Pyramid of Giza

Risalet Soyunun ‘Mısr’ Tecrübesi ve ‘Mısr’ Kelimesi

“Yusuf İsrailoğulları’nı Mısır’a getirmekle, Musa da onları Mısır’dan çıkarmakla mı görevlendirilmiştir?”

Risalet soyunun ‘Mısr’ tecrübesi Yusuf’tan daha öncesine, sandığımızdan çok daha eskilere ve
hatta en eskilere dayanmaktadır.

Kelimelerin gramer bağlamında cümledeki konumları insanda TASAVVUR yeteneğini artırır. Mesela, Kur’an’da 5 defa geçen ‘MISR’ kelimesinin 4 defa gayri munsarıf, bir defa munsarıf gelmesinin sebebi, insanın aklına bir yetenek kazandırmaktır.

Bu yeteneği kazanmak isteyen her akıl ilk önce şu sorularla başlamalıdır: ‘Mısr’ kelimesini gayri munsarıf yapan etken nedir?
Gayri munsarıf 4 kullanım varken beşincisi neden munsarıftır?

Sırf bu sorular bile insanın bakış açısında çok büyük değişikliklere sebep olur. Yine de Kur’an’ı anlamaya çalışan her kişinin ilk önce şöyle bir davranış kalıbına sahip olması gerekmektedir:

Karşımızda netlik açısından varlığın en neti, duruluk açısından varlığın en durusu ve sahihlik açısından da varlığın en sahihi olan bir yazı vardır. Ama öte taraftan bu yazıyı ANLAMA -MAK gibi bir sorun da vardır.

İşte bu sorun yazıdan değil yazıyı okuyandan kaynaklanmaktadır.
Kur’an’ı okuyan kişi en başta kör olduğunu bilecek ve görmeye çalışacaktır.
Kur’an’ın, görme kusurlarını gideren bir TABİB olduğunu bilerek ona yaklaşacaktır. İnsanın Kur’an’dan anlamadığı bir şey varsa bu kesinlikle insandan kaynaklanmaktadır. Ya kör olduğunu bilmiyordur ya da tabibin tavsiyesine uymuyordur.
Kur’an insana anlama yeteneğini kelimelerle, sözlerle, cümlelerle, edatlarla kazandırır.

Günümüz dünyasında insanlar doktorların verdiği ilaçların prospektüsünü bile okuma gereği duymazlar. Doktorların verdiği ilaçların neyden yapıldığını hiç merak etmezler. Doktorlara güvenirler ve o ilaçları aksatmadan hem de ibadet bilinciyle alırlar.

Kur’an kelimelerinin her birini bir ilaç olarak farz edelim. Gözümüzdeki görme kusurlarını, kalbimizdeki ritim bozukluklarını ve aklımızdaki şizofreni hastalıklarını tedavi eden ilaçlar o kelimeler ve edatlardır.

Yani Kur’an okuyan biri her şeyden önce ağır ve hasta olduğunu, çaresiz bir derde tutulduğunu ve tek çarenin Kura’n olduğunu bilerek Kur’an okuyacaktır.

Doktorların verdiği her ilacın belli dozu ve zamanı vardır. Fazla doz insanı öldürür. Ama Kur’an’ın fazla dozu yoktur.
Zamanı da yoktur.

Yani aç karnına, tok karnına, sabah erkenden, gece geç vakitlerde, öğle sıcağında, yağmurda ve karda her durumda bu ilacı alabilirsiniz.

Kur’an’a böyle yaklaşılınca sağlıklı düşünceye, sağlıklı tasavvura ve sağlıklı davranış yeteneklerine sahip olunur -ki bunların hepsine birden İMAN VE SALİH AMEL denmektedir.

SALİH AMEL zaten “sağlıklı davranış” demektir.

Doğru araştırma yani HASTALIĞI OLMAYAN bir araştırma yeteneğine sahip olmak istiyorsak, tabibi dinlemeli ve tabibin verdiği ilaçlara çok dikkat etmeliyiz.

Bu yetenek nasıl elde edilecektir? Kelimelerin veya edatların neyden oluştuğuna bakarak…

Doktorların verdiği ilaçların neyden yapıldığı bizim gibi sıradan insanlara kapalıdır ve anlaşılmazdır. Onları öğrenmek için tıp fakültesine gitmek gereklidir. Kur’an’ın üniversitesi de ortaokulu da ilkokulu da herkese açıktır; üstelik okul ücreti, kayıt parası gibi külfetleri de yoktur.

