Yemen'de tarihi bir şehir manzarası, Bakara Suresi'nin 30. ayeti üzerine yapılan tartışmalar için görsel bir temsil olabilir.

Bakara 30. Ayetinin Öncesiyle Bağlantısı ve Fâsık Kavramı

Bakara 30. Ayetin Bağlamı ve Bağlantısı

İşlediğimiz konu olan, Bakara 30. ayetin başındaki ‘VAV’ bağlamında, 30. ayetin kendisinden öncesi ile nasıl bir bağ kurduğunu tespit etmek önem kazanmaktadır. Ayetin kendisinden önce ilişkisinin olup olmadığına dair önümüzde 4 tane seçenek vardır:

  1. Ya KEMAL-İ İTTİSAL (Tam bir bağ olduğu açık.)
  2. Ya ŞİBH-İ KEMAL-İ İTTİSAL (Bir bağın olduğu belli belirsizdir.)
  3. Ya KEMAL-İ İNKİTA (Bir bağ olmadığı açık.)
  4. Ya da ŞİBH-İ KEMAL-İ İNKİTA (Arada bir bağ olmadığı belli belirsizdir.)

Beşinci ihtimal ise ‘VAV’ın “atıf ‘vav’ı” olmasıdır ki eğer o ‘vav’ “atıf ‘vav’ı” ise zaten bağ var demektir.

Buna göre eğer ayetin önceki ayetlerle bağı varsa bu bağ 26. ayet ile başlamak zorundadır yani eğer bir bağ varsa önce 26-29. ayetler arasındaki bağ daha sonra ise daha önceki ayetlerle bağı tespit edilecektir.

Kur’an’ı Kur’an ile Anlama Metodu

KURAL:

“Kur’an’ı Kur’an ile anlama”nın kurallarından bir tanesi de –ki bu bize göre kuraldan daha çok bir zorunluluktur, ayetlerin yani cümlelerin aralarını açıp ‘TEBAYÜN’ (ilişkisizlik) ilişkisine sokmamak yani ayetleri ‘İDİN’ (hicr 91-95) yapmamaktır.

Hep dediğimiz gibi ‘FASL’, ayetleri birbirinden koparıp her birini bağımsız ögeler haline getirmek değil, ayetler arasındaki zorunlu bağları tespit etmektir.

Nahiv ve belagat; birbiriyle ilişkisi olmayan, biri diğerinin zorunlu gereği olmayan söz söyleme SANAT-SIZ-LIĞI değildir.

Mesela, Bakara suresini karşımıza alıp onu birbirinden bağımsız 100 pasaj haline getirmek ne nahvin ne belagatin ne aklın ne de başka bir şeyin zorunluluğudur, bu bir zorunluluk değil TERCİHTİR.

Karşımızda birinci kelimesinden son kelimesine varana kadar “BAKARA suresi” diye isimlendirilen bir bölüm varsa ve bu bölüm “ÂL-İ İMRÂN” diye isimlendirilen bölümden ‘BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM’ diye FASL edilmişse bunu yani Bakara suresini kendi içinde birbirinden kopması mümkün olmayan bir söz olarak görmek ve metinde bu bağları yakalamaya çalışmak tercih değil ZORUNLULUKTUR.
Bu yüzden Bakara 30. ayetin başındaki ‘VAV’ı “ibtidaiyye vav’ı” olarak görüp 30. ayet ile öncesinin bağını koparmak en azından “Kur’an’ı Kur’an ile anlama” metoduna uymamaktadır çünkü bu metot, Kur’an’ı, hiçbir parçası diğerleri olmadan anlaşılamayacak olan, parçalanamaz bir bütün olarak kabul ederek işe başlar. “Kur’an’ın başı, ortası ve sonu yoktur.” cümlesi bunu ifade eden bir cümledir. İşte bu yüzden Bakara 30. ayet ile öncesi arasında nasıl bir ZORUNLU bağ olduğunu tespit etmek “Kur’an sadece Kur’an ile anlaşılır.” demenin bir zorunluluğudur.

Bakara 30. ayet ile öncesi arasında bağ kurmak için her şeyden önce “SEN” diye başlayan, sonra “SEN” dediğine “ONLAR”ı anlatan ve 30. ayet öncesinde de “SİZ”e geçen ve sonra 30. ayette sonra yine “SEN”e dönen zamirlerin değişkenliğinin nedeninin tespit edilmesi gerekmektedir.

