Başlıklar
Şunlar حم (1), benzerlerinden karışmayacak şekilde ayrılmış (2) bu yazının işâretleridir.
(1) Âyetin orijinal metninde ‘şunlar’ ve ‘işâretleridir’ kelimelerini içeren bir cümle yoktur. Bilebildiğimiz hiçbir yazı türüne uymayan Kur’an, her yönüyle müstesnâ bir metindir. Bu metin; insan, cin veya şeytan îcâdı bir metin değildir. Dolayısıyla hiçbir yazı türüne benzemeyen bu metnin, kendi içeriğini oluşturan işâretleri tanıtması zaten doğal bir zorunluluktur. Geleneksel dînî anlayış tarafından ‘hurûf-ı mukattaa’ olarak tanımlanan bu işâretler, herhangi bir kelime oluşturmaksızın kendi başlarına kullanıldıklarında asla ‘huruf / harf’ sınıfına giremezler. Çünkü ‘harf’, bir sese tahsis edilmiş işârete denir. Oysa elimizdeki mushafın aslı noktasız ve harekesizdir. Yani sadece bu âyetin en başındaki bu (حم) işâretler değil, kitaptaki işâretlerin tamamı noktasız ve harekesizdir. Noktasız ve harekesiz olarak yazılmış tüm mushaflarda kullanılan işâretlerin sayısı toplam 15’tir. Noktasız ve harekesiz yazılmış işâretlerin bir sese tahsis edilerek yazılması, ancak ve ancak yapılacak bir iştikak çalışması sonucunda olmalıdır ve her bir iştikak çalışması da bu çalışmayı yapanın kişisel içtihâdı olarak adlandırılmalıdır. Noktasız ve harekesiz mushaflara nokta ve hareke koymak, kelimenin tam anlamıyla bir meâl çalışmasıdır. Yani noktasız ve harekesiz mushafın noktalı ve harekeli hâli o mushafın kendisi değil, bir meâlidir. Yukarıdaki âyette geçtiği gibi, noktasız ve harekesiz mushaflarda (حم) şeklinde yazılan bu işâretler şu üç şekilden (جم – حم – خم) her biri olabilir. Dolayısıyla bu işâretleri geleneksel dînî anlayışın okuduğu gibi ‘HA-MİM’ olarak okumak mümkün değildir.
Öte yandan, geleneksel dînî anlayış bu işâretler hakkında tonla yorum yapmış ve tamamı da bu işâretlerin anlamının bilinmediği ortak kanısına varmıştır. O hâlde nasıl olur da anlamı bilinmeyen, ne oldukları hakkında net bir şey söylenmeyen bu işâretler ‘ha-mim’ olarak okunur? Geleneksel anlayış bununla da kalmamış; ‘anlamının ve ne işe yaradığının bilinmediği’ kanısını genelleyerek âyetin en başında gelen işâretleri devamındaki cümleden koparmış ve onları müstakil bir âyet yani tek başına bir cümle yapmıştır. Yani tek başına bu (حم) işâretler bir âyettir; ama ne dediği de ne işe yaradığı da bilinmeyen bir âyettir. Aslına bakılırsa bu işâretleri önlerindeki cümlenin bir öğesi yapmayıp onlara ‘hurûf-ı mukattaa’ diyerek bu işâretleri kesip atmaları, aslında o işâretleri yok saymaları anlamına gelmektedir. Kur’an’ın kıyâmete kadar insanlığa kılavuz olacağına inanan bir müminin bu işâretlere yönelik “Anlamı bilinmiyor, şifredir, dikkat çekmek için çıkarılan anlamsız seslerdir, sırdır, her bir harfi bir anlama işâret etmektedir.” şeklinde bir yaklaşım göstermesi, bu işâretleri anlamak yerine sınırı ve ilkesi olmayan yorumların konusu yapması asla tasvip edilecek bir şey değildir.
Özellikle Kur’an’ı anlama çabası içine girip de Kur’an üzerinde çalışanların bu işâretleri yok saymak yerine gramerin tüm imkanlarını kullanarak o işâretleri önündeki cümleye dâhil etmeleri, olması gereken en doğru davranış biçimi olacaktır ve bunu yapmaya imkân bulunmaktadır.
Her önüne geldiği yerde “Hazf var.” diyerek âyetlere kelimeler eklemeyi mahâret sayan geleneksel dînî anlayış, -nedense- bu şekilde gelen âyetlerde ‘hazf’ olduğuna işâret de varken buna başvurmamış; ama öte yandan hem Allah’a yemin ettirmiş hem de en baştaki işâretleri anlamsızlığın kucağına atmayı bilmiştir.
Apaçık Kitab’a andolsun;
(Ali Bulaç Meâli)
Allah yolunu apaçık gösteren bu Kitab’a yemin olsun ki,
(Ali Fikri Yavuz Meâli)
Apaçık olan o kitaba andolsun ki;
(Bahaeddin Sağlam Meâli)
Apaçık kitaba andolsun.
(Bayraktar Bayraklı Meâli)
2,3. Apaçık Kitab’a andolsun ki, iyice anlayasınız diye biz, onu Arapça bir Kur’an yaptık.
(Diyanet İşleri Meâli (Yeni))
2,3. Apaçık Kitab’a andolsun ki biz, anlayıp düşünmeniz için onu Arapça bir Kur’an kıldık.
(Diyanet Vakfı Meâli)
Giriş ve metnin amaçlarının sunumu
Apaçık kitaba andolsun ki,
(Edip Yüksel Meâli)
Apaçık Kitap’a ant olsun ki!
(Erhan Aktaş Meâli)
(Hidâyet yolunu) apâşikâr gösteren (şu) kitaba andederim ki,
(Hasan Basri Çantay Meâli)
(Âyetleri) Açık anlaşılır kitaba and olsun ki.
(İlyas Yorulmaz Meâli)
Apaçık olan kitaba andolsun.
(Kadri Çelik Meâli)
(Hakkı bâtıldan) ayırt edici kitaba yemin olsun;
(Mehmet Türk Meâli)
Apaçık bildiren kitaba and-olsun ki.
(Ömer Nasuhi Bilmen Meâli)
Açık olan ve gerçekleri açıklayan bu kitaba yemin olsun.
(Suat Yıldırım Meâli)
Apaçık Kitaba andolsun ki
(Süleyman Ateş Meâli)
Buraya aldığımız ve almadığımız birçok meâl yazarı, âyetin başında gelen bu (حم) işâretleri zaten görmediği gibi anlamsız bir şekilde ‘ha-mim’ diye de çevirerek onu tek başına bir âyet saymış, hemen devamındaki cümlenin başında gelen ‘vav’ (وَ) harfini de ‘yemin’ harfi sayarak sanki Yüce Allah’ın yemine ihtiyacı varmış gibi yemin ettirmişlerdir. Yemin üslûbu, gramerde ayrı bir yeri ve kalıbı olan ‘özel bir üslûptur.’ Bu özel üslûbun kendine ait kalıpları vardır. Her yemin cümlesi aynı zamanda ‘şart ve cevap’ istemektedir ve yeminin cevabında mutlaka bir ‘lam’ (ل) harfi bulunmalıdır. Yemin cümlesinde ‘ne üzerine yemin edildiği’nin mutlaka belirtilmesi gerektiği gibi, neden yemin edildiğinin yani ‘yeminin gerekçesi’nin de belirtilmesi gerekmektedir. Cümlenin gramatik yapısında bunların hiçbiri yoktur. Sebepsiz yere, amaçsız bir şekilde yemin edilmektedir. Yukarıdaki meâllere göre cümle, “Apaçık Kitaba andolsun ki!” veya “Apaçık kitaba yemin ederim ki!” şeklindedir. Oysa bu cümle, yeminin şartıdır ve mutlaka yeminin cevabı yani yemin etme gerekçesinin de olması lazımdır. Bu cümleler, bu hâlleriyle, şartı olan ama cevabı olmayan yarım cümlelerdir. Cümlenin “Mübin kitaba yemin ederim ki şöyle yaparım. / şöyledir. / böyledir.” şeklinde bir devamının olması gerekmektedir. Yani böyle bir çevirinin gramerde hiçbir karşılığı yoktur. Diğer bazı meâller ise daha farklı bir anlam çıkarmışlardır:
Düşün gerçekleri apaçık ortaya koyan bu kitabı!