Kelimelerinin neyden yapıldığı da gayet açıktır. Tek yapmamız gereken görmektir. Görebilecek yeteneğe sahip olmaktır.

Bu yüzden sorular çok önemlidir.
Tekrar başa dönersek, görmek için o soruyu bir daha ve başka şekilde soralım…

Yusuf suresinde Yusuf Yakup’a “ALLAHIN İZNİYLE ‘MISR’A GİRİN.” demektedir. Eğer Yakup ‘Mısr’ı bilmiyorsa Yusuf ‘Mısr’ kelimesini neden gayri munsarıf olarak kullandı?

Kur’an’daki kronolojiyi temel alırsak ‘Mısr’ kelimesinin kronolojiye göre ilk kullanıldığı yer Yusuf suresi 21. Ayettir ve kelimenin kullanımı burada gayri munsarıf’tır. Oysa gayri munsarıf kelimeler marife hükmündedir.

Daha öncesinde hiç telaffuz edilmemiş bir ismin hem de gayri münsarıf olarak gelmesi dil açısından sorunludur. Çünkü her kelime beraberinde soru getirir.

Mesela, ben kalkıp sizin bilmediğinizi bildiğim bir yeri sanki siz biliyormuşsunuz gibi söylersem hemen “Burası neresi?” diye sorarsınız…
Örnek: “BEN GEÇEN GÜN SARBEDÜVEN’e gittim…”

Haliyle “Burası neresi?” diye sorulacaktır ama burada aslında daha büyük bir kabahat vardır. Ben herkesin “Sarbedüven” diye bir yeri hiç bilmediklerini bildiğim halde sanki herkes biliyormuş gibi bir cümle kurdum.
Bu kabahati ben yaparsam bana yakışır ama her şeyi bilen Allah yaparsa bu olmaz işte.

Üstelik işin garip tarafı da şudur… Mısır’a ‘Mısır’ diyen tek dil Arapçadır… Yoksa oranın adı dünyanın diğer dillerinin tamamında ‘EGYPT’tir.

Yani Kur’an öncesi tarihi kayıtlara bakılsa bile adı ‘MISR’ olan hiçbir yer bulunamayacaktır.
O halde ‘Mısr’ kelimesinin ilk defa kullanımında GAYRİ MUNSARIF olmasından iki sonuç
çıkacaktır:

  1. Bu kelimeyi ilk defa ve gayri munsarıf olarak kullanan kişi muhatabının durumunu hiç umursamıyordur.
  2. Bu kelimeyi kullanan kişi muhatabına oranın NEDEN MISIR olduğunu ve neden gayri munsarıf olduğunu başka bir konuşmasında uzun uzun anlatmıştır.

Şimdi en baştaki soruya gelelim, soru şuydu: “Yusuf İsrailoğulları’nı Mısır’a getirmekle, Musa da onları Mısır’dan çıkarmakla mı görevlendirilmiştir?”

Bir kabileyi bir yere getirmek de bir yerden götürmek de tek başına görev tanımı olmaz, olamaz.

Çünkü resuller otobüs şoförü gibi arkasına takılanları bir beldeden bir beldeye getirince görevleri biten kişiler değillerdir.

Burada Yusuf’un ve Musa’nın misyonlarının daha derin bir içeriğe sahip olduğu kesindir.

Yusuf’un misyonunun sanıldığından daha derin olduğunu gösteren belki de en önemli delil; Yusuf 21. ayette birdenbire ‘MISR’ kelimesinin gayri munsarıf olarak kullanılması gelmektedir. (Hoş munsarıf olsaydı da aynı kelimeden bu anlaşılırdı.)

İsterse Şibhi bir fiil olsun, ‘Mısr’ kelimesinin bu kalıpta bir ism-i mekân olarak kullanılması kesinlikle BİLİNEN bir geçmişi olmasını zorunlu hâle getirir.

İşte kelimenin bu özellikte olduğunu bilmek bizim aklımıza bir yetenek kazandıracak ve ‘Mısr’ kelimesi ile bize yepyeni ve daha derin içeriklere sahip ufuklar açacaktır.

Bundan sonrasında yapmamız gereken bu kelimenin Kur’an’daki geçmişini bulmak olacaktır. Resullerin Mısır’da geçtiğinden emin olduğumuz kıssalarını anlatan ayetlere bakacağız. Bunlar; Yusuf, Yakup, Esbat, Musa ve Harun’dur.

