morocco marrakesh

Kur’an’da “Öncekilerin Sünneti” ve Tevarüs

ARAPÇA İLE İLGİLİ ÇOK AZ BİLİNEN ENDER BİR KURAL: 

Arapçada fiiller sulasi, rubai, humasi olarak bulunurlar. Bunlardaki harf sayılarının fazlalığı dört ve beş harfli fiillerin sulasi (üçlü) bir kök ile anlam akrabalıkları olduğu göz önüne alınarak değerlendirilir. Fakat bazı MEZİD fiillerin ÜÇLÜ kökü yoktur. Bu durumda sulasi kökü olmayan bu tür fiillerin SULASİ BİR İSİMDEN TÜRETİLMİŞ oldukları kabul edilir. (el-Kasım b. Muhammed b. Said el-Mu’eddib (ö.h.4.yüzyıl)) 

BAZI İSTATİSTİKLER:

Kur’an’da Geçen Fiillerin İstatistikleri

Yapılan bir çalışmaya göre Kur’an’da (Asım kıraatinde) 1429 fiil bulunduğu tespit edilmiştir. Bu fiillerin 634 tanesi SULASİ, 795 tanesi ise MEZİD fiillerdir.

SULASİ FİİLLER: (Aksam-ı sab’a ya göre) 

331 adet Sahih fiil
28 adet Mehmuz fiil
61 adet Muzaaf fiil
28 adet Misal fiil
74 adet Ecvef fiil
81 adet Nakıs fiil
12 adet Lefif fiil
19 adet Mürekkebat fiil


MEZİD BABLAR:

EF’ALE kalıbı 254 adet
FA’ALE kalıbı 170 adet
FAAALE kalıbı 62 adet
FA’LALE kalıbı 7 adet
İNFAALE kalıbı 16 adet
İFTAALE kalıbı 100 adet
TEFA’ALE kalıbı 87 adet
TEFAALE kalıbı 38 adet
İSTEFALE kalıbı 58 adet
İFALELLE kalıbı 3 adet

(M. SADİ ÇÖĞENLİ / Kur’an’da geçen fiillerin Morfolojisi (sarf) yönünden bir incelemesi)

AKILLI VARLIK TÜRLERİ AÇISINDAN ‘CİN’ KELİMESİNİN “TANINMAYAN, BİLİNMEYEN İNSANLAR” ANLAMINA GELDİĞİNİ SÖYLEYEN GÖRÜŞE BİR İTİRAZ:

‘Cin’ Kelimesinin Anlamı Üzerine Bir İtiraz

Bilindiği gibi içlerinde Muhammed Esed gibilerinin de olduğu bir grup ulema Kur’an’da geçen ‘CİN’ kelimesinin en azından her bağlamda “gayb âleminin görünmeyen varlıkları” anlamında başka bir varlık türünü ifade eden kelime olmadığını, kelimenin “örtmek, kapamak” anlamından yola çıkarak bunun “tanınmayan, bilinmeyen veya o güne kadar oralarda görülmemiş insanlar” anlamında olduğunu söylemişlerdir. 

Kur’an’da geçen hem ‘el-insan’ hem de ‘el-Can’ (çoğulları ‘ins’ ve ‘cin’) kelimeleri basit manada kelimeler değillerdir, bunlar “kavram” olan kelimelerdir. 

Herhangi bir kelimenin kavramsal bir anlam kazanması “Ben yaptım oldu.” şeklinde değildir. 

Kelimelerin kavramsal anlamları o kelimelerin MÜSEMMA’larını tam ifade edecek, uzun anlatımların tek bir kelimede toplanmasıdır. 

Kur’an’ı başından sonuna kadar okuduğumuzda akıllı varlık türü olarak sadece iki varlık türünün olduğunu görmekteyiz. 