(Abdullah Parlıyan Meâli)
DÜŞÜN özünde apaçık olan ve hakikati bütün açıklığıyla ortaya seren bu ilahî fermanı:
(Muhammed Esed Meâli)
ÖZÜNDE açık ve hakikati açıklayıcı olan bu kitabın değerini bilin!
(Mustafa İslamoğlu Meâli)
Her şeyi açıkça ortaya koyan bu Kitabı iyi düşünün.
(Süleymaniye Vakfı Meâli)
Bu meâller de diğerleri gibi en başta gelen bu (حم) işâretleri yok sayarak dışarıya atmış; ama bu işâretlerden sonra gelen ‘vav’ (وَ) harfini ise gramerde özel bir üslûp olan ‘iğrâ’ (teşvik) üslûbuna delâlet ettiği için ve aynı zamanda bu harfin cümledeki bir ‘hazf’in gramer delili olduğunu düşündükleri için almışlardır. Âyetin orijinal metnine dikkat edilirse, meâllerde ‘değerini bilin, iyi düşünün, düşün’ olarak çevrilen kelimelerin orijinal metinde olmadığı görülecektir. Bu eklemelerin sebebi, âyetin başında gelen ‘vav’ (وَ) harfinin, ‘iğrâ’ üslûbunun delâleti sayılmasındandır.
Doğrusu; bu meâl yazarlarının yaptığı şeyin gramerde bir karşılığı vardır; ama eklenen ‘değerini bilin, iyi düşünün, düşün’ kelimelerinin Kur’an’da bir karşılığı yoktur. Evet, cümlede bir hazf vardır; ama cümlenin temel öğelerinden olan en baştaki bu (حم) işâretler yok sayılarak bu hazf eylemi uygulanmamıştır. O işâretleri de cümlenin içine dâhil ederek hazfetmek hem karşımızdaki metne sadâkat açısından hem de gramer açısından daha doğru olacaktır. Bu âyetteki ‘hazf’in yine aynı şekilde kullanıldığı yani başında bu yazının işâretlerinin tanıtıldığı daha başka âyetler Kur’an’da mevcuttur. Fakat o âyetlere geçmeden önce ‘hazf’ hakkında kısa da olsa bilgi vermek yerinde olacaktır. Çünkü ‘hazf’ meselesi hem anlaşılmamakta hem de herkesin kendi kafasına göre işletebileceği bir şey sanılmaktadır.
“Kelimelerden harf atılması biçimindeki ‘hazf’ çeşitlerinden ayrı olarak, meani ve nahiv ilimlerinde, karinenin delaletiyle bilinip anlaşılacak kelime ifadelerin cümleden kaldırılması şeklinde görülen ‘hazf’ çeşitleri de vardır. Kur’an’ı Kerim’de bu ilimleri ilgilendiren birçok hazif örneğine rastlanmaktadır.
Sözde hafiflik sağlama, icaz ve ihtisar başta olmak üzere azamet ifadesi, zaman yetersizliği, fasılaya riâyet gibi sebeplerle yapılan hazfin gerçekleşebilmesi için akıl, nakil, şer, adet ve örf, hâl, siyak-sibak, lügat ve lafız delâleti gibi hazfi belirleyen bir delilin ve ipucunun bulunması şarttır. Birbiriyle ilgili iki şeyden birinin diğerinin delâleti sebebiyle hazfedilmesi Kur’an’ı Kerim’de çok görülen hazf türüdür. Genellikle aralarında atıf irtibatı bulunan unsurlarda gerçekleşen ve “iktifa” adı verilen bu hazif türü bazı hikmet ve nüktelere dayanır…”
(TDV Ansiklopedisi “HAZİF” maddesi / Müellifi; İsmail Durmuş)
Anahtar kavramların tanımlanması ve açıklaması
Bu açıklamaya göre biri diğerine delâlet eden iki şey arasında irtibat bulunması kaydıyla cümlelerde hazf yapılabilmektedir. Ayrıca cümlede ‘hazf’ olduğuna dâir bir delil olmak zorundadır.
Yukarıdaki âyette bir hazf olduğuna dâir en somut delil ‘vav’ (وَ) harfidir. Çünkü hem iğrâ hem tahzir hem istigāse hem de yemin üslûplarında hazf vardır ve hepsinde de ‘vav’ (وَ) harfi hazf olduğuna delildir. İkinci delil ise ‘vav’ harfinden sonra gelen kelimenin son harekesidir. Fakat bu durum, cümlede bir hazfin olduğunu bildiren ‘vav’ (وَ) harfinin üslûbunun ne olduğunun tespitine göre değişecektir. Meselâ ‘vav’ (وَ) harfinin hazf edilmiş ‘uksimu’ fiilinin delili sayıldığı kullanımda, ‘vav’ (وَ) harfinden sonra gelen kelimenin son harekesi mecrur (esre-kesra) olacaktır; ama ‘vav’ (وَ) harfinin ‘iğrâ’ veya ‘tahzir’ üslûbunun delili olarak alınması durumunda, ‘vav’ (وَ) harfinden sonraki kelimenin son harekesi mansub (fetha-üstün) olacaktır. Dolayısıyla ‘vav’dan sonra gelen kelimenin harekesi, cümledeki ‘vav’ın üslûbunun tespitinden sonra belli olacaktır. Elimizdeki Âsım kıraatinde, cümledeki ‘vav’ın, yemin vav’ı olduğu görülmektedir; ama yukarıya da aldığımız şu meâller o vav’ı, yemin vav’ı olarak görmemişlerdir:
Düşün gerçekleri apaçık ortaya koyan bu kitabı!
(Abdullah Parlıyan Meâli)
DÜŞÜN özünde apaçık olan ve hakikati bütün açıklığıyla ortaya seren bu ilahî fermanı:
(Muhammed Esed Meâli)
ÖZÜNDE açık ve hakikati açıklayıcı olan bu kitabın değerini bilin!
(Mustafa İslamoğlu Meâli)
Her şeyi açıkça ortaya koyan bu Kitabı iyi düşünün.
(Süleymaniye Vakfı Meâli)
Âyete bu meâllerin verilebilmesi için, hemen ‘vav’dan sonra gelen ‘el-Kitab’ kelimesinin son harekesi mansub (fetha – üstün) olmak zorundadır. Yani yukarıdaki meâller Âsım kıraatine uymamış ve sanki âyetteki ‘el-kitab’ kelimesi اَلْكِتَابَ (el-Kitabe) şeklindeymiş gibi mânâ vermişlerdir. Çünkü Âsım kıraatinde olduğu gibi, ‘el-kitab’ kelimesinin وَالْكِتَابِ (v’el-Kitabi) şeklinde, son harekesi ‘mecrur’ olacak şekilde yazılması, ancak ve ancak ‘vav’ harfinin yemin vav’ı olarak kabul edilmesi durumunda geçerlidir. Diğer kullanımlarda ise kelimenin son harfi mansub (fetha-üstün) olmak zorundadır. Hatta ‘iğrâ’ üslûbunda, bazı durumlarda, kelimenin son harekesi ‘merfû’ (ötre) bile olabilmektedir. Ama asla mecrur olmamaktadır. Yani âyete ‘düşünün, iyi düşünün, değerini bilin’ şeklinde mânâ veren meâl yazarları Âsım kıraatine uymamışlardır.
