Başlıklar
Dil ve Kavramların Önemi
Kur’an’ı anlamada olmazsa olmaz temel taşlardan biri de ‘lafız, kavl, kelim, kelime, kelam, cümle’ sözcükleri arasındaki farkı bilmektir. Bu kelimeler arasındaki farkı bilmek içinse önce bu kelimelerin Arapçadaki karşılıklarını değil, Türkçedeki “kelime, kavram, terim” gibi sözcüklerin ne anlama geldiğini, içeriklerinin ne olduğunu bilmek gerekmektedir. Dillerin işlevselliğinin hangi dinamikler üzerine bina edildiğini göz önüne almayan ve bizzat kendi konuştuğu dili bile önemsemeyen kişilerin, kendisi için yabancı bir dilde olan Kur’an sözcüklerine bu ayrımlara dikkat etmeden sadece sözlük manaları üzerinden meseleye yaklaşmaları ve hatta sözlüklerdeki “kavramsal ve terimsel” anlamları yok saymaları ortaya bir anlam değil bir anlamsızlık çıkaracaktır. Çünkü dillerin işlevselliği çok büyük oranda terimler ve kavramlar üzerinden gerçekleşmiştir. Aslına bakılırsa bu durum sadece “isimlerle” alakalı da değildir. Mesela dillerdeki mastarlar bile bir nevi fiillerin “kavrama” dönüştürülerek anlatılması ve anlaşılmasıdır. Her bir mastarın yüklendiği anlam, bir fiilin uzun ve açıklamalı içeriğinin azaltılarak tek bir sözcük şeklinde ifade edilmesidir. Meseleye bu açıdan yaklaşılırsa her bir fiilin bile aslında açıklaması uzun süren ve bazen komplike bir anlamı ifade eden sözcükler olduğu gayet kolaylıkla anlaşılır.
Sözcüklerin Kavrama ve Terime Dönüşmesi
Sözcüklerin kavrama ve terime, fiillerin ise mastara dönüşmesi dillerin işlevselliğini devamlı hale getiren yani dilleri sürdürülebilir anlaşma aracı kılan şeylerin en başında gelmektedir. Eğer insanların konuştuğu dillerin, sözcükleri kavram, terim ve mastar haline getirme kabiliyetleri olmasaydı insanların dilleri ile hayvanlardan çıkan sesler aynı düzeyde olurdu. Bu durumda çok basit cümlelerle ifade edilen anlamları, karşı tarafa aktarmak imkânsız hale gelirdi. Mesela, “Dün seni Üsküdar’daki tarihi lokantada pilavı kaşıklarken gördüm.” gibi basit bir cümlede “dün” kelimesinin günlerle alâkalı bir kavram olduğu, içinde yaşanılan günden önceki gün; “gün” kelimesinin ise güneşin doğumundan diğer doğumuna kadar olan zaman mesafesi olduğu yani bu kavramsal karşılık bilinmese veya “Üsküdar” kelimesinin “ev, devlet dairesi, ibadethaneler, işletmeler ve daha bir çok çeşitli binaları olduğu, bu binalarda insanların yaşadığı, çalıştığı, doğduğu yani kısaca insanların yaşadığı, çeşitli amaçlarla kullanılan çeşitli (demiryolu – karayolu gibi) yolların olduğu ve adına ‘İstanbul’ denilen bir şehrin -ki şehir kelimesi de kavramdır- sadece bir tek semti olduğu bilinmese; “tarihi” kelimesinden kastedilen anlamın “uzun süre hatta çok uzun yıllar” anlamına geldiği bilinmese; “lokanta” sözcüğünün, içinde ‘yemek’ -ki bu da bir terimdir- yapılan ve satılan yer olduğu anlamına gelen bir terim olduğu bilinmese; “pilav” kelimesinin ‘pirinç’ -ki bu da bir terimdir- bitkisinden elde edilen tanelerin, yemek yapma aracı olan ‘tencere’de -ki bu da bir terimdir-, ateş üstünde ‘su’ ve ‘yağ’ -ki bu da bir terimdir- kullanılarak pişirilen bir yiyecek olduğu bilinmese; “kaşık” kelimesinin yemek yeme aleti anlamına gelen bir terim olduğu bilinmese bu basit cümleyi anlamak da anlatmak da imkânsız hale gelirdi.
