üç kapı resmi, üç vaz

İnsan, Lisan ve İslam: Üç İlahi Vaz’ın Hikmeti

Huduri Bilgiler, Tevarüs ve Akıl

Her bir insan huduri (a priori) bilgilerle doğar. Bu, Yüce Allah’ın insana koyduğu temeldir.

Her bir insan bir zamana ve bir mekâna doğar. Doğduğu zamanda ve mekânda kendisinden önce edinilmiş bilgiler vardır ki bu bilgilere “tevarüs” denir.

İnsanın huduri (a priori) bilgileri ile tevarüs yoluyla gelmiş bilgiler buluşur. İnsan, işte bu ikisinin buluşmasıyla inanç ve düşünce sahibi olmaya başlar.

Kur’an ve Tevarüs Edilen Bilgiler

Tevarüs etmiş bilgiler arasında hem Kur’an’ın kendisi hem de Kur’an hakkında bilgiler vardır.

İnsan, Kur’an’ın ne olduğu veya ne olmadığı hakkındaki sabit düşüncelerini vahiy yoluyla Cebrail’den değil tevarüs etmiş bilgilerden alır.

Tevarüs etmiş bilginin çokluğu ve çeşitliliği Kur’an ile insan arasına girer ve her bir bilgi artık Kur’an ile insanı birbirinden uzaklaştıran mesafe olur. Tevarüs etmiş bilgi ne kadar çoksa mesafe de o kadar uzak olur.

İnsana tevarüs olarak gelen şeylerin en başında Kur’an değil, önceden inşa edilmiş akıl gelir çünkü Yüce Allah’ın insana bir kuvve olarak verdiği akıl, kendisinden daha önce gelmiş insanların yine tevarüs etmiş bilgiyle inşa ettikleri toplumsal ve bireysel aklı ile şekillendirilir. 

Bilginin İki Biçimi ve Aktarımı

Tevarüs sadece bilginin bilgiye eklenerek sonraki nesillere aktarılması değildir. Tevarüs her bilgiye hatta her olaya iliştirilmiş bir akılla beraber bilginin aktarılmasıdır. Bu da tevarüs ettirilen bilgilerin kaçınılmaz olarak iki biçimde olmasına yol açar:

  • Yargısıyla birlikte tevarüs ettirilen bilgi.
  • Yargısı olmayan ve yargı belirtilmesi de mümkün olmayan bilgi.

Yargısıyla birlikte aktarılan bilgiler karekteristik olarak “sabite” olamazlar.

Yargı belirtilmesi imkânsız olan bilgiler ise ya sabite olurlar ya da sabitelerin oluşmasına yardımcı olurlar. Mesela sözcükler, kelimeler, lisanlar ve lisanların kuralları yargısı olmadan tevarüs ettirilen bilgilerdir ve bunlara yargı koymak imkânsızdır. Bunların kendi zatlarında yargı yoktur ama tüm yargılar bunlar kullanılarak oluşturulur.

Yüce Allah’ın yarattığı insana huduri bilgiler koyması O’nun insana koyduğu vaz’ıdır ve her insan kendisine herhangi bir yargı iliştirilmeden doğar.

Hıristiyanların “Her doğan bir günah ile doğar.” inancı bu yönden hakikate aykırı bir inançtır. 

Yahudilerin “Her Yahudi seçilmiş olarak doğar.” inancı bu yönden hakikate aykırı bir inançtır.

Müslümanların “Her resul seçilmiş olarak doğar.” inancı bu yönden hakikate aykırı bir inançtır. 

“Ne mutlu Türküm diyene!” inancı bu yönden hakikate aykırı bir inançtır. 

“Irkım mutluluğumdur, onurumdur, şerefimdir.” gibi tanımlamalar bu yönden hakikate aykırı bir inançtır.

Yüce Allah hiçbir varlığın ontolojisine onu diğerlerinden üstün veya düşük, değerli veya değersiz yapacak herhangi bir yargı iliştirmez.

Lisanların ve İnsanların Vaz’ı

Lisanları vaz’ eden de Yüce Allah’tır ve tıpkı insan gibi lisanların da özlerinde yargı olmadığı gibi onları yargılı bir şekilde tevarüs ettirmek de imkânsızdır.

Böylelikle özlerinde yargı olmayan iki şey buluşur ve bu buluşmada biri yargı edinmeyi sağlayan alet, diğeri de bu aleti kullanarak yargı edinen fail olur.