Biraz önce, bu âyetteki hazfin Kur’an’î delillerinin olduğunu, tıpkı bu âyette olduğu gibi diğer sûrelerin de başlarında Kur’an’ın noktasız ve harekesiz metninde kullanılan işâretleri tanıtan başka âyetlerin olduğunu söylemiştik.
Şunlar الر, hâkim olan bu yazının işâretleridir.
الر, işâretleri açıkça belirtilmiş bir yazıdır, sonra da hâkim ve habîr tarafından açıklanmıştır.
Aslına bakılırsa, diğer âyetlerden yola çıkarak çok rahat bir şekilde bu âyetin başına da ‘şunlar’ kelimesi eklenebilmelidir. Çünkü bu şekilde gelen âyetlerden, âyette bir hazfin olduğu; nassî, aklî ve naklî olarak anlaşılmaktadır. Sonuçta; bu âyetlerin Kur’an’ın yazısında kullanılan işâretleri tanıtıyor olduğu, şu kadar âyetten anlaşılmaktadır. Fakat buna rağmen, o ‘şunlar’ kelimesi eklenmeden de durum rahatlıkla anlaşılmaktadır.
Şunlar الر, benzerlerine karışmayacak derecede ayrılmış bu yazının işâretleridir.
Şunlar المر, bu yazının işâretlerdir ki, rabbinden sana “el hak” olarak ulaştırıldı. Buna rağmen en-Nâs’ın çoğu inanmıyor.
الر, bir yazıdır, rabbinin izniyle en-Nâs’ı karanlıklardan aydınlığa, El-Hamid olan el-Aziz’in yoluna çıkarman için onu sana biz indirdik.
Şunlar الر, diğerlerinden karışmayacak şekilde ayrılmış bu öğretinin ve bu yazının işâretleridir.
Şunlar طسم, benzerlerine
karışmayacak derecede ayrılmış bu yazının işâretleridir.
Şunlar طس, bu öğretinin ve benzerlerinden karışmayacak şekilde ayrılmış bu yazının işâretleridir.
Şunlar طسم, benzerlerine karışmayacak derecede ayrılmış bu yazının işâretleridir.
İşte bu âyetlerde, Kur’an, kendi yazısında kullanılan işâretleri tanıtmaktadır. Bu kadar âyet ve daha da fazlası, Zuhruf sûresindeki ‘vav’ harfinin bildirdiği hazfin bu âyetlerde geçen ‘şu işâretler’ cümlesi olduğuna yeteri kadar delildir. Bu âyetleri yeteri kadar delil olarak kabul etmeyenlerin Zuhruf sûresindeki âyetin başında geçen الْكِتَابِ (el-Kitabi) kelimesinin mârife gelişini açıklamaları mümkün değildir.
Geleneksel dînî anlayışın ‘hurûf-ı mukattaa’ diyerek anlamsızlığa ittiği, yirmi dokuz tane sûrenin başında gelen bu işâretler, tam tamına, o yazıda -noktasız ve harekesiz- kullanılan işâretlerin karşılığıdır. Kur’an gibi nev’i şahsına münhasır, insan ürünü yazı türlerinin hiçbirine benzemeyen bir kitabın, kendi yazısında kullanılan işâretleri tanıtmasından daha doğal bir şey yoktur.
(2) Âyette geçen مُب۪ينٍ (mübin) kelimesine ‘benzerlerine karışmayacak şekilde ayrılmış’ şeklinde bir mânâ vermemizin gerekçesi, bu kelimenin türediği kökle alakalıdır. Bu kelime بان (ba-elif-nun) kök harflerinden türemiş ‘if’âl babı’nda ism-i fail / ism-i mef’ûl bir kelimedir. Kelimenin sülasî mücerred mâzî kökünün sözlük anlamı; ‘ayrılmak, uzaklaşmak, uzak kalmak, ayrı kalmak’ mânâsındadır. Kelime ‘if’âl babı’nda ‘ayırmak, uzaklaştırmak, uzakta bırakmak’ mânâsındadır. İsm-i mef’ûl anlamı ise ‘ayrı bırakılmış, karışmayacak şekilde benzerlerinden ayrılmış’ mânâsındadır. Bu kelime ‘genç kızlar topluluğundan birinin evlenmesi’ durumunda ‘en-nisau benna’ şeklinde kullanılmaktadır. Geri dönüşü olmayan boşanma da bu kelime ile ifade edilmektedir. Temyizi olmayan hâkim kararı da bu kelime ile ifade edilmektedir.
Âyetin daha isabetli meâli önerisi
İşte bu gerekçelerden sonra âyete verilmesi gereken daha isâbetli mânâ şöyle olmalıdır:
Şunlar حم , benzerlerinden karışmayacak şekilde ayrılmış bu yazının işâretleridir.
Biz, aklınızı kullanın diye (1) onu (Mübin kitabı) berrak ve temiz hâlde (2) (okuma yoluyla öğrenilen ve öğretilen) bir öğreti (3) hâline getirdik (4).
(1) Âyetteki لَعَلَّكُمْ (leallekum) kelimesindeki لَعَلَّ (lealle) edatı; ismini nasb, haberini ise ref’ eden اِنَّ (inne) ve benzerlerinden olan bir edattır. Bulunduğu cümlelere ‘belki, umulur ki, olabilir ki, için, diye, yüzünden’ şeklinde anlam katkılarında bulunur.
(2) Âyette geçen عَرَبِيًّا (arabiyyen) kelimesi genelde ‘Arapça’ olarak çevrilmiştir. Oysa bu kelimenin bir lisanı kastetmesi hâlinde ‘lisanen arabiyyen’ şeklinde gelmiş olması gerekirdi. Kaldı ki bu durumda bile عَرَبِيًّا (arabiyyen) kelimesine ‘Arapça’ mânâsı vermek mümkün değildir. Çünkü ‘arab’ kelimesine bir ırkı kastedecek şekilde mânâ verilmesi durumunda bu kelimenin sonundaki şeddeli ‘ya’ harfi ‘iyelik, aitlik’ bildiren bir harf olduğu için kelimeye verilmesi gereken mânâ ‘Arapça’ değil, ‘Arap’a ait, Arap’ın olan’ mânâsı olmak zorundadır. Bu Kur’an herhangi bir ırk gözetmeden tüm insanlığa gönderilmiştir. Dili ne Arap’a aittir ne de Arapçadır. Kur’an’ın lisanı kendine has bir lisandır. Arapların konuştuğu lisanın bu lisana benzemiş olması Kur’an’ın dilinin de Arapça olmasını gerektirmemektedir. ‘Arap’ kelimesinin mânâsı, ‘açık konuşmak, düzgün konuşmak, berrak ve temiz olmak, fasih konuşmak’ mânâlarındadır. Bu kelime, ayrıca, ‘sözü kısa ve uzun tutmadan ne kadar ve ne şekilde gerekliyse o kadar söz söylemek’ mânâsınadır. Yani Kur’an’da ne fazla ne de eksik bir şey vardır.