Kavram ve Terim Tanımlamaları ve Örnekler
İşte bu şekilde dillerin çok geniş anlamları, kavrama veya terime dönüştürme kabiliyetleri olmasaydı “dil” denilen şey sadece ses çıkarma düzeyine inerdi. Söylemek istediğimiz anlaşılsın, sözü anlamamak için büyük gayret sarf eden ve suistimal edenlerin önü kesilsin diye meseleye çok basit düzeyde yaklaşıp “kavram” ve “kelime” sözcüklerinin Türkçede ne anlam ifade ettiklerine TDK sözlüğünden bakalım:
KAVRAM:
- Bir nesnenin veya düşüncenin zihindeki soyut ve genel tasarımı, mefhum, fehva, konsept, nosyon: “Girift bir konudur bu, en başta yeni şiir kavramı ile karıştırılır.” – Melih Cevdet Anday
- Nesnelerin veya olayların ortak özelliklerini kapsayan ve bir ortak ad altında toplayan genel tasarım, mefhum, konsept, nosyon.
- Halk ağzında karın zarı, periton.
- Halk ağzında tutam, avuç dolusu.
TERİM:
- Bir bilim, sanat, meslek dalıyla veya bir konu ile ilgili özel ve belirli bir kavramı karşılayan kelime, ıstılah: “Bazıları ise terimlerimizi milletlerarası esaslara bağlamak davasındadırlar.” – Falih Rıfkı Atay
- Mantık: Geleneksel mantıkta özne veya yüklem.
- Matematik: Cebirsel bir anlatımda + veya – işaretleri arasında bulunan parçalardan her biri.
- Matematik: Bir denklemde = işaretinin iki yanındaki anlatımlardan her biri.
- Matematik: Bir kesrin pay ve paydasından her biri, had.
KELİME:
Anlamlı ses veya ses birliği, söz, sözcük, lügat: “Tayyare kelimesine alışan millet, uçak kelimesine de alışır.” – Orhan Veli Kanık
(Not: Bu tanımlamalar, TDK’nın resmi internet sitesindeki tanımlamaların birebir kopyasıdır).
Bu tanımlamaları göz önüne aldığımızda “kelime” kelimesinin anlamının ister kavram ister fiil ister mastar isterse terim olsun ağızdan çıkan her anlamı ses birliği olduğu, “terim” kelimesinin daha çok mesleki veya özel konularla ilgili olduğu, “kavram” kelimesinin ise anlatması uzun süren bir anlamın tek bir kelime ile ifade etmek anlamında olduğu ve kullanımının terime göre daha genel olduğu anlaşılmaktadır. Fakat ‘“terim” olan bir kelime “kavram” olarak, “kavram” olan bir kelime “terim” olarak kullanılmaz’ şeklinde bir ayrımın olmadığını, bazı kelimelerin hem terim hem de kavram olarak kullanıldığını da belirtmek isteriz. Şu uyarıyı da yapmak gerekmektedir. Bazı tanımlamalarda “kavram” kelimesinin karşılığının “terim” olduğu söylenmektedir ama bu doğru değildir. Türkçede de “kavram” ve “terim” kelimeleri farklı alanları olan iki sözcüktür. Bu ayrım anlaşılsın diye birkaç örnek verelim:
Mesela, “temel” kelimesi hem kavram hem de terim olarak kullanılması mümkün olan bir kelimedir. Eğer kelime, inşaat mesleğini ilgilendiren, bir binanın üzerine oturduğu asıl anlamında bir sözcük olarak kullanılırsa “terim”, ama buna karşılık soyut bir düşüncenin üzerine bina edildiği temel prensip anlamında kullanılırsa “kavram” olmaktadır.
Mesela, “bina” kelimesi inşaat terimi olarak kullanılırsa çeşitli amaçlar için ve çeşitli malzemelerin bir araya getirilerek oluşturulduğu yapı anlamında bir “terim”dir ama aynı kelime herhangi bir şeyin –ki buna sözcükler de dahildir– neye göre oluştuğunu anlama açısından kullanılırsa “kavram” olan bir kelimedir.
Mesela, “çatı” kelimesi inşaat mesleğini ilgilendiren bir sözcük olarak kullanılırsa “terim”, genel anlamda bir şeyin üstünü belirten bir şey olarak kullanılırsa “kavram”dır.
(Örneklerin hep inşaat çerçevesinde olması meslek icabıdır.)
Aslına bakılırsa bu durum hemen hemen her kelime ile alâkalıdır. Çok basit bir şekilde kullanılan kelimelerin kullanıldıkları yer ve hatta kullanıldıkları bağlam bile sıradan bir kelimeyi terime veya kavrama dönüştürebilir. Mesela bir otomobil tamirhanesinde kurulan “Bu arabadaki sorunu çözdüm/giderdim.” cümlesinde geçen “sorun” kelimesi, otomobil ile alâkalı ve bir tamirhanede kullanıldığı için “arıza” anlamına gelen bir terime dönüşmüştür. Yani bir kelimenin terimleşmesi veya kavramlaşması o kelimenin hangi bağlamda ve nerede kullanıldığı ile yakından ilişkisi vardır. Bu durum sadece isim şeklinde kullanılan sözcüklerle değil aynı zamanda fiillerle alâkalı da böyledir.