‘CİN’ kelimesine “yabancı insanlar” manası verilmesi durumunda varlık türü teke inmektedir. Fakat varlık türünün teke indirilmesi durumunda Kur’an’daki birçok ayeti anlamak zorlaşacak hatta anlaması imkânsız hâle gelecektir. Aynı zamanda kelimelere kavramsal değerler kazandırmak ilkeler bazında değil “Ben yaptım oldu.” çerçevesinde olacaktır. 

51:56

Vemâ ḣalaktu-lcinne vel-inse illâ liya’budûn(i)

TDV meali – Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım. 

Mesela bu ayette hem ‘ins’ hem de ‘cin’ kelimesi çoğul olarak geçmektedir. Eğer bu iki kelime aynı varlık türünü ifade eden aynı anlamda iki kelime olsaydı zaten böyle söylenmesi anlamsız olurdu. Çünkü her iki kelime de CİNS ifade eden iki farklı kelimenin çoğuludur. 

İnsanların içinde birinin diğerine yabancı olması, birbirlerini hiç görmemiş olmaları onları iki farklı CİNS isim ile tanımlamayı asla gerektirmez hatta böyle tanımlamak ilkesizliği zirveye taşımak olacaktır. 

Çünkü hem “yabancı” kelimesi göreceli bir kelimedir hem de “yabancı olmak” varlık türü açısından farklı olmayı değil bir HÂLİ ifade eden bir durumdur. Yani sıfâtî bir özelliktir. 

Kaldı ki bu yaklaşım biçimi ile Zâriyât 56. ayete anlam verdiğimizde karşımıza anlamsız bir meal çıkacaktır: “Ben insanları ve yabancı insanları bana kulluk etsinler diye yarattım.” 

Aslına bakılırsa varlık türlerini anlama açısından Kur’an’da bir müphemlik, mücmellik, müşkillik veya müteşabihlik yoktur. Bu durumların tamamı Kur’an’ı anlamaya çalışan insanların kendi durumlarıdır. Yani mücmel veya müşkil veya müteşabih olan onlardır. 

Az önceki Zâriyât 56. ayeti gayet açık bir şekilde varlık türünün sadece iki tane olduğunu ortaya koymaktadır. Fakat sadece o ayetten bu iki kelimenin iki farklı varlık türünü ifade ettiğini söylememiz, kelimelerin KAVRAMSAL değerlerini sadece o ayetten aldıkları anlamına gelmez, gelemez. 

Kur’an’da geçen kavrama dönüşmüş her kelime, kavramsal değerini Kur’an’ın tamamındaki anlatılardan almaktadır. 

Kavram ve Kelime Arasındaki Fark

Ne dediğimizin tam olarak anlaşılması için dünkü söylediklerimize ilaveten “kavram” ile “kelime” arasında nasıl bir fark olduğunu anlamak için biraz daha açıklık getirmeye çalışalım. 

Basit bir şekilde ‘İNSAN’ kelimesini ağzından çıkaran kişi aslında şunu demektedir: Nesnel görünüş açısından; iki ayağı, iki kolu, iki gözü, bir burnu, iki burun deliği, bir ağzı, ağzında 32 dişi, vücut yapısına göre dişi ve erkek halinde olan, iki ayağı üzerinde yürüyen, ağzından ve burnundan içine hava çeken ve veren, diliyle tatların, burnuyla kokuların, kulağıyla seslerin, gözüyle görüntülerin, dokunuşuyla maddelerin ne olduğunu anlamaya çalışan, beş duyu organıyla elde ettiği verileri aklıyla tasnif edebilen, iradesi ile farklı bilgiler arasında seçim yapabilen, geçmiş olayları hafızasında tutup geleceğe aktarabilen, biyolojik zayıflığını alet yaparak kapatabilen, yaşam biçimlerinin hangi kalıpta olacağına kendisi karar verebilen AKILLI VE İRADELİ VARLIK. 

Hatta çok rahat bir şekilde bu tanımlamanın ‘İNSAN’ kavramını oluşturan anlamın binde biri bile olmadığını söyleyebiliriz. 