(3) Âsım kıraatinde قُرْءٰنًا (kur-ânen) şeklinde yazılmış olan bu kelime, el yazmalarında bir hemze eksiğiyle قرنا şeklinde geçmektedir. Kelimeye sonradan eklenen bu hemze, tarih boyunca Kur’an kelimesinin kökünün ‘karae’ mi (قرا) yoksa ‘karane’ mi (قرن) tartışmalarına neden olmuştur. ‘Karae’ (قرا) kelimesinin sülasî mücerred mâzî fiil olarak kök anlamları, ‘okumak, göndermek, öğrenmek’ mânâlarındadır. Aslında ‘okumak’ denilen fiil zaten öğrenmek ve anlamak amacıyla yapılmaktadır. Amacı öğrenmek veya anlamak olmayan bir okumaya okumak değil, ses çıkarmak denmektedir. ‘Kur’an’ kelimesi fiilin ‘fu’lan vezni’ndeki mastarıdır. Kök anlamı olarak ‘okumak’ alınırsa mastarın anlamı ‘okuntu’ olur. Kelimenin kök anlamının ‘öğrenmek’ alınması durumunda ise mastarın anlamı ‘öğreti’ şeklinde olacaktır. Fakat ‘öğreti’ kelimesi genel amaçlı bir kelimedir ve öğretinin birçok şekli bulunmaktadır. İşte bu kelimenin kastettiği öğreti türü, ‘okuma yoluyla öğretilen öğretidir.’ Zaten âyetteki جَعَلْنَاهُ (cealnâhu) fiilindeki ‘hu’ zamiri, bir önceki âyette geçen ‘el-Kitab’ kelimesine dönmektedir. Yani öğreti hâline getirilen şey kitaptır. Dolayısıyla aslı yazı olan bir öğretinin öğrenilip, öğretileceği tek şekil ‘okuma yoluyla’ olacaktır.
(4) Âyetteki جَعَلْنَاهُ (cealnâ+hu) fiili ‘ef’al-i kulub’ olan bir fiildir. Bu fiillerin tanınması, ikisi de aynı şeye dönen iki mef’ul (nesne) almasından dolayıdır. Âyette ikisi de aynı şeye dönen iki mef’ul vardır. ‘Hu’ zamiri ve ‘kur’anen’ kelimeleri. Bu fiil ef’al-i kulub olduğunda somut değil, soyut mânâlar ifade ederler. Dolayısıyla bu kitabın öğreti hâline getirilmesi somut olan yazısında değil, soyut olan anlamlarındadır. Yazı her zaman somut olarak kalacaktır; ama o yazının kuralları ve anlam ilişkileri insan tarafından akıl kullanarak yapılacaktır. İşte, bundan dolayı âyetin sonu ‘leallekum ta’kilun’ şeklinde bitmektedir.
İşte bu gerekçelerden sonra âyete verilmesi gereken daha isâbetli mânâ şöyle olmalıdır:
Biz, aklınızı kullanın diye, onu (Mübin kitabı) berrak ve temiz hâlde (okuma yoluyla öğrenilen ve öğretilen) bir öğreti hâline getirdik.
Ve o (öğreti/Kur’an) (1) elbette ki kurallara bağlanmıştır (2), yücedir, bu yazının özündedir (3), bizim tarafımızdandır.
(1)(2)(3) ÂYETİN BAŞINDAKİ اِنَّهُ (İNNEHU) KELİMESİNDEKİ ‘HU’ ZAMİRİNİN MERCÎSİ
Âyetin başındaki وَاِنَّهُ (ve innehu) kelimesindeki ‘hu’ zamiri, hemen bir âyet öncesinde geçen hem ‘el-kitap’ hem de ‘Kur’an’en’ kelimesine dönebilmektedir. Geleneksel tefsir ve meâl yazarları ‘hu’ zamirinin mercîsinin (kendisine dönen kelimenin) ‘el-kitap’ kelimesi olduğu yönünde görüş belirtmişler ve âyete şöyle mânâlar vermişler:
Şüphesiz o, Bizim katımızda olan Ana Kitap’tadır; çok yücedir, hüküm ve hikmet doludur.
(Ali Bulaç Meâli)
O, katımızda bulunan bütün vahiylerin kaynağından çıkmıştır. O, gerçekten yücedir; hikmet doludur.
(Bayraktar Bayraklı Meâli)
O, katımızda bulunan Ana Kitap’ta (levh-i mahfuzda) mevcut, yüce ve hikmetle dolu bir kitaptır.
(Diyanet Vakfı Meâli)
O, ana kitapta (korunur), katımızda üstündür, bilgedir.
(Edip Yüksel Meâli)
Ve hakıkat o, bizim nezdimizdeki ana kitabda çok yüksek, çok hikmetlidir
(Elmalılı Meâli (Orijinal))
Kur’an, nezdimizde Ummu’l Kitap’tadır¹. Gerçekten yücedir ve hâkimdir.
(Erhan Aktaş Meâli)
Ve o, katımızda bulunan bütün vahiylerin kaynağında[n çıkmış]tır; o, gerçekten yücedir, hikmet doludur.
(Muhammed Esed Meâli)
Şüphe yok ki o, katımızda bulunan ana kitapta kayıtlıdır; elbet pek değerlidir o, sonuç itibarıyla tam isabet kaydeden hükümlerle doludur.
(Mustafa İslamoğlu Meâli)
O, Bizim nezdimizdeki ana kitapta saklı olup çok yücedir, hikmet doludur.
(Suat Yıldırım Meâli)
O, katımızda bulunan ana Kitaptadır.Yücedir, hikmetlidir.
(Süleyman Ateş Meâli)
O, katımızdaki Ana Kitap’tadır; yücedir, hikmetlidir.
(Süleymaniye Vakfı Meâli)
Ve o, bizim katımızdaki ana Kitap’ta çok yüce, çok hikmetlidir.
(Yaşar Nuri Öztürk Meâli)
Tüm bu meâllerde gördüğümüz ‘ve o’ veya ‘o’ zamirleri, en başta gelen وَاِنَّهُ (ve innehu) kelimesindeki ‘hu’ zamiridir. Biraz önce de dediğimiz gibi bu zamir hem ‘el-kitap’ hem de ‘kur’anen’ kelimesine dönmesi mümkün olan bir zamirdir. Kur’an’ın tamamında her iki kelimeye dâima müzekker zamirler atfedilmiştir. Meâl müelliflerinin yaptığı gibi bu ‘hu’ zamirinin önceki âyetteki ‘el-kitap’ kelimesine dönmesi durumunda, ortaya iki tane kitap çıkmaktadır. Bu kitaplardan birisi en baştan beri kendisinden bahsedilen kitap, diğeri ise bir izâfet terkibi olarak gelen اُمِّ الْكِتَابِ (ümmi’l kitap). Yukarıya aldıklarımız ve almadığımız meâllerin tümü bu izâfet terkibini ‘ana kitap’ olarak çevirmişlerdir. Oysa hem ‘kitap’ kelimesi mârifedir hem de ‘ummil’ kitap’ kelimesi bir izâfet terkibidir. İfadeye verilmesi gereken mânâ ‘ana kitap’ değil, ‘bu kitabın anası’ olmak durumundadır. Üstelik meâllerdeki ‘ana kitap’ ifadesi, bir izafet terkibinin (isim tamlamasının) karşılığı değil, bir sıfat tamlamasının karşılığıdır. ‘Ana’ kelimesi ‘kitap’ kelimesine sıfat olmuştur. Yukarıya aldığımız meâllerde geçen ‘o’ zamirinin yerine, meâl yazarlarının zamirin mercîsi olarak gördükleri ‘el-kitap’ kelimesini koyarak yazdığımızda şu şekilde olmaktadır:
“BU KİTAP BİZİM NEZDİMİZDE / KATIMIZDA ANA KİTAPTADIR.”
