi kopan tespih taneleri gibi aralarında bağ olmayan mahalli liderlere dönüşmesine sebep olmuştur. Öncelikle şu bilinmelidir ki risalet kurumu Yüce Allah’ın biz kullarına rahmetinden dolayı acıyıp lütfedip kurduğu bir kurumdur. Bu kurum şu ırkın, bu ulusun, şu medeniyetin ukdesinde değildir. Bu kurum tamamen Yüce Allah’ın ukdesindedir. Resuller bu kurumun “resmi görevlileridir” ve görevleri bu kurumun ilkeleri ile –ki o ilkeler Yüce Allah’ın kitabıdır– insanlığı her türlü karanlıktan o kurumun ilkelerinin aydınlığına çıkarmak, insan türüne kendisine yakışır bir hayat nizamı önermektir. Resullerin hepsi tek bir soyun ferdidirler ve bu hakikat En’âm 74-93, Â’li İmrân 33-34, Meryem 58. ayetlerde hiçbir yanlış anlaşılmaya mahal vermeyecek şekilde bir açıklıkla bildirilmiştir.
‘Millet’ kavramının inceliklerine biraz değinen İsfahânî kelime ile alâkalı olarak şöyle demiştir.
Millet kavramı ise, neredeyse hiçbir zaman Allah’a nispet edilmez. Peygamberin ümmetine mensûp herhangi birine de izafe edilmez. Sadece Şeriatın öncülerine nispet edilebilir; her birine değil. Onun için Allah’ın dini, Zeyd’in dini denildiği gibi, Allah’ın milleti, benim milletim, Zeyd’in milleti, denilemez. Onun için namaz, Allah’ın milletidir, denilmez.
(R. el-İsfahânî / el-Müfredat)
Bu kavramın sadece öncüler için kullanılacağını söyleyen İsfahânî her nedense Kur’an’da bu kavramın sadece İbrahim için kullanıldığını görmemiş, görememiştir. Kur’an’ın hiçbir yerinde “Nuh milleti, Musa milleti, İsa milleti ve hatta Muhammed milleti” şeklinde bir tamlama geçmez ama “İbrahim’in milleti” ifadesi tam 9 kez geçer.
‘Millet’ kelimesinin sözlük anlamı “bıkmak, usanmak, yazdırmak, yazdırmasını sağlamak, millet, grup” şeklindedir. Asıl itibariyle “bir şeyin bıktırırcasına tekrar edilmesi” anlamına gelen bu kelimeye verilen “din” anlamının sebebi dinin kurallarının sürekli olarak insanın karşısına çıkmasından dolayıdır. Bu noktada her ‘millet’ bir “din” değildir ama her “din” bir ‘millet’tir dediğimizde ‘millet’ kelimesine neden “din” dendiği daha anlaşılır olacaktır. Aslında ‘millet’ kavramı “din” kelimesinin birebir karşılığı değil onun bir durumu, bir sıfatı, bir hâli olmaktadır. Basit bir tanımla “sürekli tekrar eden ve değişmeyen kurallar” anlamı verebileceğimiz “‘millet’ kelimesinin sadece İbrahim ile kullanılmasının arka planında İbrahim’in kendisinden sonraki resuller için değişmeyen bir ölçü olması gelmektedir ve o ölçü şudur:
Bir zamanlar Rabbi İbrahim’i birtakım kelimelerle sınamış, onları tam olarak yerine getirince: Ben seni insanlara önder yapacağım, demişti. “Soyumdan da (önderler yap, yâ Rabbi!)” dedi. Allah: Ahdim zalimlere ermez (onlar için söz vermem) buyurdu (TDV meali)
Bu ayette Yüce Allah İbrahim’i imam yapacağını buyurmuş ve İbrahim de kendi zürriyetinin de buna dahil edilmesini istemiştir. Bu dua “zalimler hariç” denilerek kabul edilmiştir.
Andolsun ki biz, Nuh’u ve İbrahim’i gönderdik, peygamberliği de kitabı da onların soyuna verdik. Onlardan (insanlardan) kimi doğru yoldadır; içlerinden birçoğu da yoldan çıkmışlardır (TDV meali).
Yoksa onlar, Allah’ın lütfundan verdiği şeyler için insanlara hased mi ediyorlar? Oysa İbrahim soyuna Kitab’ı ve hikmeti verdik ve onlara büyük bir hükümranlık bahşettik (TDV meali).
Bu ayetler ise hiçbir karışıklığa mahal vermeden risaletin mirasçılarının İbrahim zürriyeti olduğunu açıkça belirtmektedir. İşte bu sabit ve değişmez ölçü “İbrahim’in milleti” olmaktadır. Bu sabit ve değişmez ölçüyü temel aldığımızda İbrahim’den sonra risaletle şereflendirilenlerin tamamının İbrahim soyu olduğu kendiliğinden anlaşılmaktadır. Elbette ki bu kurallar sadece İbrahim soyundan doğmuş olmakla sınırlı kurallar değildir. Birçok ayette risaletin çerçevesi çok net bir şekilde çizilmiştir. Bu çalışmanın konusu bu olmadığı için oralara girmiyoruz.
Kronolojik olarak ‘Esbat’ daima Yakup sonrasına konuşlandırılmaktadır. Bu demektir ki ‘Esbat’ın risaletinin temelinde de “İbrahim milleti” vardır. Çünkü başka bir millete tabi olmaları durumunda onların resul olma imkanları yoktur. Kural bellidir; İbrahim zürriyeti olmak.