Yani herhangi bir kişi sadece “insan” demekle bunların hepsini ve daha fazlasını söylemiş olmaktadır. İşte bu anlamların tek bir kelime ile ifade edilmesine veya tek bir kelime ile bu anlamların hepsini kapsayan bir şeyi belirtmeye “kavramsal değer” denmektedir. 

Bir nesneyi veya varlığı kavramsal değer açısından diğerlerinden ayırmak sadece insan türüne mahsus hatta sadece akıllı ve iradeli varlık türlerine ait bir beceri değildir. 

Hayvanlar ve hatta bitkiler bile varlıkların kavramsal nesnelliğini bilirler ve ona göre tavrılar geliştirirler. 

Fakat hayvanların ve bitkilerin nesnel farkları bilmeleri, farklı tavırlar geliştirdikleri varlık ve nesnelerin kavramsal değerlerini sonuna kadar bilmelerinden değil, sadece kendilerine yansıyan kısmı veya sadece kendilerini etkileyen kısımları üzerinden olmaktadır. 

Bir ceylan insandan kaçar; bu, ceylanın “insan” denilen varlığın kavramsal derinliğini kavramasından değil, onun kendisine benzemeyen bir varlık türü olduğunu görmesinden dolayıdır. Yani hayvanlar varlıklara farklı davranış geliştirirlerken karşıdaki varlığı değil kendilerini temel alırlar ki buna da İÇGÜDÜ denmektedir. 

Akıllı varlıklar içinse durum bunun tam tersidir. Akıllı varlıklar kavram ile ifade edilen varlıkların farklarını AKIL ile kavrarlar. 

Akıllı varlıklar açısından varlıkların nesnel görünen ve kendi başına ulaşılabilen farklılıklarını bilmek, anlamak ve kavramak için ne bir resule ne bir kitaba ne de başka bir şeye ihtiyaç vardır. Çünkü bunlar beş duyu organıyla zaten ulaşılabilen şeylerdir. 

Sırf bu açıdan baksak bile birinin diğerine yabancı olmasını veya bilinmeyen insanlar olmasını anlamak için bir kitaba, bir resule ve o kitapta tür ismi kullanmaya hiç gerek yoktur. Üstelik yabancı veya bilinmeyen kelimeler kişiden kişiye değişebilen göreceli anlamlara sahiptirler. 

Fakat ‘Cin’ ve ‘İns’ kelimelerine M. Esed ve diğerleri gibi yaklaşmak sadece kelimelerin kavramsal değerlerinin kaybolmasına sebep olmamaktadır, aynı zamanda Kur’an’ın kelimeleri nasıl kavrama dönüştürdüğünü anlamanın önünü de tıkamaktadır ki bu zarar diğerine göre çok daha büyüktür. 

Kur’an; ‘İnsan’ veya ‘Cin’ veya herhangi bir kelimeye kavramsal değer verirken bunu insanın zaten ulaşabileceği şeyler üzerinden değil, istese bile U-LA-ŞA-MA-YA-CA-ĞI şeyler üzerinden yapar, hatta böyle yapmak zorundadır. 

Kendisini “Cinler ve insanlar bir araya gelseler, güçlerini birleştirseler bile benzeri getirilemeyecek” olarak tanıtan bir kitabın, kelimelere kavram değeri yüklerken izlediği yöntemlerinin de BENZERSİZ ve ULAŞILAMAZ olması gerekmektedir. 

Bir insanın ayaklarında on parmak olduğunu ve bunun da kavramsal derinlik olduğunu söylemenin Kur’an açısından bir değeri yoktur çünkü bu bilgi insanın zaten bildiği ve kolaylıkla ulaşabildiği bir bilgidir. “Bu bilgilerin kavramsal derinlikle alâkası yoktur” demiyorum ama diyorum ki Kur’an bu yöntemlerle kavramsal değer yüklemez, yüklerse yüksek değerini aşağılara düşürmüş olur ve kaldı ki bu tür haberler vermesi asla HABER DEĞERİ TAŞIMAZ. 