Mesela “Adam arabaya binip gitti.” ifadesindeki “gitti” fiiline yüklenilen anlam ile “Aklı başından gitti.” ifadesinde kullanılan “gitti” fiili asla aynı içerikte değildir. “Güneş tüm güzelliği ile parladı.” ifadesindeki “parladı” fiili ile “Gözlerimin içi parladı.” ifadesindeki “parladı” fiili kesinlikle aynı içerikte değildir.
İster kavram ister terim ister isim ister fiil veya başka bir şey olsun her sözcük “söyleyene, kime söylendiğine, ne için söylendiğine, nerede ve ne zaman söylendiğine” göre anlam kazanır ve buna göre terim, kavram veya lafız olur. Kelimelerin sözlük anlamları üzerinden derlenen sözlükler bu bağlamları dikkate almazlar. Çünkü bir sözlükte sözcüklerin gerçek hayattaki bağlamlarının tamamını vermek ve sözcüklerin buna göre anlamlarını alt alta yazmak mümkün değildir. Böyle yapılmaya kalkışılsa tek bir sözcüğün bağlamlarının bile bir ansiklopedi cildi kadar hacimli olacağı kuşkusuzdur.
Öte yandan her kelimenin mecazi ve hakiki anlamları olmasının yanında “kavram” veya “terim” haline getirilmiş kelimelerin bile kendi içinde birçok farklı kavramsal ve farklı terimsel kullanımları vardır ve bir kavramın veya terimin hangi boyutta kullanıldığının anlaşılması da sadece “bağlam” üzerinden olmak zorundadır. Mesela “müsabaka” kavramını ele alalım. Bu kavram “güreş müsabakası” bağlamında kullanıldığında sadece fiziksel bir karşılığı, ama “fikir müsabakası” bağlamında kullanıldığında ise içinde fiziksel bir temasın olmadığı soyut bir anlamı ifade etmektedir. Yani aynı kavram kullanıldığı bağlama göre tam tersi anlama bile gelebilmektedir.
Bu açıklamaları niye yaptık?
Kur’an ve Kavram Anlamları
Kendi konuştuğu dildeki bu ayrıntılara dikkat etmemesi durumunda, konuştuğu dili sadece ses çıkarmaya dönüşecek olan kişilerin, Kur’an gibi bağlamında daima Yüce Allah olan bir kitabın kelimelerine sadece ses birlikteliğinden oluşmuş sözcükler muamelesi yaparak ve hem de “Kur’an’ı sadece Kur’an ile anlama” gibi sevimli bir maskeyi yüzüne geçirerek sözcüklerin kim tarafından ve hangi bağlamda kullanıldığını da hiç dikkate almadan mücahitliğe soyunmaları epey müşterisi olan bir pazara dönüşmüş durumdadır. Ağızlarından çıkan kelimelerin on tanesinden dokuzu başkasından çalınmış olan bu mücahitler sağlarına Arapça sözlükler, sollarına sarf ve nahiv kitapları koymakla tüm meseleleri çözdüğünü veya çözeceğini zannetmektedirler. Hayatları başkasının söylediklerini kendisine mal ederek egosuna alan açmakla geçmiş bu mücahitler ne yazık ki “Kur’an’ı Kur’an ile anlamak” metodunu tüm ilkelerin egolarına göre şekillendiği bir arenaya çevirmişlerdir.
‘Salat’ Kelimesi ve Yanlış Yorumlar
Kur’an’daki ‘SALAT’ kavramının bir kavram olduğunu, bu kelimelerin bağlamının Yüce Allah’ın indi olduğunu, kavramsal değerlerini Yüce Allah’ın ilminden aldığını hiç umursamayan bu mücahitler eninde sonunda kelimenin sözlük manasından yola çıkıp Kur’an’daki ‘salat’ın günümüzde insanların “namaz” dediği şey olmadığı sonucuna varmıştır. Vardıkları bu sonuç, Kur’an’da geçen ‘salat’ kavramının “kavramsal” değerini hiç göz önüne almadan sadece fiil kökleri üzerinden meseleye yaklaşmalarının sonucudur. Halbuki eğer her meseleye bu yöntemle yaklaşacak olursak Kur’an’daki hiçbir kelimenin karşılığını tespit etmek mümkün değildir hatta ‘Kur’an’ ve ‘kitap’ kelimeleri bile buna dahildir.