İbrahim’in milletinden kendini bilmezlerden başka kim yüz çevirir? Andolsun ki, biz onu dünyada (elçi) seçtik, şüphesiz o ahirette de iyilerdendir (TDV meali).
Yahudi ya da Hristiyan olun ki, doğru yolu bulasınız, dediler. De ki: Hayır! Biz, hanîf olan İbrahim’in milletine uyarız. O, müşriklerden değildi (TDV meali).
Âl-i İmrân 3/95
قُلْ صَدَقَ اللّٰهُ فَاتَّبِعُوا مِلَّةَ اِبْرٰه۪يمَ حَن۪يفًاۜ وَمَا كَانَ مِنَ الْمُشْرِك۪ينَ
De ki: Allah doğruyu söylemiştir. Öyle ise, hakka yönelmiş olarak İbrahim’in milletine uyunuz. O, müşriklerden değildi (TDV meali).
İşlerinde doğru olarak kendini Allah’a veren ve İbrahim’in, Allah’ı bir tanıyan milletine tâbi olan kimseden dince daha güzel kim vardır? Allah İbrahim’i dost edinmiştir (TDV meali).
En’âm/161
قُلْ اِنَّن۪ي هَدٰين۪ي رَبّ۪ٓي اِلٰى صِرَاطٍ مُسْتَق۪يمٍۚ د۪ينًا قِيَمًا مِلَّةَ اِبْرٰه۪يمَ حَن۪يفًاۚ وَمَا كَانَ مِنَالْمُشْرِك۪ينَ
De ki: Şüphesiz Rabbim beni doğru yola, dosdoğru millete, Allah’ı birleyen İbrahim’in dinine iletti. O, ortak koşanlardan değildi (TDV meali).
İşte bu ayetler de o kuralın teyididir. Bu durumda mağaraya sığınan gençler اَوْ يُع۪يدُوكُمْ ف۪ي مِلَّتِهِمْ (ev yu’îdûkum fî milletihim) (yahut sizi kendi milletlerine döndürürler) derlerken kastettikleri şey “dinlerinden” değil ‘millet’lerinden döndürülmektir. Az önceki ayetlerde bir mümin için ‘millet’ kavramı hakkında, ölçünün hatta tek ölçünün “İbrahim’in ‘millet’ine tâbi olmak” olduğu belirtilmişti. Bu gençler İbrahim ‘millet’inin tâbisi, izleyicisi ya da fanatiği değillerdir. Bu gençler İbrahim ‘millet’inin ta kendisidir. Bu gençlerin üzerinde bulundukları İbrahim ‘millet’inden başka bir ‘millet’e döndürülmeleri ise sadece ve sadece nesilleri yani soyları açısından mümkündür. İşte bunu zorla yapmaları mümkündür. Mağaraya sığınan bu gençler o gün tüm yeryüzünde kendi soyları arasından resul çıkacak tek kişilerdir. Bunların peşlerinde olanlar tam da bu konuda onları bozmak, nesillerini tarumar etmek ve tıpkı Yusuf’ta olduğu gibi (hâşâ) Allah’ı köşeye sıkıştırıp risalete yön vermek veya tamamen engellemek istemektedirler.
Bu kıssa Yusuf ile Mısır’a taşınmış risalet soyunun Yusuf suresinde anlatılan Yusuf, Yakup ve oğulları kıssasının devamı olan bir kıssadır. Olayın sahnesi kesinlikle Mısır’dır ve bu gençleri ‘millet’lerinden çevirip kendi ‘millet’lerine tabi olmaya zorlayanlar ise ‘ellezine hadu, yahud, yahudiyyen’ olma yönündeki yolculuklarının henüz başında olan ‘Beni İsrail’dir. Aslına bakılırsa ‘Beni İsrail’ tamlaması tam da “İSRAİL’İN MİLLETİ” anlamına gelmektedir. Yusuf’ta beceremediklerini ‘Esbat’ta yapmaya kalkışan bu lanetli millet, tarih boyunca risaletin kendilerine ait olduğunu hatta (hâşâ) Tanrı’nın sadece kendilerinin Tanrısı olduğunu, kendilerinin ise “Tanrının çocukları”, “Tanrının ‘millet’i” olduklarını söylemişler ve hâlâ da bu inanç üzere yaşamaya devam etmektedirler. Yahudilerin ellerinde bulunan kitapta Tanrı, ‘Beni İsrail’ için daima “Halkım” demekte ve sadece onların Tanrısı olduğunu diğer insan türlerinin ise hiçbir değerinin olmadığını söylemektedir. Hatta öyle ki Yusuf’un bizzat kardeşleri tarafından hadım edilip köle haline getirilmesinin bile aslında onların soyunu korumak için olduğu söylenmektedir. Bununla ilgili açıklamalar daha önce geçmişti.