İnsanın yemek yemesi, uyuması, kalkması, durması, iki elini tutmak, iki ayağını yürümek için kullanması, korkan, üzülen, sevinen vs. bir varlık olması hiç kimse tarafından değerli bir haber olarak görülmez ama neyden ne kadar ne şekilde ne zaman korkacağı haberi İŞTE BU HABER DEĞERİ taşır. 

Kimi ne için ne kadar nerede ne zaman nasıl seveceği HABER DEĞERİ TAŞIR. 

Çünkü insanın nesnel varlığı için çeşitli ölçülerin olduğu ve genelde bu ölçüler üzerinde insanın bir etkisinin olmadığı her insan tarafından zaten bilinir. 

İnsan ve Cin Kavramları Üzerine Ayrıntılı Analiz

Mesela, tokluk hissi için bir ölçü vardır. Bir oturuşta iki inek yiyen birinin veya bir oturuşta kurtlar gibi 9 kg. et yiyen birinin normal olmadığını, “insan” denilen varlığın kavramsal tanımlaması içinde böyle olmanın genel bir kaide olmadığını bilmek için ne resule ne de kitaba ihtiyaç vardır. 

Hiç uyumayan insanın ‘insan’ kelimesinin kavramsal değerinde bir karşılığının olmadığını herkes bilir. İki elini ayak, iki ayağını el gibi kullanan insanın ‘insan’ kavramının kavramsal değeri açısından bir değeri olmadığını herkes bilir veya maymun ile insan, öküz ile insan, kuş ile insan, hamam böceği ile insan arasındaki farkları bilmek için ne bir kitaba ne de bir resule ihtiyaç vardır. Evet, bunlar da ‘insan’ kelimesinin kavramsal değeri açısından bilgi değeri taşırlar ama bu bilgiler ulaşılamaz bilgiler değillerdir. 

Kur’an gibi bağışlanmış bir bilgi kaynağı olan kitabın ‘insan’ kelimesine kavram değeri verirken kullandığı bilgilerin istense bile ulaşılamayacak bilgiler olması kaynağı göz önüne alındığında zaten olması gereken durum olduğu kendiliğinden anlaşılmaktadır. 

Bu açıdan da ‘Cin’ kelimesine “tanınmayan bilinmeyen insanlar” anlamı vermenin ne kadar saçma olduğu anlaşılmaktadır. 

Ayrıca, Kur’an’ın birçok yerinde ‘CİN’ ve ‘İNS’ türüne giren varlıkların hem elementer köken olarak hem de kabiliyetler olarak iki farklı tür oldukları gayet kolay bir şekilde anlaşılmaktadır. 

Mesela,

15:26

Velekad ḣaleknâ-l-insâne min salsâlin min hame-in mesnûn(in) 

SV meali – Biz (ilk) insanı kurumuş bir çamurdan, şekillendirilmiş kokulu kara balçıktan yarattık.  

15:27

Velcânne ḣaleknâhu min kablu min nâri-ssemûm(i) 

SV meali – Cinleri de daha önce, zehirli ateşten yaratmıştık. 

Sadece bu iki ayet bile TÜR açısından ‘Can’ ve ‘İnsan’ (bunlar ‘ins’ ve ‘cin’ kelimelerinin tekilidir) olarak “iki” farklı kavramla tanımlanan iki varlığın aynı tür olmadığını anlamaya yeterlidir. 

Aslına bakılırsa M. Esed ve onun gibilerin, kökenleri farklı olduğu çok açık olan kelimelere tek bir anlam verme hastalığı ulema arasında oldukça yaygın bir hastalıktır. 

Bu hastalık en bariz şekilde kendisini ‘NEBİ’‘RESUL’ veya ‘İNSAN’‘BEŞER’‘NAS’ kavramlarında göstermektedir. 

Her biri farklı bir süreç ile kavramsal değer kazanmış bu kelimelerin kavramsal değer kazanma serüvenlerinin Kur’an’dan değil de müktesebattan yapılması ne yazık ki çok açık hakikatlerin bile üstünün örtülmesine neden olmuştur. 