Mesela, Kur’an’da “bu kitap” ifadeleri geçmektedir. Biz de dilimizde Kur’an’a “kitap” demekteyiz. Bu kelime tamamen kavramsal bir kelimedir. Çünkü ‘kitap’ kelimesi isim olarak sadece “yazı” anlamına veya “bir şey üzerine yazılmış yazı” anlamına gelmektedir. Oysa ‘Kur’an’ kelimesine yüklenen “kitap” anlamı 114 sureden, 77.485 kelimeden, binlerce cümleden oluşan yazılı belge şeklinde kavramsal anlamdır. ‘Salat’ kelimesine sadece sözlük anlamlarını dikkate alarak yaklaşanların metodunu kullandığımızda bizzat Kur’an’ın içinde kitabın kaç sureden, kaç kelimeden oluştuğu yazmamaktadır. Bu durumda kalkıp şöyle söylense; “Kur’an’ın içinde Kur’an’da kaç sure olduğu yoktur. Bu durumda bu kitabın sure sayısının 114 değil de 224 olduğu veya 114 değil de 64 olduğu” söyleminin önünde nasıl bir engel olabilir ki? Ayrıca birinin kalkıp “Kur’an’da sure, cümle ve kelime sayıları belirtilmemiş, o halde Kur’an’da cümle ve sure yoktur.” demesinin önünde nasıl bir engel olabilir ki?
Kur’an’da Kavram ve Terimlerin Önemi
Kur’an, Allah katından gelmiş bir metindir. Bu metnin kendisine ait bir lisanı vardır ve her lisanda olduğu gibi bu lisanda da kavramlar ve terimler kullanılmıştır. Eğer hiçbir dilde ve hiçbir şekilde yapmadığımız bir metodu yani kavramların kavram, terimlerin terim anlamlarını dikkat almadan sadece sözlük manaları üzerinden meseleye yaklaşırsak Kur’an’daki her kelime hiçbir anlama gelmez hatta fiiller bile. Mesela, Kur’an’da “görmek” fiili, “göz” ismi ve “basiret” mastarı kullanılmıştır. Ama Kur’an’ın hiçbir yerinde “göz” denilen organın insan denilen yaratığın kafasının “yüz” denilen kısmının üzerindeki, burun denilen organın hemen iki yanındaki, kirpik, göz kapakları, göz bebeği, iris tabakası, retina vs.den oluşmuş bir organ olduğuna dair hiçbir açıklama yoktur. Kur’an’daki kullanımından onun sadece görmeye yarayan organ olduğunu öğrenmekteyiz ama bu gözün görme denilen fiili yaparken hangi komplike organizasyonları yaptığını öğrenememekteyiz. Bu durumda biri kalkıp “Kur’an’da ‘göz’ denmekte ama retina tabakasının göze dahil olup olmadığı söylenmemektedir, o halde ‘retina’ göz değildir.” dese yerinde bir davranış mı sergilemiş olacaktır?
Mesela, Kur’an’da insanın iki ayaklı olduğunu öğrenmekteyiz ama her bir ayağında beşer tane olmak üzere on ayak parmağı olduğu yazmamaktadır. Bu durumda biri kalkıp “Kur’an’da ‘insan’ denilen varlığın iki ayağı ve hatta topuğu olduğu vardır ama ayaklarında parmak olduğuna dair hiçbir şey yoktur, o halde insan denilen varlık, ayaklarında parmak olmayan varlıktır.” dese yerinde bir davranış mı sergilemek olacaktır? Kaldı ki ‘İNSAN’ kelimesi de bir kavramdır. Yoksa kelimenin kastettiği sözlük anlamı sadece “fark eden” şeklindedir.
‘Salat’ Kelimesine Yüklenen Anlamlar
Aslına bakılırsa “Kur’an’daki ‘salat’ namaz değildir.” diyenler ‘salat’ kelimesi haricindeki her kelimeye kavramsal anlamları yüklemektedir ama iş ‘salat’ kelimesine gelince tuhaf bir şekilde sadece sözlük manalarını dikkate almaktadırlar. Anlaşılan o ki namaz kılmayı her ne hikmetse kendilerine yediremedikleri için Kur’an’ı kendi eylemlerinin maskesi yaparak güya bunu ‘Kur’an’da olmadığı yani Kur’an aşığı oldukları’ için yapıyorlarmış gibi yapmaya kalkışmaktadırlar. Yani bu efendiler güya adım adım Kur’an’ı takip ettikleri için buraya gelmişlerdir. Bunlara “Tamam, Kur’an’daki ‘salat’ namaz değilse nedir?” diye bir soru sorulduğunda bu sefer ‘salat’ kelimesine “toplumsal dayanışma” şeklinde kavramsal bir mana vermektedirler. Oysa madem ‘salat’ kelimesine sözlük manası verdiler, bu anlamı her zaman devam ettirmeleri gerekmektedir.