Buraya kadar anlattıklarımızı toparlayarak tekrar Kehf suresi 10. ayete dönelim. Mağaraya sığınan bu gençlerin kaçış sebebi risalet soyunu korumaktır. Risalet soyu ‘millete İbrahim’dir ve bu gençler de İbrahim’in kız torunlarının oğullarıdır. Varlıkları itibariyle risaletin yükü artık bu küçük topluluğun omuzlarındadır ve onların kaçma sebepleri tam da budur. Kaldı ki resul olmalarından dolayı bu kaçışları kendi can korkularından dolayı olmaması, Yüce Allah’ın emri olması gerekmektedir. Çünkü resuller Yüce Allah’ın izin vermediği bir şeyi asla yapamazlar. Onların kıssaları Yusuf kıssasında anlatılan kıssanın devamıdır. Risalet soyu Yusuf ile Mısır’a gelmişti ve geldiklerinde durumları gayet iyiydi. Fakat Musa döneminde durumlarının kötü olduğunu görmekteyiz. İşte bu kıssa Yusuf ile Musa arasında neler yaşandığını anlatan bir kıssadır.
Gençlerin mağaraya sığınırken içinde bulundukları hal budur. Durumları bu olunca ve kaçış sebepleri de İbrahim ‘millet’ini korumak olunca ettikleri duanın da buna yönelik olması gerekmektedir.
Hani gençler mağaraya sığınmış ve akabinde “Rabbimiz bize tarafından bir rahmet ver ve bize durumumuzdan dolayı doğru ve meşru yöntemler hazırla” diye dua etmişlerdi.
Hani gençler mağaraya sığınmış ve akabinde “Rabbimiz bize tarafından bir rahmet ver ve çoğalıp artalım diye bizim için meşru ve doğru yöntemler hazırla” diye dua etmişlerdi.
Not: İkinci mealde مِنْ اَمْرِنَا (min emrinâ) ifadesindeki مِنْ (min) harf-i cer’i “sebebiyet” anlamında alınmıştır.
Bu gençlerin korumaya çalıştığı şey İbrahim ‘milleti’dir. İbrahim ‘milleti’nin devamlılığı ise onun soyundan gelenlerin onu merkeze almasıdır. Kavimleri onları İbrahim ‘milleti’nden koparmak ve İbrahim ‘milleti’nin kökünü kurutup risalete yön vermek istemektedirler. Bu durumda onlardan çıkacak soyun korunması gerekmektedir. İşte duaları da buna yöneliktir.
Böylece biz de mağaranın içinde kulaklarının üzerine sayılı yıllarca vurduk.
Müktesebat tarafından tasavvurlara yerleştirilen ashabu’l kehf kıssasının en bilinir yanı, bu gençlerin bir mağarada uzun yıllar uyumuş olmalarıdır. Fakat Kur’an’da anlatılan kıssa boyunca direkt “uyku” anlamına gelen hiçbir kelime kullanılmamaktadır. İlerideki ayetlerde gelecek olan ve müfessirlerin “uyumak, uyandırmak” anlamını verdikleri اَيْقَاظًا – رُقُودٌۗ – بَعَثْنَا (be’aśnâ – rukûd(un) – eykâzan) ifadelerinin de geçtikleri bağlamda “uyumak” ve “uyandırmak” manalarına kullanıldığı hem şüphelidir hem de bir hayli zorlamadır. Sırası geldiğinde o ifadeler üzerinde de duracağız. Müfessirler bu ayette geçen فَضَرَبْنَا عَلٰٓى اٰذَانِهِمْ (Fedarabnâ ‘alâ âżânihim) bu ibareye de “onları uyuttuk” manası vermişlerdir. Kurtubi ayete şu manayı vermiş ve ardından da şu tefsiri yapmıştır:
Bunun üzerine Biz de nice yıllar mağarada kulaklarına vurduk.
Bu buyruk, Yüce Allah’ın onları uyuttuğunu anlatan bir tabirdir. Bu da Kur’an-ı Kerim’in Arapların benzerini meydana getiremeyeceklerini ikrar ve itiraf ettikleri oldukça fasih ifadelerdendir. Ez-Zeccac dedi ki: Biz onların sesleri işitmelerini engelledik. Çünkü uyuyan kimse bir ses işitti mi uyanır.
İbn Abbas da şöyle demektedir: Biz kulaklarına uykuyu vurduk. Yani seslerin kulaklarına nüfuz etmelerini önleyecek şekilde tıkadık. Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir. Biz kulaklarına vurduk. Yani onların dualarını kabul ettik, kavimlerinin onlara kötülük yapmalarını önledik ve onları uyuttuk.
Bütün bu anlamlar birbirine yakındır. Kutrub da şöyle demiştir: Bu Arapların: Emirin, yönetimi altındaki kimseleri fesat işlemekten alıkoymasını anlatmak için “emir yönetimi altındakilerin ellerine vurdu (alıkoydu)” tabiri ile efendinin, ticaret yapma iznini verdiği kölesini tasarruftan alıkoymasını anlatmak üzere kullandıkları, “efendi kölesinin eline vurdu” tabirlerine benzemektedir.
Özellikle “kulakların” söz konusu edilmesine gelince; uykunun ve uyku rahatının bozulmasına en büyük etken organın o oluşundan dolayıdır. Uyuyan bir kimsenin uykusu ancak kulağının işittiği seslerden dolayı bozulur. Uykunun başka türlü bozulması nadirdir. Ve sağlam bir uyku ancak kulağın bir şey duymaması halinde olur.