Mesela, Musa kıssası ile başlayan İsrâ suresinin 2. ve 3. ayetlerine baktığımızda orada Nuh ile beraber taşınan bir adamın zürriyeti ile İsrail oğulları arasında bir bağ kurulduğunu görmekteyiz.

Yine Mü’min suresinde imanını gizleyen adamın söyleminde NUH, AD, SEMUD kavimleri ve o kavimlerin başına gelenlerin bunların da başına gelmesinden bahsedilmekte ve muhatapların bunlarla ilişkisi kurulmaktadır.

İmanını gizleyen adam “Nuh, Ad, Semud” demekte, onların başına gelenleri söylemekte ama karşısındakiler “Biz onları bilmiyoruz.” dememektedirler.

Şimdi Mü’min suresindeki adamın muhatapları adamın söylemine aldığı Nuh, Ad, Semud kavimleri hakkında sadece onların başlarına gelen felaketleri mi bilmektedirler? Yani o felaketlerin neden onların başına geldiğini ve Nuh’un, Salih’in ve Hud’un kendi kavimleri ile mücadelelerini bilmemekte midirler?

O kavimleri öylesi bir akıbete uğratan şeyleri bilmemekte midirler?

Bilmediklerini söylemek çok abes olacaktır, değil mi?

Bu durumda sarayda imanını gizleyen adamın karşısındaki muhatapların kendilerinden ta Nuh’a kadar olan risalet çizgisinden haberdar olduklarını söylememiz yanlış olmayacaktır, değil mi?

Yine aynı söylemde “…VE ONLARDAN SONRAKİLER.” denmektedir. Her ne kadar o bağlamda anılmasa da sarayda imanını gizleyen adamın “Onlardan sonrakiler” derken risaleti kastettiği de gayet açıktır, değil mi?

Peki “Onlardan sonrakiler” kimlerdir?

Bu da gayet açıktır. Nuh, Hud ve Salih; sonrası şu şekildedir: İBRAHİM, İSMAİL, LUT, İSHAK, YUSUF, YAKUP ve ESBAT’TIR.

Yani sarayda imanını gizleyen adamın muhatapları RİSALET çizgisini biliyorlar hem de çok çok iyi biliyorlar demektir.

Son olarak; Yusuf muhataplarına kendisinin İBRAHİM, İSHAK VE YAKUP çizgisinde olduğunu söylemekte ve muhatapları da bu isimler hakkında ona tek bir soru dahî sormamaktadırlar. Bu da onların bu isimleri çok iyi bildiklerini göstermektedir.

Şimdi bunları burada bırakıp ilk bakışta konu ile alâkası yokmuş gibi duran ama aslında ‘Mısr’ kelimesinin gayri munsarıf olarak kullanılmasının en önemli delili olacak bir soru daha soralım.

Daha önce de belirttiğim gibi Kur’an’daki kronolojiye göre ‘Mısr’ kelimesinin ilk kullanıldığı yer Yusuf 21. ayettir. Aynı Yusuf suresinin ilk ayetlerinde ise kıssa şöyle denilerek anlatılmaya başlanmaktadır: ‘NAHNU NAKUSSU ALEYKE AHSENUL KASAS’

SORU: Bu cümlede “SEN” denilen kişi kimdir? Yani kıssa kime anlatılmaktadır?

Eğer bu soruya “Tabi ki Muhammed” diye cevap verirsek “Yusuf suresindeki ‘Mısr’ kelimesinin gayri munsarıf olarak kullanılması kesinlikle bir anlatım bozukluğu ve anlatıcının muhatabının durumunu hiç gözetmediği” gibi bir sonuç çıkacaktır.

Bir sözün fasih, beliğ ve mu’ciz bir söz olmasının bir numaralı hatta olmazsa olmaz kuralı şudur: Konuşmacının muhatabın durumunu dikkate alması…

Cenaze yerinde aşk içerikli edebi konuşma “söz sanatları” açısından ne kadar zengin olursa olsun asla fasih ve beliğ bir söz olarak adlandırılamaz.

Bilmeyen birine biliyormuş gibi söz sanatları ile inceden inceye söz söylemek kesinlikle fesahat veya belagat olarak adlandırılamaz.

Bir sözün fasihliği; sözü söyleyenin, muhataplarının durumunu ne kadar dikkate aldığı ile ölçülür yoksa söz sanatları ile değil.

İşte bu yüzden Yusuf kıssasındaki “SEN” zamirinin “Muhammed” olarak görülmesi “Kur’an’ın asla fasih bir söz olmadığı” sonucunu da beraberinde getirir.

Kavramlar:

İlgili içerikler