‘Salat’ kelimesine verdikleri “namaz” değil, “dayanışma” anlamını bir an kabul ederek “Bu dayanışma nedir?” diye sorduğumuzda hemen ‘salat’ kelimesini sözlük anlamından çıkarıp ona kavramsal anlam yüklemeye kalkışmaktadırlar. Yani Kur’an’daki ‘salat’ kavramına bakarken sadece sözlük kullanan bu vatandaşlar, ‘salat’ın “namaz” olmadığını ispatladıktan sonra o kelimeye kavram değerini kendileri yüklemektedirler. Önce kelimeyi karşılarına alıp “‘İkinci olmak, destek olmak, yaslamak, yaslanmak’ sözlük anlamları olan bu kelime nasıl olur da namaza dönüşür?” şeklinde akıllıca sorular sorduktan sonra, “İşte bakın, Kur’an’da ‘salat’ ‘namaz’ değildir dolayısıyla bu aptal halkın günde beş vakit ağızlarını burunlarını yere sürüp (özür dileyerek) popolarını havaya kaldırmaları, anlamsız bir şekilde bellerini büküp ellerini dizlerine koyarak eğilmeleri, anlamını bilmeden Kur’an’dan bir takım parçalar okumaları Kur’an’daki ‘salat’ değildir, bu uydurulmuş bir şeydir.” yargısına vardıktan sonra bu sefer kelimeye kendi kafalarından derleyip toparladıkları kavramsal manaları yüklemektedirler.
Oysa madem kelimenin Kur’an’daki kullanımlarının “yarışta ikinci gelmek” anlamında olduğunu veya “destek olmak, destek vermek” anlamında olduğunu söylediniz, sizin yapmanız gereken, kelimeye kendi uydurduğunuz kavramsal değerleri yüklemek değil, hangi yarışta ikinci gelineceğini, hangi desteğin kime verileceğini belirtmektir. Kaldı ki Kur’an’ın hiçbir yerinde o desteğin nasıl yapılacağının kavramsal tarifi de yoktur.
Bu durumda bu kişilerin yaptığı ‘salat’ kelimesine ittifak ve tevarüs yolu ile yüklenen kavramsal değeri değil, kendi kavramsal değerlerini vermeleridir. Hoş ‘ittifak’ ve ‘tevarüs’ün ne anlama geldiği hususunda da bir dakika olsun düşünme zahmetine katlanmayan bu kişiler hal diliyle şunu demektedirler: “Ey müslimler, Kur’an’da geçen ‘salat’ kelimesine atalarınızın yüklediği kavramsal değeri değil, benim engin ilmimle yüklediğim kavramsal değeri verin.” Üstelik ataların kıldığı “namaz kılmayı” da Kur’an’ın kınadığı “ataların dini”ne uyup Allah’ın has dininden uzaklaşmak saymaktadırlar.
Müktesebat ve Tezvirat Üzerine Düşünceler
Ağzından çıkan her on kelimenin dokuzu ödünç (kimden ödünç olduğu da besbelli) olan bu kişiler bir de kalkıp “Ramazan Demir, bugüne kadar ‘Tek kaynak Kur’an.’ dedi, şimdi kalkıp ‘ittifak’ ve ‘tevarüs’ü bilgi kaynağı olarak kabul ediyor.” şeklinde tezvirat yapmaya çalışmaktadırlar. Ayaklarımıza dolanan bu tezviratları dikkate alarak cevap verecek değiliz, hoş cevap versek bile anlama gibi bir derdi olmayanların bu cevapları da anlayacağını sanmıyoruz.
Ataların dinine tâbi olmanın veya tâbi olmamanın anlamı üzerinde bir dakika olsun düşünmeyen, bu yönde ölçüler koyan Kur’an ayetlerini okudukları halde ne okuduklarını bilmeyen ve hatta görmeyen bu arkadaşlar garip bir şekilde kendilerinden önceki insanların yaptığı her şeyin tersini yapmayı ve onları tepeden tırnağa “yanlışa kesmiş kişiler” olarak betimlemeyi “Kur’an tek kaynaktır.” sanmaktadırlar. Allah’ın tüm isimlerine, tüm hücrelerimle ve sonsuz kere yemin ederim ki Yüce Allah’ın dininin Kur’an’dan başka kaynağı yoktur. Yer beni içine çekse, gök üzerime yıkılsa “KUR’AN TEK KAYNAKTIR.” demekten ve bütün hücrelerimle buna inanmaktan bir an bile geri durmayacağım.
Ama yine tüm hücrelerimle Allah’a yemin ederim ki; “Kur’an tek kaynaktır” ifadesinin kastettiği kavramsal değer asla sizin dedikleriniz değildir.
Bu vatandaşlar, “ataların izinden gitmeme”yi güya Kur’an ayetlerine dayandırmaktadırlar. Bu yöndeki Kur’an ayetlerinden herhangi birine birazcık yakından bakalım:
Ve-iżâ kîle lehum te’âlev ilâ mâ enzela(A)llâhu ve-ilâ-rrasûli kâlû hasbunâ mâ vecednâ ‘aleyhi âbâenâ eve lev kâne âbâuhum lâ ya’lemûne şey-en velâ yehtedûn(e)
TDV meali – Onlara, “Allah’ın indirdiğine ve Resûl’e gelin” denildiği vakit, “Babalarımızı üzerinde bulduğumuz (yol) bize yeter” derler. Ataları hiçbir şey bilmiyor ve doğru yol üzerinde bulunmuyor iseler de mi?