(Kurtubi – Tefsir c.10.s.548)
Kurtubi’nin bu açıklamaları hakikaten çok tuhaftır. Sanki bu gençler akşam yatmış da sabah kalkmışlar gibi konuşmaktadır. İster ses olsun isterse hiç çıt çıkmasın bir kişinin uzun yıllar uyumasını “kulakların, sesleri duymasının engellenmesi” üzerinden açıklamak akıl kârı değildir. Eğer ki bu gençler uzun yıllar uyutulmuşsa yanlarında davul da çalınsa uyanmayacaklardır. Çünkü bu kadar uzun uyumak asla normal bir durum değildir ve hatta bir nevi bitkisel hayata girmek gibi bir şeydir. Dolayısıyla ayette geçen فَضَرَبْنَا عَلٰٓى اٰذَانِهِمْ (Fedarabnâ ‘alâ âżânihim) bu ifadeye “kulaklarının üzerine vurduk” anlamı vermek ve buna da “gençlerin sağlam bir uyku çekmesi için kulaklarının sesleri duymasının engellenmesi” gibi bir açıklama getirmek hiç de isabetli olmayacaktır. Çünkü normalin binlerce katı üzerinde uyuyan bir kişinin o uykuya devam edip uyanmaması için sadece kulaklarının sesleri duymasını engellemek değil, su ve gıda gibi vücudun ihtiyaç duyduğu şeylerin verilmesi ve vücutlarının da zamanın yıpratıcı etkilerinden korunması gerekmektedir. Bir insanın yıllarca uyuması mümkündür. Mesela, kayıtlara geçmiş en uzun bitkisel hayatı yaşayan “Münira Abdulla” isimli bir kadın 1991 yılında girdiği bitkisel hayattan 27 yıl sonra tekrar uyanmıştır. Ama bu süre zarfında vücudun canlılığını koruyabilmesi için kendisine sürekli olarak su ve gıda verilmiştir fakat zamanın yıpratıcı etkilerinden korunamamıştır. İnsan yıllarca uyumaya dayanabilir ama açlığa ve susuzluğa yıllarca dayanması mümkün değildir. Normal koşullar altında yani bulunan ortamın aşırı sıcak veya soğuk olmadığı ya da aşırı güç harcanmadığı durumlarda bir insan 3-5 gün susuz kalabilir. Çok nadir olarak bazı sağlam bünyelerin 8-10 gün susuzluğa dayanabildiği görülmüştür ama bu asla bu rakamlardan fazla değildir. Bir insanın açlığa dayanması ise en fazla 2-2,5 aydır.
Bu verileri temel aldığımızda eğer bu gençler yüzlerce yıl uyutulmuşsa burada mucize olan şey onların kulaklarının sesleri duymasının engellenmesi veya uyuma süreleri değil, bu süre zarfında aç ve susuz olarak yaşamaları ve uyudukları süre boyunca zamanın yıpratıcı etkilerinden hiç etkilenmemiş olmalarıdır. Bu gençlerin ortalama yaşlarını 20 yaş alırsak ve uyuma sürelerinin de rivayetlerde söylendiği gibi 309 yıl olduğu varsayımı üzerinden hareket edersek bu gençler uyandıklarında 329 yaşlarında olmaları gerekmektedir.
Müfessir ve meal yazarlarının kıssadaki ayetlere verdikleri mealleri temel aldığımızda onların uykuları hakkında şöyle bir durum oluşmaktadır.
- Az önce Kurtubi’nin Kehf 11. ayetteki فَضَرَبْنَا عَلٰٓى اٰذَانِهِمْ (Fedarabnâ ‘alâ âżânihim) (kulaklarının üzerine vurduk) ifadesinden “kulaklarının sesleri duymalarının engellendiğini” söylediğini aktarmıştık.
- Kehf 18. ayetteki وَنُقَلِّبُهُمْ ذَاتَ الْيَم۪ينِ وَذَاتَ الشِّمَالِۗ (ve nukallibuhum żâte-lyemîni veżâte-şşimâl(i)) ifadesinden ise “uykuları sırasında bir sağa bir sola döndürüldükleri” söylenmiştir. Kurtubi bu ifadeye şu tefsiri getirmiştir.
“Biz onları sağ yanlarına da sol yanlarına da çeviriyorduk” buyruğu hakkında İbn Abbas der ki: Yer onların etlerini yiyip bitirmesin diye böyle yapıyordu. Ebu Hureyre dedi ki: Her yıl onlar iki defa döndürülüyorlardı. Yılda bir defa döndürüldükleri de söylenmiştir. Mücahid de şöyle demektedir: Her yedi yılda bir defa döndürülüyorlardı. Bir başka kesim de şöyle demektedir. Ancak son dokuz yılda döndürülmüşlerdir. Üç yüz yıl içerisinde ise döndürülmediler. Müfessirlerin konu ile ilgili açıklamalarının zahirinden anlaşıldığına göre; onların bu döndürülmeleri Allah’ın bir fiili idi. Bununla birlikte, Allah’ın emriyle bir melek tarafından yapılması ve böylelikle bu fiilin Yüce Allah’a izafe edilmesi de mümkündür.