Meâl müelliflerinin ortaya çıkardığı bu mânâ ilk bakışta “makul” bir mânâ gibi gözükse de aslında anlaşılması mümkün olmayan bir durumu ortaya çıkarmaktadır. Önceki âyetlerde mârife olarak geçen ‘el-kitap’ kelimesi şu an elimizde tuttuğumuz, okuduğumuz, anlamaya çalıştığımız bu mushafı/Kur’an’ı kastetmektedir ve bu Kur’an elimizdedir. Meâl müelliflerinin verdiği “Bu kitap bizim nezdimizde ana kitaptadır.” mânâsını kabul ettiğimizde, elimizde tuttuğumuz kitabın elimizde olmaması gerekmektedir. Çünkü bu cümle bir haber cümlesidir ve âyetin başında gelen وَاِنَّهُ (ve innehu) ifadesindeki ‘hu’ zamiri, kitabın yani yazının nerede olduğunun haberini vermektedir. Bir kitabın hem elimizde hem de bilinmeyen bir yerdeki bilinmeyen bir kitabın içinde olması mümkün değildir.
Anlam kayması ve bağlamsal yorum
Bu durumu fark eden bazı meâl müelliflerinin âyete, âyette olmayan şu kelimeleri eklemişlerdir:
“Bütün vahiylerin kaynağından çıkmıştır.” (B.Bayraklı – M. Esed meâlleri)
“Levh-i mahfûz.” (TDV meâli)
“Korunur.” (Edip Yüksel meâli)
“Kayıtlıdır.” (M. İslamoğlu meâli)
“Saklı olup.” (S. Yıldırım meâli)
Onların bu kelimeleri eklemesinin sebebi ise rivâyetler yoluyla elde edilen ‘levh-i mahfûz’ güzellemelerinin bir sonucudur.
Bilindiği gibi eski-yeni, gelenekçi olsun-olmasın hem yukarıdaki meâllerin müelliflerinin hem de ulemânın tamamı, elimizdeki Kur’an’ın Allah resûlü Muhammed’e sözlü olarak yani ‘hitap’ şeklinde verildiğini söylemektedirler. Bu âyette, onların meâllerinde yaptıkları gibi ‘kitap’ kelimesinin yerine ‘hitap’ kelimesini kullandığımızda ortaya oldukça çelişkili bir durum çıkmaktadır. Çünkü elimizdeki Kur’an’ın aslının bilinmeyen bir yerdeki bilinmeyen bir kitapta olduğu söylenmektedir. Onlara göre ‘ümmi’l kitap’, elimizdeki Kur’an’ın kaynağıdır. Kaynağı kitap olan Kur’an’ın hitap şeklinde resûle ulaştırılmış olması hem tuhaf hem de çelişkili bir durumdur. Mâdem bu Kur’an’ın aslı, bilinmeyen bir yerdeki kitaptır; bu demektir ki ‘ümmi’l kitap’ yazılı haldedir. Yine tefsir ve meâl ulemasına göre o ‘ümmi’l kitap’ Allah’ın nezdindedir. İlmi sonsuz olan ve ilmini muhafaza etmek için hiçbir şeye muhtaç olmayan Yüce Allah’a kitap lazımdır ama bir resûle lazım değildir, öyle mi? Yüce Allah nezdinde tuttuğu o kitabı ne yapacaktır? Hâşâ unuttuğu zaman kitaba mı bakacaktır? Yüce Allah’ın bir kütüphanesi mi var ki nezdinde bir kitap olsun. Yüce Allah’ın nezdine kitap yakıştırmayı uygun bulan meâl ve tefsir uleması, Kur’an’ın resûle yazılı olarak verildiğini bir türlü kabul edememekte hatta böyle bir alternatifi şiddetle reddetmektedir. Kaynağının ‘ümmi’l kitap’ olduğunu söyledikleri bu Kur’an’ın, kaynağından sözlü çıkmış olması nasıl mümkündür?
Meâl müelliflerinin âyette geçen ‘ümmi’l kitap’ kelimesini ‘ana kitap’ olarak çevirmelerinin isim tamlaması olan bir ibârenin sıfat tamlamasına çevrilmesi olduğunu az önce belirtmiştik. Bunun yanında اُمِّ الْكِتَابِ (ümmi’l kitap) ifadesi ‘mârife’ bir isim tamlamasıdır. İfadenin tam çevirisi “o / bu kitabın anası” şeklinde olmak zorundadır. Bilinmeyen bir yerdeki bilinmeyen bir kitaptan mârife olarak bahsedilmesi, çözümü olmayan gramer çelişkilerini beraberinde getirmektedir.
Karşımızda bir âyet vardır ve bu âyeti anlamanın ilk kuralı ‘metne sadakat göstermek’tir. En basit gramer kaidelerini bile uygulamadan âyetlere tamamen rivâyetlere göre mânâ vermek, bir meâl çalışması değil, bir şekil verme veya tashih çalışması olsa gerektir. Yüce Allah’ın kitabının ne tashihe ne de redakte edilmeye ihtiyacı vardır.
Sözün kurallarına sadık kalarak âyete baktığımızda, âyetin en başında geçen وَاِنَّهُ (ve innehu) kelimesindeki ‘hu’ zamirinin döneceği tek mercî bir önceki âyette geçen ‘kur’anen’ kelimesidir. Çünkü ‘el-kitap’ kelimesi zaten bu zamirin devamında gelmektedir ve o ‘el-kitap’ kelimesinin mârife oluş sebebi bu âyetten önce de metinde geçmesindendir. Yani söz konusu olan kitap en başından beri kendisinden bahsedilen kitaptır. Bu âyet ise ‘Kur’an’ ve ‘Kitap’ kelimelerinin ilişkisini belirleyen bir âyettir. Buna göre ‘ümmi’l kitap’ kelimesi ‘ana kitap’ değil, ‘kitabın anası / özü / amacı / ana fikri / merkezi’ anlamına gelmektedir. Çünkü Kur’an’da 118 kez kullanılan ‘umm’ kelimesinin sözlük mânâları içinde bu mânâlar vardır ve hatta Kur’an’da da kullanılmaktadır.
Âyette geçen حَك۪يمٌۜ (Hâkim) kelimesi kalıp olarak ‘ism-i fail, ism-i mef’ûl, mübâlağa ile ism-i fail ve sıfat-ı müşebbehe’ olabilecek kalıptadır. Bizim kanaatimiz, kelimenin ‘ism-i mef’ûl’ olduğu yönündedir. Çünkü kelimeyi ism-i fail olarak aldığımızda ‘karar veren, hüküm veren’ anlamında; mübâlağa ile ism-i fail olarak aldığımızda ‘çokça hüküm veren’ anlamında; sıfat-ı müşebbehe olarak aldığımızda ise ‘hep hüküm veren’ anlamında olacaktır. Oysa Kur’an sadece hükümlerden oluşmuş bir kitap değildir. Kur’an; haber ve inşa cümlelerinden, kıssalar ve misâllerden, benzetme ve örneklerden, cezâ ve mükâfat vaadlerinden, geçmiş hakkında ve geleceğe yönelik bildirimlerinden oluşmuş bir ‘öğretidir.’ O, insana, sadece bir konuda hüküm vermesini değil, her konuda insan kalmasını öğretmektedir. İşte bu yüzden, âyette ‘hakim’ olarak yazılan kelime için, ism-i mef’ûl olarak ‘kurallı kılınmış’ mânâsını veren ‘hâkim’ kelimesini kullanmayı tercih etmekteyiz.