Bu ayette, atalarından gelen bir dini Yüce Allah’ın indirdiği dine tercih eden kişilerin durumu gayet güzel bir şekilde anlaşılmaktadır. Fakat bu ayette hemen şu soru çıkmaktadır. Bu adamların “atalarımızı üzerinde bulduğumuz yol” dedikleri dinin içeriğindeki hemen her şeyi terk etmeleri mi istenmektedir? Yani “bu adamların atalarından kendilerine tevarüs eden hiç mi iyi bir şey yoktur?” şeklinde bir soru çıkmaktadır.
Daha birkaç gün önce dersini yaptığımız Kehf suresinde ise şöyle bir ayet vardır:
Ve-iżi-’tezeltumûhum vemâ ya’budûne illa(A)llâhe fe/vû ilâ-lkehfi yenşur lekum rabbukum min rahmetihi veyuheyyi/ lekum min emrikum mirfekâ(n)
TDV meali – (İçlerinden biri şöyle demişti:) “Madem ki siz onlardan ve onların Allah’ın dışında tapmakta oldukları varlıklardan uzaklaştınız, o halde mağaraya sığının ki, Rabbiniz size rahmetini yaysın ve işinizde sizin için fayda ve kolaylık sağlasın.”
Bu ayete birazcık yakından bakacak kadar göz sahibi, istisna edatının ne olduğunu bilecek kadar akıl sahibi olan herkes ayette “ALLAH HARİCİNDE…” şeklinde bir ifadenin olduğunu hemen görecek ve anlayacaktır. Konu ‘Ashab-ı Kehf’ bağlamında olduğu için onlardan kavimlerinin taptığı her şey değil “ALLAH HARİÇ” taptıkları her şeyden uzaklaşmaları istenmektedir.
Yani bu ayete göre kavimlerinin birçok saçma sapan şeylere tapındıkları veya otorite edindikleri ama Allah’a hiç tapınmadıkları, Allah’ı tamamen reddetmedikleri anlaşılmaktadır. Bu durumda ayet, bu gençlerden, “kavimlerinin Allah’a tapınmalarını değil, Allah’ın berisinde tapındıklarını terk etmelerini istemektedir” şeklinde bir sonuç çıkmaktadır. Yani kavimleri tepeden tırnağa yanlış, tepeden tırnağa kötü, onlardan hiçbir şeyin alınmayacağı bir kavim değil, İstisnaları olan bir kavimdir.
Bunlara “Kavminizin Allah’a tapınma şekillerinin, biçimlerinin veya içeriklerinin tamamını terk edin.” denmemekte, tam tersi istisna yapılarak devam ettirecekleri yani ‘TE-VA-RÜS’ ettirecekleri kısımlarının da olduğu belirtilmektedir.
İyi olan ile iyi olanın suiistimal edilmesini birbirine karıştıranlar, atalardan gelen her ne varsa hiçbir şeylerinin tevarüs ettirilmemesini, her şeyin çöpe atılması gerektiğini, hepsinin uyduruk olduğunu Kur’an’a dayandıranlar şunu unutmasınlar, ellerinde tuttukları Kur’an’ın noktalısı da noktasızı da ‘TE-VA-RÜS’ yolu ile kendilerine ulaşmıştır. Atalardan gelen her şeyi çöpe atmayı marifet sayanlar yukarıdakine benzer ayetlerde geçen istisna edatını yok sayarak istedikleri anlama ulaşmayı güya “tek kaynak Kur’an” saymaktadırlar.
Kur’an’da geçen bu ayetlerdeki “Yazıklar o namaz kılanlara olsun.” ifadesinin devamındaki sıfatları dikkate almadan bu ayetlerde müşriklerin veya kafirlerin kıldığı namazın değil de namazı gösteriş veya başka bir şey için yapmalarının kınandığını göz ardı ederek namazı da yok ve hatta kötü saymaları akıl tutulmasının zirvesinde olduklarını göstermektedir.
Bu ayetlerde “Yazıklar olsun namaz kılana.” denmemektedir. Burada ‘salat’ı gösteriye çeviren kafirler kınanmaktadır. Bu da ‘salat’ı gösteriye çevirmeyen kafirlerin kınanmadığı anlamına gelmektedir. Bu ayetlerden müşriklerin tamamının son ferdine varana kadar ‘salat’ı gösteriş için yaptıklarını farz etsek bile yine de kınanan ‘salat’ yapmaları değil, ‘salat’ı gösteriye çevirmeleridir.