(Kurtubi / Tefsir c.10.s.558)
Bu iki durumun uykuları ile alâkalı olduğunu kabul etsek bile bu gençlerin çok uzun süre uyutulmalarında “onların sesleri duymasının engellenmesi” ve “etleri çürümesin diye sağa sola döndürülmeleri” neredeyse hiç önemi olmayan iki detay gibidir. Böylesine önemsiz iki detay verilmektedir ama bu gençlerin uykuları sırasında nasıl beslendikleri, nasıl su içtikleri ve zamanın yıpratıcı etkilerinden nasıl korundukları gibi çok daha önemli detaylar verilmemektedir. “Etleri çürümesin diye sağa sola döndürülmek” gibi dış bir müdahaleden bahsedilmektedir ama su ve gıda almaları için herhangi bir dış müdahaleden bahsedilmemektedir. Tam burada “Allah isterse elbette yapar” söylemine sarılmak bir çelişki olacaktır. Elbette ki Allah isterse her şeyi yapar ve kimse O’na bir sınır koyamaz. Ama bir yandan birilerini yemeden, içmeden üç yüz küsur yıl yaşatmak diğer yandan etleri çürümesin diye melek görevlendirmek tuhaf olmayacak mıdır? Mademki bunlar üç yüz yıl gibi uzun bir süre yemeden, içmeden ve zamanının yıpratıcı etkilerinden hiçbirine maruz kalmadan yaşatıldılar, sağa sola döndürülmeden de yaşatılamazlar mıydı?
Zamanın yıpratıcı etkileri derken şunu kastediyoruz:
Böylece biz, aralarında birbirlerine sormaları için onları uyandırdık: İçlerinden biri: “Ne kadar kaldınız?” dedi. (Kimi) “Bir gün ya da günün bir parçası kadar kaldık” dediler; (kimi de) şöyle dediler: “Rabbiniz, kaldığınız müddeti daha iyi bilir. Şimdi siz, içinizden birini şu gümüş paranızla şehre gönderin de baksın, (şehrin) hangi yiyeceği daha temiz ise size ondan erzak getirsin; ayrıca, nâzik davransın (gizli hareket etsin) ve sakın sizi kimseye sezdirmesin” (TDV meali).
Uzun süre uyuduktan sonra bu gençler sanki dün uyumuş da sabah uyanmışlar gibi konuşmaktadırlar. Bu kadar uzun süre içerisinde ne saçları ne sakalları ne tırnakları uzamış ne de ihtiyarlayıp yüz hatları değişmiştir. Hatta giydikleri elbiseler bile eskimemiş, yıpranmamış ve zamanın yıpratıcı etkilerine maruz kalmamıştır.
Biraz önce kıssa boyunca “uyku” anlamına gelecek kelimelerin kullanılmadığını, müfessirlerin bu gençlerin uzun süre uyutulduklarını “uyumak, uyandırmak” anlamını verdikleri اَيْقَاظًا – رُقُودٌۗ – بَعَثْنَا (be’aśnâ – rukûd(un) – eykâzan) işte bu kelimelerden çıkardıklarını belirtmiştik. Ama bunun yanında bu kelimelerin geçtiği yerlerde kelimelere verilen manaların da şüpheli olduğunu belirtmiştik. Mesela, 18. ayetin başında içinde “uyanık ve uyku” kelimelerinin geçtiği şu cümleye meal ve tefsir uleması şu manaları vermişlerdir.
وَتَحْسَبُهُمْ اَيْقَاظًا وَهُمْ رُقُودٌۗ…Onları uyanık sanırdın, oysa onlar uyumaktaydılar (Zemahşerî).
وَتَحْسَبُهُمْ اَيْقَاظًا وَهُمْ رُقُودٌۗ…Onları uyuyor oldukları halde sen onları uyanık sanırdın (Kurtubi).
وَتَحْسَبُهُمْ اَيْقَاظًا وَهُمْ رُقُودٌۗ…Sen onları uyanık sanırsın, oysa onlar (derin bir uykuda) uyumuşlardır (A. Bulaç).
وَتَحْسَبُهُمْ اَيْقَاظًا وَهُمْ رُقُودٌۗ…Onları uyanık ve ayık sanırdın, halbuki onlar uyuşlardı (B. Bayraklı).
وَتَحْسَبُهُمْ اَيْقَاظًا وَهُمْ رُقُودٌۗ…Uykuda oldukları halde sen onları uyanık sanırsın (DİB meali).
وَتَحْسَبُهُمْ اَيْقَاظًا وَهُمْ رُقُودٌۗ…Kendileri uykuda oldukları halde sen onları uyanık sanırdın (TDV meali):
وَتَحْسَبُهُمْ اَيْقَاظًا وَهُمْ رُقُودٌۗ…Uykuda olmalarına rağmen onları uyanık sanırsın (E.Yüksel)
وَتَحْسَبُهُمْ اَيْقَاظًا وَهُمْ رُقُودٌۗ…Bir de onları uyanıklar zannedersin halbuki uykudadırlar (Elmalılı orijinal).
وَتَحْسَبُهُمْ اَيْقَاظًا وَهُمْ رُقُودٌۗ…Kendileri uykuda oldukları halde sen onları uyanık sanırdın (M. Okuyan)
وَتَحْسَبُهُمْ اَيْقَاظًا وَهُمْ رُقُودٌۗ…Onlar (ölüm uykusuna) yattıkları halde sen onları uyanık sanırdın (M. İslamoğlu).
وَتَحْسَبُهُمْ اَيْقَاظًا وَهُمْ رُقُودٌۗ…Uykuda oldukları halde sen onları uyanık sanırsın (S. Ateş)
وَتَحْسَبُهُمْ اَيْقَاظًا وَهُمْ رُقُودٌۗ…Uyanık olduklarını sanırdın halbuki uzun bir uykuya dalmışlardı (SV).