İşte bu gerekçelerden sonra âyete verilmesi gereken daha isâbetli meâl şöyle olmalıdır:
Ve o (öğreti / Kur’an) elbette ki, bu yazının özündedir, kurallara bağlanmıştır, yücedir bizim tarafımızdandır.
Burada bir hatırlatmayı yapmak zorundayız. Bu meâl, âyetin el yazmalarındaki şeklinin değil Asım b. Behdele kıraatinin meâlidir. Yoksa, temel olarak el yazması metnin alınması durumunda hem âyetin başındaki ‘inne’ edatının ‘enne’ olması gerekmekte hem de ‘lealiyyun’ ifadesinin ‘leala’ olması gerekmektedir. O kelimeleri Âsım kıraatinde olduğu gibi değil de olması gerektiği gibi alırsak âyetin meâli şu şekilde olacaktır:
Ve onun (öğretinin / Kur’an’ın) kurallara bağlanmış şekilde bu yazının ana fikri olması kesinlikle bizim hükmümüzdür.
Bu meâl çalışmasında Âsım b. Behdele kıraatinin temel alındığının bilinmesi gerektirmektedir. Yani bu meâl ‘Kur’an meâli’ değil, kesinlikle Arapçadan Arapçaya bir meâl çalışması olan Âsım b. Behdele’nin meâlinin meâlidir. El yazmaları temel alınarak yapılacak bir meâl çalışması ise çok daha fazla teknik açıklamalar gerektirmektedir.
İlkesiz ve ölçüsüz davranan (1) bir kavme dönüşmenizi (2) görmezden gelerek (3) sizin hakkınızda kesin doğru bilgiler vermeyi keselim mi (4)?
(1) Âyette geçen مُسْرِف۪ينَ kelimesi, ‘tükenmek, hata yapmak, gaflete düşmek, bilememek’ anlamlarına sahip سرف (sin+ra+fe) kök harflerinden türemiş (müştak) if”âl babından ism-i faildir. İf’âl babı; geçişsiz (lâzım) fiilleri geçişli (müteaddî) hâle getirir. Eğer fiiller yalın hâllerindeyken zaten geçişli iseler bu sefer onların geçişliliklerini arttırırlar. Bu kelime if’âl babının mastarı olarak ‘hedefi, ilkesi ve ölçüsü olmayan tüketim’ anlamındadır ve Türkçeye de ‘israf’ şeklinde geçmiştir. Kelimenin Türkçedeki anlamları ile Arapçadaki anlamları büyük oranda örtüşmektedir; fakat kelimenin anlamlarında şu incelik vardır: Bir kişinin ‘israf etmekten kaçınması’ demek, ‘hiç harcama yapmaması, hiç tüketmemesi’ değil, tam tersi, ‘harcamalarında ölçülü ve ilkeli davranması’ demektir. ‘Müsrif’ kelimesinin kastettiği anlam da bu yöndedir. Yani kendisinden faydalanılan şey hakkında ölçüsüz ve ilkesiz davranan.
Âyette geçen ‘müsrif’ kelimesinin para, yiyecek, giyecek veya diğer tüketim eşyaları ile ilgili olmadığı açıktır. ‘Müsrif’ kelimesi, eğer ‘para konusunda müsrif, yemek konusunda müsrif’ gibi belli bir şeye tahsis edilmemişse, tüm davranışları ve hatta hayatın her ânını kapsar. Para konusunda veya yiyecek konusunda israf etmeyen bir kâfir veya bir müşrik müsriflikten kurtulmuş olmamaktadır. Çünkü asıl olan şey, belli konularda müsrif olmamak değil, hayatın her alanında müsrif olmamak yani ölçüsüz ve ilkesiz olmamaktır. ‘Müsrif’ kelimesi bir şeyden, gerekenden daha azını değil, tam tersi, gerekenden daha fazlasını almayı ya da tüketmeyi ifade etmektedir. Âyetteki ‘müsrif’ kelimesi de ilkesizce, ölçüsüzce davranmak değil, ilkelerde ve ölçülerde çoğaltma meydana getirmek anlamındadır. İlkeleri size uysun ya da uymasın, yeryüzündeki her insan mutlaka bir ilkeye göre hareket ettiğini ifade etmektedir. Yeryüzündeki tüm devletler mutlaka belli ilkeler çerçevesinde hareket etmektedirler. Hangi temel kanunlar üzerine hareket edilirse edilsin tüm mahkemeler belli ilkeler çerçevesinde hareket etmektedirler. Yeryüzündeki toplumların hepsinin -iyi ya da kötü- genel kabul görmüş, yazılı veya yazısız temel kabulleri vardır. Daha da güncel örnek verecek olursak, internet ortamında kullandığımız ve kelimenin tam anlamıyla ‘dijital topluluk’ oluşturan sosyal ağların bile ilkeleri vardır. Bu durum ne devletleri ne toplumları ne de dijital toplulukları müsrif olmaktan kurtarmamaktadır. Çünkü asıl olan şey, temeli ne olursa olsun bir ilke sahibi olmak değil, ZİKİR KAYNAKLI İLKE SAHİBİ OLMAKTIR.
Zikir; hiçbir zaman yanıltmayan doğru bilgi demektir. Zikir temel alınarak edinilen her ilke, insanı her zaman doğru ilkeler sahibi yapar ve kendi kafasından temelsiz ilkeler üreten ‘müsrif’ olmaktan kurtarır. Âyette bahse konu olan ‘kavmen müsrifin’ kelimesi de zikir temelli ilkeleri bırakıp sürekli kendi kafalarından ilke üretenleri tanımlar. Mürtedin öldürülmesi, zekât vermeyenlerle savaşmak, kölelik ve câriyelik hukuku, namaz kılamayanın önce hapsedilip sonra öldürülmesi, sakal bırakmak, kadının dövülmesi gibi zikrin aslından olmayan ama zikir israf edilerek yapılan eylemler, müsrifliğin sonucudur. Bunların hepsi, şu ya da bu ideolojiler temel alınarak üretilmiş ilkeler değil, bizzat zikir yani Kur’an israf edilerek elde edilmiştir. Temeli zikir olmayanların çıkardığı kanunlar, ilkeler, yaşam biçimleri zikir temelli değil, küfür temellidir. Onlar zaten Kur’an’ı temel almamaktadırlar. Bu konularda îtidalli davransalar bile onlar ‘kâfirler’ topluluğudur, müsrifler topluluğu değil.
Âyete dikkat edilirse bahse konu olan ‘müsrifler kavmi’ zikirden haberdardır, onu bilmektedir ve hatta onun kesilmesini istememektedir. İşte bu kişilerin müsrifliği de zikri ilkesizce israf etmeleri husûsundadır.
İf’âl babının ism-i faili olan ‘müsrifin’ (مُسْرِف۪ينَ) kelimesi nekiradır. Nekira olarak gelen müştak (türemiş) isimlerin zamanı ya şimdiki ya da gelecek zamandır. Cümlenin tamamında kullanılan zaman sîgası şimdiki zaman olduğu için kelimeye verilecek olan anlamın da ‘hâlihazırda ölçüsüzce ve ilkesizce davranan’ şeklinde olması daha isabetlidir.
(2) Âyette geçen كُنْتُمْ (kuntum) ifadesindeki كان (kane) kelimesi bir değişimi, bir dönüşümü bildiren ifadedir. Yüce Allah kimsenin fıtratına ‘müsrif’ olmayı yerleştirmemiştir. Müsrif olmak kişinin kendi tercihidir ve insanın cevherinde olmayan, sonradan dönüşülen bir hâldir. Bu yüzden bu kelime “dönüştünüz diye” şeklinde yansıtılmıştır.