(Her ne kadar henüz yeteri kadar anlaşılamamış olsa da) insan türünün tüm bilgilerini TEVARÜS yolu ile aldığı bir hakikattir. 

Fakat müktesebatın bize TEVARÜS ettirdiği Kur’an’ı anlama biçimleri ve bu biçimleri kullanarak biriktirip bize aktardıkları bilgiler, üzerinde ittifak edilmemesi ve yatay olarak aynı zamanı paylaştıklarımıza dikey olarak sonraki nesillere TEVARÜS ettirilmemesi gereken şeylerdir. 

Bilginin tevarüs ettirilerek sonraki nesillere taşınması ilk insanın yaratılması ile başlayan uzun bir süreçtir. Biz bu sürecin ŞİMDİLİK en sonundaki halkasıyız. Biz öldükten sonra bu sefer gelecek olan nesil son halka olacak ve bu böyle devam edip gidecektir. 

‘Tevarüs’ dediğimiz kelimenin Kur’an’daki karşılığı ‘SÜNNET’TİR. 

Anlaşılsın veya anlaşılmasın bugün yaşayan bizler BİZDEN ÖNCEKİ NESİLLERİN BİYOLOJİK SÜNNETLERİNİN SONUCUYUZ.

Kur’an’daki Sünnet ve Tevarüs Kavramları

4:26

Yurîdu(A)llâhu liyubeyyine lekum veyehdiyekum sunene-lleżîne min kablikum veyetûbe ‘aleykum va(A)llâhu ‘alîmun hakîm(un)

TDV meali – Allah size (bilmediklerinizi) açıklamak ve sizi, sizden önceki (iyi)lerin yollarına iletmek ve sizin günahlarınızı bağışlamak istiyor. Allah hakkıyla bilicidir, yegâne hikmet sahibidir. 

Bu ayette geçen سُنَنَ الَّذ۪ينَ مِنْ قَبْلِكُمْ (sunene-lleżîne min kablikum) ifadesi bir isim tamlamasıdır ve anlamı “SİZDEN ÖNCEKİLERİN SÜNNETİ”dir. 

(Burada kullandığımız ‘sünnet’ kelimesi müktesebat ulemasının kullandığı ve “rivayet, hadis” anlamını yükledikleri “sünnet” kelimesi ile lütfen karıştırılmasın. Bizim kullandığımız ‘sünnet’ kelimesi Kur’an’ın kavramsal değer yüklediği anlama sahiptir.) 

Nisâ 26. ayette belirtilen ‘sünnet’ kelimesine yüklenen anlam kesinlikle ve kesinlikle “Sadece Kur’an, illâ da Kur’an, tek başına Kur’an.” demektir. Çünkü bu ayette kastedilen bizden öncekilerin sünneti, şeytanın başlattığı sünnetler değil Yüce Allah’ın ta ilk insandan beri devam ettirdiği, insana öğrettiği, insana emrettiği, resullerin durmadan tebliğ ettiği sünnettir.

Resullerin tek bir tane sünneti vardır, o da ALLAH’IN KİTABINDAN BAŞKA ÖLÇÜ TANIMAMAKTIR! 

İşte Kur’an’ın “öncekilerin sünneti” ifadesinden kastettiği budur ama burada şuna dikkat edilmesi gerekmektedir, ‘sünnet’ denen şey VAHY değildir, tam tersi TEVARÜS’tür. 

Şimdilik TEVARÜS konusunu bir kenara bırakarak konuya dönecek olursak Kur’an’ın bir kelimeyi kavram olarak kullanması aynı zamanda bize şunu vermektedir. Kavram olarak kullanılan kelimenin nasıl bir serüvenle kavrama dönüştüğünün hikâyesi kesinlikle Kur’an’da vardır demektir. 

Bu sadece İnsan-Nas-Beşer kavramları için değil KUR’AN’IN TÜM KAVRAMLARI İÇİN DEĞİŞMEZ BİR KURALDIR. 