Bu meallerde, Kehf suresi 18. ayetin başında muzari bir fiil olarak geçen وَتَحْسَبُهُمْ (vetahsebuhum) kelimesine geçmiş zaman olarak “sanırdın” şeklinde mana verenlerin zaten dikkate alınacak bir tarafı yoktur. Çünkü ne ayetin öncesinde ne de sonrasında muzari geçen bu fiili mâziye çevirmeyi gerektirecek hiçbir delilleri yoktur. Onlara bu muzari fiili mâziye çevirten şey sadece Kehf kıssasının arkasına koydukları rivayetlerdir. Bu yüzden bunları eleştirmeye dahî değer görmüyoruz.
Fiile olması gerektiği gibi muzari ve cümleye de “uykuda oldukları halde onları uyanık sanırsın” şeklinde mana verenler ise daha büyük bir çelişkiye düşmektedirler. Çünkü meal ve tefsir ulemasının tamamına göre ayette kendisine “sen” diye hitap edilen Muhammed’dir. Kehf kıssası da Muhammed’den önce yaşanmış ve bitmiştir. Ayete bu şekilde meal verenlerin her şeyden önce nasıl olur da yaşanmış ve bitmiş bir olay için Muhammed’e şimdiki, gelecek ve geniş zamanı gören bir fiille “uyanık sanırsın/sanıyorsun/sanacaksın” dendiğini açıklamaları gerekmektedir. Ayrıca cümlede geçen ve anlamı “uyanık olmak” değil de “uyandırılmış olmak, ikaz edilmiş olmak, kışkırtılmış olmak” anlamına gelen اَيْقَاظًا (eykâzan) kelimesinin nasıl olur da “uyanık olmak” anlamına geldiğini de açıklamaları gerekmektedir. Bu meal yazarlarının kelimelere verdikleri manalara hiç itiraz etmesek bile cümleye verilmesi gereken anlamın “onlar uyuyor oldukları halde sen onları uyandırılmış sanıyorsun” şeklinde olması gerekmektedir. Çünkü sadece وَتَحْسَبُهُمْ (vetahsebuhum) fiili değil aynı zamanda şibh-i fiil olan رُقُودٌ (rukûd(un)) kelimesine de muzari anlam verilmesi gerekmektedir. Cümle içinde nekira olarak geçen şibh-i fiillerin zamanı kesinlikle muzaridir. Mâzi anlam verilebilmesi için cümlede geçmiş zaman bildiren bir zarf olması gerekmektedir.
Bu cümleyi muzari iken mâziye çevirenler elbette ki hemen sonrasında yine muzari olarak geçen وَنُقَلِّبُهُمْ ذَاتَ الْيَم۪ينِ وَذَاتَ الشِّمَالِ (ve nukallibuhum żâte-lyemîni veżâte-şşimâl(i)) bu cümleyi de “onları sağa sola çevirirdik” şeklinde mâzi yapmak zorunda kalmışlardır. Dediğimiz gibi bu cümleleri mâzi zaman kipinde çevirenlerin eleştirilmeye değer bir temelleri yoktur. Önceki cümleye muzari anlam verenler ise burada da aynı çelişkili duruma düşmektedirler. Çünkü bu cümle “onları sağa ve sola çeviririz, çeviriyoruz, çevireceğiz” şeklinde hâlâ bitmemiş bir olaydan bahsetmektedir. Oysa hepsi de bu ayetteki “sen” denilen kişinin Muhammed, bu gençlerin de Muhammed’den önce yaşamış İsa’ya inanan gençler, olayın da Muhammed’den önce yaşanmış ve bitmiş bir olay olduğu hususunda ittifak etmişlerdir.
Meal ve tefsir yazarlarına göre bu gençlerin uyuduklarına dair en kuvvetli delil, içinde “uyku” ve “uyanıklık” kelimelerinin geçtiği işte bu cümleler ve kelimelerdir ve bu cümlelere nasıl mealler verdikleri ortadadır. Müfessirlerin bu gençlerin uyutulduklarına dair delillerini bir daha sıralayalım:
- Kehf 11. ayetteki “kulaklarının üzerine vurduk” anlamını verdikleri فَضَرَبْنَا عَلٰٓى اٰذَانِهِمْ (Fedarabnâ ‘alâ âżânihim) bu ifade.
- 18. ayette kimisinin mâzi kimisinin muzari olarak “onlar uykuda oldukları halde sen onları uyanık sanırdın/sanırsın” anlamını verdikleri وَتَحْسَبُهُمْ اَيْقَاظًا وَهُمْ رُقُودٌۗ (Vetahsebuhum eykâzan vehum rukûd(un)) bu cümle.
- 18. ayette yine kimisinin mâzi olarak kimisinin muzari “onları sağa sola çevirdik/çeviririz” manasını verdikleri وَنُقَلِّبُهُمْ ذَاتَ الْيَم۪ينِ وَذَاتَ الشِّمَالِ
(ve nukallibuhum żâte-lyemîni veżâte-şşimâl(i)) bu cümle.
- Kehf 19. ayetteki “gönderdik, dirilttik, yeniden harekete geçirdik” anlamına gelen ve hemen hepsinin “onları uyandırdık” anlamını verdikleri بَعَثْنَاهُمْ (be’aśnâhum) bu ifade.