Bu arada, R.D.’in müktesebat karşıtı söylemlerinden ağzı sulanıp “İşte adamımızı bulduk, yakında bizimkisi kuvvetli delillerle namazın, örtünün, orucun, haccın, zekâtın vs. olmadığını, ‘salat’ın düşünsel bir eylem veya toplumsal dayanışma olduğunu yakında yumurtlar.” diye bekleyenlere de şunu diyeyim: Sizi ikna etmek gibi bir derdim hiç olmadı ve bundan sonra da olmayacak. Eğer R.D.’in müktesebat karşıtı söylemlerinin sizin dediğiniz kapıya çıkacağını zannediyorsanız avcunuzu yalarsınız. Eğer bu beklentilerinize aykırı bir söyleme girdiğim için bana kıymet vermeyi bırakacaksanız veya bıraktıysanız ne önce ne şimdi ne de bundan sonra sizden kıymet bekleyen R.D. yerin dibine batsın!
Şunu bilin ki R.D,, gözünü de gönlünü de Yüce Allah’ın kıymetine dikmiştir ve O’nun dışında gözü hiçbir şeyi görmemektedir. Ben bu çalışmaların hiçbirini siz bu dine sahip çıkasınız diye yapmadım. Ben bu çalışmaların tamamını babam ve babam gibi olan insanların Yüce Allah’ın indindeki değerini anlamak için ve sadece kendim için yaptım.
O babam ki şimdi sizin ahmakça “yok” dediğiniz ‘salat’ı (namazı) ömrü boyunca yapmış, sizin kalkmaya erindiğiniz saatlerde Yüce Allah’a secde etmiş, boyun bükmüş, zaten tertemiz olan aklı, fikri ve yüreği için bağışlanma dilemiştir.
Şimdi siz kalkmışsınız bana Yüce Allah’a namazlarından başka götürecek bir şeyi olmayan bu babama kıymet verilmeyeceğini, ahirette bir çöp gibi cehenneme atılacağını mı söylüyorsunuz?
Hiçbir zavallının sofrasına oturmamış, hiçbir zavallının elinden tutmamış, hiçbir zavallının haline acımamış sizler bu zavallı adamların tutunacak tek dalları olan ‘salat’a yükledikleri kavramsal anlamları terk etmemizi ve sizin hastalıklı akıllarınızdan çıkan ve ne olduğu hususunda hayallerden başka bir şey söylemeyen kavramsal tanımlamalarınızı almamızı mı istiyorsunuz? Eğer biz bu kavramlara yüklenen anlamlardan birini seçmek zorundaysak hayatı boyunca alnı secdeden kalkmamış babamın yüklediği kavramsal anlamı alıyorum.
Ben bu seçimi az önce verdiğim ayette geçen ‘İLLA’ya dayandırıyorum.
Biz bu dine ödünç alınmış çalışmalarla girmedik. Ödünç alınmış kelimelerle edindiğimiz dini terk ettik. Şimdi sizin ödünç de değil, çalıntı akıllarınız üzerine mi dinimizi bina edelim?
Bu adamlar işlerine geldi mi müktesebatın yanlışlarını ganimet gibi sahiplenerek o yanlışlar üzerine düşünce geliştirmektedirler. Mesela, müktesebat ‘salat’ hususunda bir yanlış mı yaptı, hah, buldu bizimkiler ganimeti. Hemen o yanlışın karşısına bir antitez koyarak güya akıllarınca doğru yapmış edasıyla gerim gerim gerinmektedirler. Oysa bir yanlışa antitez geliştirmek AYNI YANLIŞI TERSTEN YAPMAKTIR.
BURADAN İLAN EDİYORUM: R.D.’nin ölümüne yapıştığı “Kur’an’ı sadece Kur’an ile anlamak”, var olan Kur’an’a yaklaşım biçimlerinden herhangi birilerinin ara bulucusu veya restore edicisi veya birinin taklitçisi veya birilerinden çalıntı veya birilerinin çalışmasının kıyısından köşesinden alarak devamını kendisinin getirdiği bir METOT değildir.
Bu metodu bu hale getirenlerin, kendi hastalıklı akıllarının nesnesi haline getirenlerin R.D. ile en ufak bir bağı yoktur ve R.D. dünyada da ahirette de bunlardan uzaktır. Bunlar izledikleri bu yöntemlerle Allah’a yakın olacaklarını zannediyorlarsa yapışsınlar metotlarına ve öylece yaşasınlar. Nasıl olsa hepimiz ölecek ve ahirette kim kime yakın olacakmış, göreceğiz.