Müktesebat uleması Kur’an’ın kavramlarının serüvenini Kur’an’dan izlememiştir. Bunu onları kötülemek için değil, bir tespit olsun diye söylüyorum. 

Bu tespit bize, onların bize tevarüs ettirdiği bilgilerin, bu bilgileri tevarüs ettirmeden veya ettirdikten sonra katıldıkları ittifakların (icma), gözü kapalı alınacak bilgi kaynakları olduğunu değil, Kur’an’ın yardımıyla eğrisi doğrusundan ayırt edilmeye muhtaç bilgi yığınları olduğunu göstermektedir. 

Eğer ki biz bu ittifakı bozmazsak, eğer ki biz de bu kirli tevarüsün aynısını yatay ve dikey olarak başkalarına aktaracaksak aynı deneyi yapıp farklı sonuçlar bekleyen aptallardan daha öteye geçemeyeceğiz demektir. 

İyisiyle kötüsüyle, doğrusuyla eğrisiyle, yalanıyla gerçeğiyle, güzeliyle çirkiniyle, sağlamıyla çürüğüyle bizden önceki nesiller bize bilimden sanata, ilimden masala, hikâyeden gerçeğe uzanan devasa bilgi yığınları aktardılar. Bize kendi elleriyle kurdukları bir dünya bıraktılar. Bize kendi çabalarıyla veya başkalarının zorlamasıyla çeşitli yaşam biçimleri bıraktılar. İşte biz bu mirasın son toplamıyız. İşte bu dünya bu mirasın son halidir. İşte bu yaşam biçimleri bu mirasın son şeklidir.

Bu miras, bu tevarüs çirkin, kirli ve pis bir tevarüs, pis bir mirastır. 

Eğer ki bizler de “İnsanlığın Mirası”nın bu olmaması gerektiği hususunda en ufak bir değişiklik yapmadan, en azından bu uğurda elimizden ne geliyorsa o çabayı sarf etmeden bu dünyadan rabbimizin huzuruna gidersek, her ne kadar her birimiz kendini İbrahim sansa da o mahkemede duracağımız saf İbrahim’in değil NEMRUD’UN safı olacaktır. Her ne kadar her birimiz kendisini Musa sanıyorsa da eğer biz bu OYUNU BOZMAZSAK ahirette duracağımız saf Musa’nın değil Firavun’un safı olacaktır. 

İyiyi hâkim kılmak için parmağını kıpırdatmamış, iyiyi karakter haline getirmek için elinden geleni yapmamış insanların ahirette İYİ bir sonuç beklemeleri zaten matematiksel olarak bile imkânsız bir sonuçtur. 

Evet Kur’an bağışlanmış bir bilgi kaynağıdır. Ama Kur’an’ın bilgisi Ahmet kardeşimin deyimiyle “FİKİR KULÜBÜ” niteliğindeki birlikteliklerin tartışma nesnesi olacak bilgiler değildir. 

Bu bilgi İYİ olmak ve İYİ kalmak isteyenlerin İYİ olup iyi olduklarından şüpheye düşmeyenlerin bilgi kaynağıdır. 

Bu bilgi kaynağı AHİRETE KESİN İKNA OLAN, RESULLER ARASINDA HİÇBİR FARK GÖZETMEDEN İMAN EDEN, SALATI İKÂME EDEN, KENDİ KAZANDIKLARINDAN İNFAK EDEN, ALLAH’A İMANINDAN BİR MİLİM BİLE GERİ ADIM ATMAYAN, KISACA ALLAH’IN KİTABINA SIMSIKI SARILIP YÜCE ALLAH’A SADAKAT GÖSTERENLERİN VE ÖYLE YAŞAYIP ÖYLE ÖLMEK İSTEYENLERİN BİLGİ KAYNAĞIDIR. 

Müktesebat ulemasının kirli ittifakı olan bu ahmakça tevarüs, olduğu gibi kabullenilecek bir miras ve olduğu gibi sonraki nesillere aktarılacak bir tevarüs değildir.

İlgili içerikler