Ulemanın ileri sürdüğü bu delillerin en kuvvetlisi 18. ayette her ikisi de muzari olarak geçen وَتَحْسَبُهُمْ اَيْقَاظًا وَهُمْ رُقُود (Vetahsebuhum eykâzan vehum rukûd(un)) bu ve وَنُقَلِّبُهُمْ ذَاتَ الْيَم۪ينِ وَذَاتَ الشِّمَالِ (ve nukallibuhum żâte-lyemîni veżâte-şşimâl(i)) bu cümledir. “Kulaklarının üzerine vurduk” anlamını verdikleriفَضَرَبْنَا عَلٰٓى اٰذَانِهِمْ (Fedarabnâ ‘alâ âżânihim) cümlesi ile “onları uyandırdık” anlamı verdikleri بَعَثْنَاهُمْ (be’aśnâhum) kelimesinin “uyku” ile alâkalarının kurulması sadece yorumdur.
Az önce “kulaklarının üzerine vurduk” anlamına gelenفَضَرَبْنَا عَلٰٓى اٰذَانِهِمْ (Fedarabnâ ‘alâ âżânihim) bu cümlenin “uyku” ile arasındaki münasebetin çok tuhaf ve isabetsiz olduğu üzerinde biraz durmuştuk. Bu ifadeye birazdan geri döneceğiz. Ondan önce hemen hepsinin “onları uyandırdık” anlamını verdikleri بَعَثْنَاهُمْ (be’aśnâhum) kelimesi üzerinde biraz duralım.
ب ع ث (ba + ayn + se) kök harflerine sahip bu kelime Kur’an’da çeşitli formlarda 67 kez kullanılmaktadır. Kehf suresindeki diğer kullanımların tamamında “ölü olanı diriltmek – bir şeyi yeniden harekete geçirmek – göndermek” anlamlarında kullanılmıştır. Kehf kıssasında 12. ve 19. ayetteki iki kullanımı dışında kelimeye “uykuda olanı uyandırmak” manası hiç verilmemiştir. Buna en güzel örnek yine bir uyutulma durumunu anlatan başka bir kıssadır.
Yahut görmedin mi o kimseyi ki, evlerinin duvarları çatıları üzerine çökmüş (alt üst olmuş) bir kasabaya uğradı; “Ölümünden sonra Allah bunları nasıl diriltir acaba!” dedi. Bunun üzerine Allah onu öldürüp yüz sene bıraktı; sonra tekrar diriltti. Ne kadar kaldın? dedi. “Bir gün yahut daha az” dedi. Allah ona: Hayır, yüz sene kaldın. Yiyeceğine ve içeceğine bak, henüz bozulmamıştır. Eşeğine de bak. Seni insanlara bir ibret kılalım diye (yüz sene ölü tuttuk, sonra tekrar dirilttik). Şimdi sen kemiklere bak, onları nasıl düzenliyor, sonra ona nasıl et giydiriyoruz, dedi. Durum kendisince anlaşılınca: Şimdi iyice biliyorum ki, Allah her şeye kadirdir, dedi (TDV meali).
Her ne kadar bu ayete verilen bu tür meallere zerre kadar katılmasak bile konumuzla alâkalı söyleyeceklerimizi bu meallerden bile anlamak mümkündür. Bu ayetin arkasına konulan rivayetlere göre bahse konu olan kişi Ezra (Üzeyr)’dir. Bu ayete göre o da tıpkı mağaradaki gençler gibi yüz yıl uyutulmuş ve sonra tekrar uyandırılmıştır. Fakat bu ayette de “uyku” kelimesi yoktur. Onun yerine فَاَمَاتَهُ اللّٰهُ مِائَةَ عَامٍ ثُمَّ بَعَثَه (feemâtehu(A)llâhu mi-ete ‘âmin śumme be’aśeh(u)) “Bunun üzerine Allah onu öldürüp yüz sene bıraktı sonra tekrar diriltti” cümlesi vardır. Bu kişi Kehf kıssasındaki gençler gibi uykusundan uyandırılmamış, öldürüldükten yüz sene sonra tekrar diriltilmiştir. Yani burada bile kelime “öldürmek” fiiline karşı “tekrar diriltmek” manasında kullanılmıştır. Fakat tüm bunlara rağmen kelimenin Kehf suresindeki kullanımlarının “uykudan uyandırmak” manasına gelemeyeceğini söylememiz mümkün değildir. Çünkü kelimenin “uyandırmak” manası kesinlikle vardır. Kelimenin sülasi kökündeki manaları “elçi göndermek, yollamak, hareket halinde olmayan bir şeyi tekrar harekete geçirmek” şeklindedir. Uykuda olan kişiyi uyandırmak da hareket halinde olmayan birini harekete geçirmektir. Fakat bu kelimenin “uykudan uyandırmak” manasına kullanılabilmesi için, kurulacak cümlede “uyku” kelimesinin kesinlikle kullanılması gerekmektedir. Mesela şu şekilde بَعَثَ الرَّجُلُ (Baase’r raculu) bir cümle kurduğumuzda cümleye meful atamadan anlam vermek çok zordur. Cümleye atanacak mefulün harf-i cer veya harf-i cer’siz kullanımı bile anlamı değiştirecektir. Bu cümleye بَعَثَ الرَّجُلُ وَلَدَهُ şeklinde bir meful atadığımızda cümle “adam çocuğunu gönderdi” anlamına gelecektir. Ama aynı cümleye harf-i cer’le bir meful