Yargısız yaratılan insan yargısız tevarüs ettirilen dilleri kullanarak “kendisini gerçekleştirir” çünkü hem lisanlar hem de insanlar, kuvvelerini bil-fiil olarak gerçekleştirince, kuvve oldukları anlaşılan iki şeydir. Dillerin kuvvesini de insanların kuvvesini de vaz’ eden Yüce Allah’tır. Bu açıdan her ikisi de huduri kuvvelere sahip, biri olmadan diğeri anlamsız olacak iki varlıktır. Onlardaki kuvveler bil-fiil olarak kendisini göstermez ise bizzat o kuvvelerin sahibi olanlar bile kendilerinde o kuvvelerin olduğundan haberdar olamazlar. 

Lisanların kuvvesi bil-fiil olarak insanla, insanların kuvvesi bil-fiil olarak lisanla açığa çıkar. İnsanın konuşabilen, düşünebilen akıl edebilen varlık olduğu lisanla; lisanların aklettiren, düşündüren, konuşturabilen varlık olduğu ise insanla açığa çıkar. Bunlar biri diğerine muhtaç iki vaz’dır. Her ikisini bu şekilde vaz’ eden Yüce Allah’tır. (‘halaqa’l insan, allemehu’l beyan’ – Rahmân 55/3-4).

Lisanların vaz’ı sadece bir kere, insanların vaz’ı her keredir çünkü lisanlar sadece bir kişi için değil tüm insanlık için vaz’ edilmiştir, oysa yaratılan her insan “sadece kendisini gerçekleştirsin diye” vaz’ edilmiştir. 

Lisanların kendisini gerçekleştirmesi tüm insanlığa bağlıdır ama birey olarak insanın kendisini gerçekleştirmesi kendisine bağlıdır. Lisanların tüm insanlarda kendisini gerçekleştirmesi insanların o lisan üzerinde önce ittifak etmelerine sonra ittifak ettikleri bu şeyi tevarüs ettirmelerine bağlıdır. İnsanların lisanlar üzerinde ittifak etmelerini sağlayan insan türünün kendisi değil yine Yüce Allah’tır (allemehu’l beyan).

Lisanlar üzerinde Yüce Allah tarafından ittifak ettirilen insan, kendi türünden birilerini zürriyet olarak çıkardığı müddetçe lisanları tevarüs ettirmek zorundadır ve bu zorunluluk da yine bir vaz’dır ve bu vaz’ın sahibi de yine Yüce Allah’tır.

Yüce Allah’tan gelen bir başka vaz’ ise İslam’dır. 

“Vaz’ edilmiş ikili olan insan ve lisan buluşunca her birindeki kuvve bil-fiil olarak açığa çıkmaktadır.” dedik fakat her kuvve “nasıl çıkarsa çıksın, yeter ki çıksın” şeklinde bir bil-fiille ortaya çıkamaz, kendisini gerçekleştiremez. Kuvvelerin kendilerini gerçekleştirmesi, özlerinde bulunan yapıya uygun olduklarında mümkün olur. Aslında bu sadece insan ve lisan için değil yaratılmış her varlık için geçerlidir. Öz kuvvesi armut olmak olan bir şeyin salatalık olarak meydana çıkması, kuvvenin tamamen yanlış bir bil-fiili olduğu anlamına gelir ki bu da kuvvelerin hiç açığa çıkmaması anlamına gelir.

Lisan, kelimelerden ve kurallardan oluşur. Anlamla insan tasavvuruna bağ kurduracak bir kuvvesi vardır. Bu yüzden kelimeler ve cümleler bu kuvveye uygun olarak çıkmalıdır. 

Mesela, “Ben, armut yedin onlar” cümlesinde kelimeler vardır hatta kural da vardır ama kelimeler ve cümle kendi kuvvesine uygun bil-fiil halinde değildir bu yüzden herhangi bir anlamla bağ kurulamamaktadır. 

Mesela, “Ben bostanda yetişen bir karpuzum.” cümlesinde kelimeler vardır ve kurallar tastamam yerindedir fakat insan şeklinde bir karpuz veya karpuz şeklinde bir insan tasavvur etmek imkânsızdır bu yüzden cümle “cümle” olarak anlamlıdır ama varlıkta bir karşılığı yoktur yani cümle yine kendi kuvvesine uygun bil-fiile göre değildir.