Ben şu kadarlık Kur’an okumalarımda, Kur’an’dan, bu dinin GARİBANLARIN, ZAVALLILARIN, EZİLMİŞLERİN, HAKKI YENMİŞLERİN, YOLUNU KAYBETMİŞLERİN, KIYMETSİZLERİN, HIRLANANLARIN DİNİ OLDUĞUNU GÖRDÜM VE BUNA İMAN ETTİM.
BEN BU YOLU YOL EDİNDİM. KİMSEYE “ARKAMDAN GELİN.” DEMEDİM, DEMİYORUM, DEMEYECEĞİM. AMA BEN DİYORUM Kİ “CİNLER VE İNSANLAR TOPLANIP ÖNÜMÜ KESSELER, BEN PARÇA PARÇA OLMADAN BU YOLDAN DÖNMEYECEĞİM.” DİYORUM.
Bugüne kadar kimseden yardım beklemedim, şimdi de beklemiyorum ve gelecekte de inşallah beklemeyeceğim. Çünkü bu yolda yürümek, Allah’ın dinine yardım etmek değil tam tersi ALLAH’TAN YARDIM ALMAK demektir.
Bu yolda yürüyen kişi; bu yola girmekle fakir olduğunu, her haliyle Allah’a muhtaç olduğunu, onun yardımı olmaz ise ayakta bile duramayacağını bilmelidir.
Yazdığı üç satırlık yazıyla, yayınladığı beş para etmez kitaplarla Allah’ın dinine değer kattığını, beş para etmez kişiliğinin bir değer ifade ettiğini sanıyor veya sanacaksa bilsin ki Allah ile tüm bağları kopmuştur.
Başkasının çalışmalarını çalarak gösterilerde bulunup TAKİPÇİ sayısını artıranlar, bu takipçilerine Allah’ın diniymiş gibi pazarladıkları şeyler yüzünden ahirette onların yüklerini de yükleneceklerdir.
“VEFA” İSE SADECE İNSAN OLANLARIN DİKKATE ALDIĞI İNSANİ BİR DAVRANIŞTIR. Göstermeyenler merak etmesinler, R.D. Allah’tan başka hiçbir şeye muhtaç değildir, sizin vefanıza da…
YA RAB, EY İLAHİ!
Sen’den eminim, tüm hücrelerimle eminim. Hiç aramadım ve aramayacağım ama tüm hücrelerimle biliyorum ki Sen’den başka tutunacak bir dalım, Sen’den başka yardım dileneceğim kimse yok, olmaz, olamaz. Ne rahlesine oturup tedris edeceğim bir hocam, ne izlerine bakarak izinden yürüyeceğim bir yol gösterenim var. Ne “sadece Kur’an” diyerek yanlışımı gösteren ne de yanlış yaptığımda bana teselli veren kimsem var. Aha işte ben “mezarcı Hasan’ın oğlu” olarak Kur’an’ına yapıştım. Kur’an’da kendini anlatışın aklımı başımdan aldı (getirdi). Yanlışımı bulmak için can atanların aksine sen bana şefkat kanadını gerdin, hatamı kollayanların aksine sen sonsuz merhametinle “Hatanı iyi olanla değiştireceğim.” dedin. Bana öyle yakınsın ki ben bendeki benden çok sendeki benin kıymetine kapıldım. Şimdi bu yolda acemice yürüyorum. Bir adım atıp on kere düşüyorum. Elim yüzüm kan içinde kaldı, hatalarımdan kendim iğrendim ama sen yüzümü sildin, yaralarımı sardın, içimdeki kapkara umutsuzluğu umut güneşinle aydınlattın.
İlahi;
Cüretimi hoş gör, ben yanlış mı yapıyorum? Şimdi ben senin bana verdiğin umutlarla umutlanmayayım mı? “Cennet” derken gözlerim parlamasın mı? “Sana Allah yeter.” derken içim coşmasın mı?
Bağışla ey İlahi, bağışla beni. Sen ne yaparsan yap ben seni sevmekten asla vazgeçmeyeceğim. Eğer ölüp huzuruna geldiğimde tüm çabalarımı yüzüme çarpsan, beni cehennemin ortasına bile koysan asla sana gadretmem, o alevler içinde senin gibi bir ilahı, dostu, şefkatliyi, merhametliyi bu kadar kızdırdığım için yine kendime gadreder ve o alevler içinde bile seni sevmeye devam ederim.
İşte şimdi bu dünyada henüz ölmedim, “sadece Allah’ın kitabı” dedim, “sadece Allah” dedim. Acemice, eksik, hatalıdır sesim, biliyorum ama dedim. Ne kadar değeri var, sen bilirsin ve sen kıymet belirlersin. Ya Rab, ne değer verirsen ver zerre kadar zulmetmeyeceğine, şefkat ve merhametinle biri bin yapacağına peşinen iman ediyorum. Ölmeden, görmeden iman ediyorum.
Her durumda minnetimiz de rağbetimiz de fakrımız da sadece ve sadece sanadır.