daha verdiğimizde anlam مِنْ مَنَامِهِ بَعَثَ الرَّجُلُ وَلَدَهُ “Adam çocuğunu uykudan uyandırdı” anlamına gelecektir. Aynı cümleye bir başka meful atadığımızda anlam بَعَثَ الرَّجُلُ وَلَدَهُ اَلَى اُمِّهِ “Adam çocuğunu annesine gönderdi” şekline dönüşecektir. Dediğimiz gibi bu kelimenin “hareketsiz olanı harekete geçirmek” anlamının uykuda olanı uyandırmak gibi bir manaya gelmesi mümkündür ama böylesi bir cümlede “uyku” kelimesinin olması gerekmektedir. Yani hareketsiz olanın uykuda mı, ölmüş mü, oturmuş mu, hareketsiz mi olduğunun kesinlikle belirtilmesi gerekmektedir. Mağaradaki gençler için kullanılan bu kelimeye “uykudan uyandırma” anlamının verilebilmesi için önce bu gençlerin uykuda olduklarının sağlam delillerle ispatlanması gerekmektedir. Mesela, az önce verdiğimiz Bakara 259. ayette de sadece بَعَثَهُۜ (be’aśeh(u)) ifadesi vardır. İfadenin devamında hiçbir şey yoktur ama bu ifadeden önce فَاَمَاتَهُ اللّٰهُ مِائَةَ عَامٍ (feemâtehu(A)llâhu mi-ete ‘âmin) (böylece Allah onu yüz sene öldürdü) cümlesi vardır. Bu cümle kendisinden sonra gelen بَعَثَهُۜ (be’aśeh(u)) fiilinin “onu (ölümden) diriltti” anlamına geleceğinin delilidir. Çünkü bu kelimeden önce bu kişinin öldürüldüğünden bahsedilmiştir.
Fakat Kehf kıssasında gençlerin uyutulduklarına dair ileri sürülen delillerin hiçbiri Bakara suresindeki ayette belirtilen durum gibi sarih değildir. Müfessirlerin, gençlerin yüzlerce yıl uyutuldukları ve sonra da uyandırıldıklarına dair ayetlerden getirdikleri delillerin hiçbiri de onların gösterdiği şekilde değildir. Onların delil diye ileri sürdüklerini kendi anlayışlarına göre nasıl delile çevirdiklerini de az önce gördük. İşte bu durum kaçınılmaz olarak bize şu soruyu sordurmaktadır.
Bu gençlerin yüzlerce yıl uyutuldukları tamamen uydurma mıdır?
Yusuf’un hadım edilme süreçlerini anlatan Yusuf adlı çalışmamızın birinci cildinde bu konu üzerinde oldukça geniş bir şekilde durulmuştur. ↑
Açık ayetlere rağmen bulabildiği her herzeyi ayetin altına yazmayı tefsir zanneden ulema bu açık ayete rağmen ve Kur’an’da başka bir Yusuf’un kıssası anlatılmamış olmasına rağmen ayette geçen ‘Yusuf’ isminin başka bir “Yusuf” olduğunu bile iddia edebilmiştir. Alıntı yaptığımız bu mealin sahipleri dipnot olarak şunu düşmüşlerdir: “Bazı müfessirler ‘Buradaki Yusuf’tan maksat, Hz. Yusuf’un torunu Yusuf b. Efrâîm’dir’ demişlerse de Yusuf b. Ya’kup’dur diyen rivayet daha kuvvetli görülmektedir.” Bu meal yazarları her halükârda bu ayette bahsedilen Yusuf’un Kur’an’da kıssası anlatılan Yusuf olmadığını, ayette geçen ‘Yusuf’ isminin de Yusuf’un iki oğlu olan “Efraim” veya “Yakup” olduğunu, daha kuvvetli olanınsa “Yusuf b. Yakup” olduğunu söylemektedirler. Peki bu meal yazarları bu bilgiyi nerden almışlardır? Tabi ki müfessirlerden. Peki müfessirler bu bilgiyi nerden almışlardır? Tabi ki Yahudilerden (Le havle vela kuvvete illa billah). Ayet ‘Yusuf’ demektedir, bunlar “Evet orada ‘Yusuf’ yazıyor ama sen ‘Efraim’ anla; yok o zayıf bir bilgi, sen en iyisi ‘Yakup’ anla” demektedirler. Peki öyle anlayalım, ama “Kim bu Efraim ve Yakup?” diye sorduğumuzda önümüze her adımında bin yalan söylenen Yahudi herzelerini delil olarak koymaktalar. Yüce Allah’ın ayeti bu yalanlarla öyle kuşatılmış ki yalanlarla uğraşmaktan bir türlü ayeti anlamaya geçememekteyiz. Ayette karışık ve kapalı bir durum yoktur. Gayet açık ve anlaşılır bir şekilde ‘Yusuf’ demektedir ve Kur’an’da anlatılan ‘Yusuf’ sadece bir tanedir. Kur’an’da 27 kez geçen ‘Yusuf’ ismi Yusuf kıssası dışında biri bu ayette diğeri En’âm 84. ayette olmak üzere sadece iki kez geçmektedir. Geri kalanın hepsi Yusuf suresinde geçmektedir Yusuf’u Kur’an’da arayan ve Yüce Allah’ın kitabıyla yetinen için bu bilgi yeterlidir, Yüce Allah’ın kitabıyla yetinmeyen kişi ise bizden uzak olsun. ↑