(3) Âyetteki صَفْحًا (safhan) kelimesi ‘vazgeçmek, yüz çevirmek, bağışlamak, hoş görmek, görmezden gelmek, aldırmamak, tekrar tekrar gözden geçirmek, geniş yapmak’ anlamlarına gelen صفح (safaha) kök harflerine sahip fiilin mastarıdır.
(4) Âyette geçen اَفَنَضْرِبُ (e fe nadribu) kelimesinin başındaki hemze (elif), soru hemzesidir. Fa ise başlangıç edatıdır. Bu edat yeni bir söze başlandığını bildirmektedir. Nadribu (نَضْرِبُ) kelimesi ise ‘nefs-i mütekellim meâl gayr’ vezninde muzâri bir fiildir. Bu fiilin kökü; Nisâ sûresi 34. âyette de geçen, hakkında epey tartışmalar yapılan darabe (ضرب) fiilidir. Bu fiil, önündeki kelimeye göre mânâ kazanan ve oldukça fazla anlama sahip olan bir fiildir. Hakkındaki tartışmalar da bu yüzdendir. Asıl itibarıyla ‘dövmek, vurmak’ anlamındadır. Bu çalışmayı yaparken mürâcaat ettiğimiz meâller âyete ve bu kelimeye şu mânâları vermişlerdir:
Haddi aşmış bir topluluk olduğunuzdan dolayı size Kur’an’ı bildirmekten vaz mı geçelim?
(Abdulbaki Gölpınarlı Meâli)
Edebî üslup ve terim seçimleri
Siz ölçüyü aşan bir kavimsiniz diye, şimdi o zikri (öğüt ve hatırlatma dolu Kur’an’ı) sizden (uzaklaştırıp) bir yana mı bırakalım?
(Ali Bulaç Meâli)
Siz (ey Mekke halkı) haddi aşan bir kavim oldunuz diye, sizden o öğüdü kaldıracak mıyız?
(Ali Fikri Yavuz Meâli)
Siz haddi aşan kimseler oldunuz diye, sizi Kur’ân ile uyarmaktan vaz mı geçelim?
(Bayraktar Bayraklı Meâli)
Haddi aşan bir topluluk oldunuz, diye vazgeçip Zikir’le (Kur’an’la) sizi uyarmaktan geri mi duralım?
(Diyanet İşleri Meâli (Yeni))
Siz, haddi aşan kimseler oldunuz diye, sizi Kur’an’la uyarmaktan vaz mı geçelim?
(Diyanet Vakfı Meâli)
Haddi aşan bir toplumsunuz diye mesajı size iletmekten vaz mı geçelim?
(Edip Yüksel Meâli)
Siz müsrif bir kavm olduğunuz için şimdi sizden o öğüdü bertaraf mı edeceğiz?
(Elmalılı Meâli (Orijinal))
Siz, israf eden¹ bir halk oldunuz diye, size öğüt vermekten vaz mı geçelim?
(Erhan Aktaş Meâli)
Okuyucuya yönelik açıklama ve notlar
Siz haddi aşan bir kavmsinizdir diye artık o Kur’ânı sizden (uzaklaşdırıb, inzalinde) vaz geçib bırakı mı verelim?
(Hasan Basri Çantay Meâli)
Artık bir haddi aşanlar topluluğu oldunuz diye, Zikri sizden (uzaklaştırıp size Kur’ân’ı indirmeyi) terk mi edelim?
(Hayrat Neşriyat Meâli)
Siz haddi aşan bir topluluksunuz diye, zikri (Kur’an’ı) indirmekten vaz mı geçelim?
(İlyas Yorulmaz Meâli)
Siz haddi aşan bir kavimseniz sizi başı boş bırakıp Kur/an/ı size beyandan vaz mı geçelim.
(İsmail Hakkı İzmirli)
Siz ölçüyü taşıran bir kavimsiniz diye şimdi o zikri (uyarı dolu Kur’an’ı) bir yana mı bırakalım?
(Kadri Çelik Meâli)
[SİZ EY hakikati inkar edenler!] Kendi kişiliğinizi harcayan insanlar olduğunuzu göre göre bu hatırlatma ve uyarıyı sizden tamamen geri mi çekelim?
(Muhammed Esed Meâli)
Siz haddi aşmış bir toplumsunuz diye bu uyarıcı vahyi sizden geri mi çekelim?
(Mustafa İslamoğlu Meâli)
Eğer siz müsrifler olan bir kavim oldu iseniz, sizden Kur’an’ı vazgeçip bertaraf eder miyiz?
(Ömer Nasuhi Bilmen Meâli)
Siz haddi aşan bir topluluksunuz diye bu hakikatli mesajla sizi uyarmaktan vaz mı geçeceğiz? Bu mümkün değil!
(Suat Yıldırım Meâli)
Siz, aşırı giden bir kavim oldunuz diye, sizi uyarmaktan vaz mı geçelim?
(Süleyman Ateş Meâli)
Gereksiz işlere dalmış bir halksınız diye göz yumup bu Zikri (Kur’an’ı ), size ulaştırmaktan vaz mı geçelim?
(Süleymaniye Vakfı Meâli)
-Siz azgınlık eden bir toplumsunuz diye sizi Kur’an ile uyarmaktan vaz mı geçelim?
(Şaban Piriş Meâli)
Siz haddini aşan bir topluluk olup çıktınız diye size öğüt vermekten vaz mı geçelim?
(Ümit Şimşek Meâli)
Siz, haddi aşanlardan/zulme sapanlardan oluşan bir toplumsunuz diye, o zikri/Kur’an’ı sizden uzak mı tutalım?
(Yaşar Nuri Öztürk Meâli)
Bu meâllerde, içinde darabe (ضرب) fiilinin geçtiği cümleye verilen anlamları tasnif edecek olursak şöyle bir tablo oluşmaktadır:
- Öğüt vermekten vazgeçmek.
- Zikri / Kur’an’ı uzak tutmak.
- Uyarmaktan vazgeçmek.
- Zikri / Kur’an’ı ulaştırmaktan vazgeçmek.
- Zikri / Kur’an’ı bertaraf edip vazgeçer miyiz?
- Vahyi sizden geri mi çekelim?
- Sizi uyarmaktan vaz mı geçeceğiz? Bu mümkün değil!
- Bu hatırlatma ve uyarıyı sizden tamamen geri mi çekelim?
- O zikri (uyarı dolu Kur’an’ı) bir yana mı bırakalım?
- Zikri sizden (uzaklaştırıp size Kur’an’ı indirmeyi) terk mi edelim?
- Kur’an’ı size beyandan vaz mı geçelim?
- Zikri (Kur’an’ı) indirmekten vaz mı geçelim?
- Kur’an’ı sizden (uzaklaşdırıb, inzalinde) vaz geçib bırakı mı verelim?
- Mesajı size iletmekten vaz mı geçelim?
- Sizi Kur’an’la uyarmaktan vaz mı geçelim?
- Sizi Kur’an ile uyarmaktan vaz mı geçelim?
- Sizden o öğüdü kaldıracak mıyız?