Üç İlahi Vaz’ ve İslam

İnsan huduri bilgilerle doğar, bunlar “görmek, duymak, koklamak, dokunmak, tatmak” gibi dışa açık duyular; “hüzünlenmek, sevmek, merhamet etmek” gibi içe dönük hisler ve “akletmek” gibi hem içteki hem de dıştaki duyuları anlamlı hâle getiren kuvvelerdir. İnsan işte bu kuvveleri kuvvelerin öz yapısına uygun bil-fiillerle açığa vurduğu zaman kendisini gerçekleştirir. Bu yüzden her “görmek” bakmak değildir, her “duymak” anlamak değildir.  Ayrıca dıştaki duyuların içteki duyuları, içteki duyuların dıştaki duyuları, aklın ise her ikisini manipüle etmesi mümkündür. O halde insanın kendi özündeki kuvvelere yaslanarak ve dili kullanarak kendisini gerçekleştirmesi için bunların doğru bil-fiillerini şaşmaz bir şekilde kendisine öğretecek bir üçüncü ilahi vaz’a ihtiyacı vardır. 

İSLAM işte o vaz’dır. 

Evet, insanın içine ve dışına dönük kuvveleri vardır. Evet, insanın bu kuvveleri kendisi ile açığa çıkaracağı lisanı vardır ama bunlar insanın her zaman doğru bil-fiillere sahip olmasına yetmemektedir hatta hiç yetmemektedir. 

Kuvveler ameliyat masasına konulup üzerinde deney yapılarak anlaşılan şeyler değillerdir. Görmeyi görmek, duymayı duymak, tatmayı tatmak, şefkati şefkat etmek, acıyı acıtmak mümkün değildir. İşte tam burada ona, kendisinde bulunan ama asla üzerinde deney yapma imkânı bulunmayan bu kuvveleri öz haliyle tanıtacak bir VAZ’ gereklidir ki işte o İSLAM’dır.

Üç vaz’ ve tek vaz’ edici…

Kuvvelerini doğru bir şekilde bildikten ve onların doğru bil-fiiler olarak ne şekilde gerçekleştirileceğini anladıktan sonra onu yapmak ya da yapmamak artık ona kalmıştır. 

Ortada üç vaz’ vardır ve her üçünün de sonraya aktarılışı sadece TEVARÜS yoluyladır. 

Üçü de tümeldir ve üçü de yargısızdır bu yüzden tevarüs ettirilen her ne ise o “tevarüsün doğruluğu” tevarüs ettirilen şeye bir yargı ilintilememektir.

  1. “İnsan” ilahi bir vaz’dır. Ona doğuştan gelen günah veya doğuştan gelen bir üstünlük veya doğuştan gelen herhangi bir şey ilintilenirse o insan asla kendisini gerçekleştiremez.
  1. “Lisanlar” ilahi bir vaz’dır. Onlara “Bu cennet lisanıdır, bu lisan berbattır, bu lisan şahanedir.” gibi kuvvelerinde olmayan şeyler ilintilenemez veya o dilin vaz’ edildiği ilk halindeki kurallar kaldırılıp yerine başka kurallar konamaz, kurallarda özleri değiştirecek genişletme veya daraltma yapılamaz çünkü bunlar da ilintidir.
  1. “İslam” ilahi bir vaz’dır. Tevarüs ettirilirken özünü örtecek şekilde özüne bir şey ilintilenemez, bu kâfirlik olur. 

Özüne özünden olmayan bir şey eklenemez, bu şirk olur.

Özünü olduğundan başka şekilde göstermek FESAT olur.

Özüne yeni hudutlar belirlemek, yeni tanımlar getirmek, özüne dair bir şeyi kısmi ya da tamamen değiştirmek İSLAM’IN KENDİSİNİ GERÇEKLETİRMESİNİ ENGELLEMEK olur.

Bir başka açıdan üçünü birleştirerek şöyle diyebiliriz:

Allah, biri olmadan diğeri kendisini doğru bir şekilde gerçekleştiremeyecek ÜÇ VAZ’ buyurmuştur.

Vaz’ ettiği şeylerin her üçünün de diğerlerine ulaşmasında “tevarüs”ü temel almıştır.

Bir tevarüsün doğruluğunu ise “tevarüs ettirilen şeye herhangi bir şeyi İLİNTİLEMEMEK” olarak belirlemiştir.

İlinti, noktasız ve harekesiz olarak vaz’ edilen üç vaz’a nokta ve hareke koymak gibidir.

Ne insana ne lisanlara ne de İslam’a kimsenin nokta ve hareke koyma hakkı yoktur.

İlgili içerikler