Aslında tablo daha tamamlanmadı ama sanırız ki fikir vermesi açısından bu kadarı yeterlidir. Tek tek bu meâllerdeki gramer kurallarının ihlâlini ele almak isterdik; ama bu hakikaten gereksizdir. Bu kadar çeşitli meâllerin ortaya çıkmasının tek sebebi, âyetin başında geçen (ضرب) fiilinin geniş bir anlam yelpazesine sahip olması değildir. Meselâ, âyette ‘-den, -dan uzaklaşma’ anlamı verilen harf-i cer ‘kum’ zamirinin önündeyken (عَنْكُمُ), sanki âyette عَنِ الذِّكْرِ (an’iz zikri) yazıyormuş gibi mânâ verilmesi de bu çeşitlenmenin sebeplerinden biridir. Dahası; âyette olmayan birçok kelimenin sanki âyette varmış gibi meâllere eklenmesi bir başka sebeptir. Meselâ, ‘Âsım kıraatini Kur’an yerine koyan’ zatın yaptığı, daha başka bir sorun oluşturmaktadır:
Siz haddi aşmış bir toplumsunuz diye bu uyarıcı vahyi sizden geri mi çekelim?
(Mustafa İslamoğlu Meâli)
Bu müellif, Kur’an’da geçen ‘kitap’ kelimesine, meâlinin başka yerlerinde ‘vahiy, mesaj, hitap’ mânâlarını vermektedir. Bu âyette ise ‘zikir’ kelimesine ‘uyarıcı vahiy’ anlamı vermektedir. Birçok kere ifade ettik; ‘vahiy’ kelimesi, bir haberin kendisiyle alâkalı değil, ulaştırma biçimi ile alâkalı bir kelimedir. Bir haberi diğerlerine gizli bir şekilde ulaştırmak, demektir. Haberin ‘yazı, söz, işaret’ ya da başka bir şekilde olması fark etmemektedir. Bunun yanında bu meâl yazarı âyette geçen (ضرب) fiiline ‘geri çekmek’ gibi saçma bir mânâ vermiştir. Hem kelimenin böyle bir anlamı yoktur hem de bu verilen mânânın karşılığı yoktur. Çünkü bu yazara göre Kur’an hitaptır; fakat hitâbın geri çekilmesi diye bir şey mümkün değildir.
Meâl yazarlarını bir kenara bırakıp âyetteki (ضرب) fiiline yoğunlaşacak olursak; bu kelimenin en başa aldığımız el yazmalarındaki yazılışı افنصرب şeklindedir. Aslında; meâl yazarlarının verdiği ‘vazgeçmek, kesmek, bırakmak’ gibi mânâlar, darabe (ضرب) fiilinin değil, ‘sarabe’ (صرب) fiilinin mânâlarıdır. Sarabe (صرب) kelimesi; ‘kesmek, tutmak, vermeyip kendinde tutmak, biriktirmek’ anlamlarındadır. Kelime, ‘doğal olanı yapmamak, yapılması gerekeni yapmayıp kendini tutmak’ anlamlarında; “acıktığı halde yememek, kakası geldiği halde kakasını yapmamak, yapılmasına devam edilmesi gereken doğal şeyi yapmayı kesmek, ekşimemesi gereken sütü ekşitmek” şeklinde kullanılmaktadır.
Bunun yanında; temel anlamı ‘dövmek, vurmak’ olan darabe (ضرب) fiili hem kendisinden sonraki kelimeye hem de kendisinden sonra gelen harf-i cere göre mânâ kazanmaktadır. Mesela;
- Darabe mitfaan … topu ateşledi.
- Darabe’n nar… ateş yaktı.
- Darabe’l buka … klakson çaldı.
- Darabe aleyhi şurtiyyun … polis tutukladı.
- Darabe ala yedeyhi … el çektirdi.
- Darabe fihi inde’l halifat … halifeye jurnalledi.
- Darabu beynehumu’l muşavaret … kendi aralarında danıştılar.
- Darabe’l kur’ate … kura çekildi.
- Darabehu kelimeten … sözle onu incitti.
- Darabehu bi aynihi … göz attı.
- Darabe bi aklihi … düşündü.
- Darebe’l İslamu’l cahiliyyete … İslam cahiliyeyi sildi.
- Darbetu’l ayni … gözü kalmak / haset.
- Darabe’l remle … fal baktı.
- Darabe bi yedihi ile’ş şey’i … eliyle işaret etti.
- Darabe’l leylu aleyhim … uzun bir gece geçirdiler.
- Darabe bi zakanihi … korktu.
- Darabe ileyhi vakten … randevu verdi.
- Darabe lehu meselen … açıkladı, anlattı.
- Darabe fi’l mai … suda yüzdü.
- Darabe ala keffihi … pazarlıkta anlaştı.
- Darabe’l lebene fi’s sakai … kaba süt sağdı.
- Darabe fi’l ard … yola çıktı.
- Darabe beynehum fi’l harbi … savaşa teşvik etti.
- Darabe an’il emr … vazgeçti.
Bu örneklerden en sonuncusuna bakılırsa ‘darabe an…’ şeklinde gelmesi durumunda, kelimenin vazgeçmek mânâsı vardır. Fakat âyetin metnine bakıldığında ‘AN’ harf-i cerinin zikir kelimesinin önünde olmadığı rahatlıkla görülecektir (اَفَنَضْرِبُ عَنْكُمُ الذِّكْرَ). Bu durumda cümleye “Zikirden vaz mı geçelim?” şeklinde bir anlamın verilmesi mümkün değildir. “Sizden vaz mı geçelim?” şeklinde olmak zorundadır. Darabe kelimesinin ‘vazgeçmek’ anlamında kullanılması için cümlenin ‘E FE NADRİBU AN ZİKRİ’ şeklinde gelmesi gerekmektedir. Gramer kurallarına sadık kalarak -Âsım kıraatinde olduğu gibi- ilk kelimenin darabe (ضرب) olduğunu varsayarsak, bu cümleye anlamlı bir mânâ vermenin imkânı yoktur. Darabe kelimesinin tek başına, ‘vazgeçmek, geri çekmek, durdurmak’ gibi mânâları asla yoktur.
Normal şartlarda, اَفَنَضْرِبُ عَنْكُمُ الذِّكْرَ cümlesinde takdim-tehir vardır. Cümlenin mef’ûlü yani nesnesi الذِّكْرَ (ez zikr) kelimesidir. Ankum (عَنْكُمُ) ifadesi ise dolaylı nesne (mef’ûlün bih gayri sarih)’dir. Bu, şu demektir: Cümlede geçen fiilden ilk etkilenmesi gereken الذِّكْرَ (ez zikr) kelimesidir, dolaylı olarak fiilden etkilenecek ikinci nesne ise Ankum (عَنْكُمُ) ifadesidir. Yukarıda örneğini verdiğimiz ‘darabe’ fiilinin anlamlarına teker teker baktığımızda, hangi anlamı alırsak alalım karşımıza çok da anlamı olan bir ifade çıkmamaktadır.
İşte bu sebeplerden dolayı, biz de Âsım kıraatinde bir değişiklik yapmamamıza rağmen ‘darabe’ kelimesine ‘sarabe’ kelimesinin anlamını verdik. Âsım kıraatini kutsayanlar “Orada darabe yazsın, yanlış da olsa istediğin mânâyı ver; ama Âsım’ın kendi içtihadına göre -hem de hiçbir gerekçe göstermeden- koyduğu ‘noktaya’ dokunma!” demektedirler. Bu açıklamayı yapmakla beraber, o noktaya biz de dokunmayacak, olduğu gibi bırakacağız. Tekrar belirtelim ki yukarıya aldığımız ve almadığımız tüm meâller Âsım kıraatinde ‘darabe’ yazmasına rağmen bu kelimeye ‘sarabe’ kelimesinin anlamını vermişlerdir.
İşte bu gerekçelerden sonra âyete verilmesi gereken daha isâbetli meâl şöyle olmalıdır:
İlkesiz ve ölçüsüz davranan bir kavme dönüşmenizi görmezden gelerek sizin hakkınızda kesin doğru bilgiler vermeyi keselim mi?