Fâsık Kavramının Anlamı ve İçeriği

Bakara 30. ayete gelene kadar “SEN, ONLAR” arasında gidip gelen zamirler, 26. ayette UMUM ifade eden bir anlamla birleştirilmiş ve ‘EMMELLEZİNE EMENU’, ‘EMMELLEZİNE KEFERU’ diyerek söylemin İKİ TARAFI aynı cümleye konu olmuştur.

Bu durumda Bakara 30. ayetin öncesi ile bağı ilk önce bu ayetten başlanarak kurulacak daha sonra ise 1. ayete kadar gidilecek hatta ondan da önceki Fatiha suresine varılacaktır.

Bunu yapmak için ayetlere müracaat ettiğimizde ilk önce AYET BÖLÜNMELERİNİN karşımıza sorun olarak çıktığını göreceğiz.

Bakara 30. ayetten önce geçen “ONLAR” zamirinin nasıl tanıtıldığına baktığımızda, onlara yakıştırılan en belirgin sıfatların ‘FÂSIKLAR’ ve ‘MÜFSİTLER’ olduğunu görmekteyiz.

Mesela, Bakara 26. ayetin sonunda şöyle bir cümle geçmektedir: وَمَا يُضِلُّ بِه۪ٓ اِلَّا الْفَاسِق۪ينَۙ (vemâ yudillu bihi ille-lfâsikîn(e))

Bu cümle, meallerde “(Allah) onunla fâsıklardan başkasını saptırmaz.” şeklinde geçmektedir.

Cümleye böyle bir anlam vermenin (herhangi bir nahiv ve belagat bilmeden bile) anlamsız olduğu gayet açıktır. Cümleye verilen manayı doğru kabul edersek “Allah fâsıklardan başkasını saptırmaz.” cümlesinin sapmanın başka türünü gerçekleştiren kafirleri, mücrimleri, günahkarları, müfsidleri, münafıkları yani bilumum kötüleri dışarıda bıraktığı açıktır yani Allah, kafirleri değil, müfsidleri değil, münafıkları değil vb. sadece FÂSIKLARI onunla (yani o misalle) saptırır; oysa cümle zaten ‘EMMELLEZİNE KEFERU’ diye başlamıştı.

Bu anlama göre (hâşâ) Allah, “Allah bu misalle ne demek istedi?” diyen kafirleri değil, ‘FÂSIKLAR’ diye sıfat verdiği başkalarını hatta sadece onları (hâşâ) saptırmaktadır yani cümleye verilen anlamda ciddi bir çelişki vardır.

Öte yandan işin içine “Yüce Allah’ın yarattıklarını asla saptırmayacağını” dahil ettiğimizde mantıksızlık birdenbire İMANDA SAPMAYA dönmektedir. Bu sapma, ayetin ZORUNLU bağlarını görmemek, bağ kurarken merci tercihlerinde bulunmaktan kaynaklanmaktadır; oysa İSNAT tercihler üzerinden değil ZORUNLULUKLAR üzerinden kurulur.

Ayet fasılaları yani ayet bölünmelerinin yine zorunluluklar değil de tercihler üzerinden yapılması başka bir sapmanın kapısını aralamaktadır. 
Mesela, 26. ayetin sonu وَمَا يُضِلُّ بِه۪ٓ اِلَّا الْفَاسِق۪ينَۙ (vemâ yudillu bihi ille-lfâsikîn(e)) cümlesi ile bitmektedir. O halde soralım; “FÂSIKLAR ne yaptı da ‘fâsık’ olarak nitelendirildiler yani biz fâsıkları nasıl bileceğiz ki?”

Kafirler ve Fâsıklar Arasındaki İlişki

Cümleye dikkat edilirse kelime ‘EL-’ takılı yani marifedir. Cümledeki ‘FÂSIKLAR’ ifadesi UMUM ifade eden yani kapsam alanı çok geniş olan bir ifadedir. Genel anlam taşıyan kavramların tarif edilmemesi durumunda içleri TAMAMEN BOŞTUR.

“İnsanlar nankördür.” cümlesi gibi hiç kimseye hiçbir şey söylememektedir çünkü eğer “NANKÖR” kelimesinin içi doldurulmazsa bu boş bir sözdür ama cümle şöyle olursa durum farklılaşır: “ALLAH’A VEFA GÖSTERMEYEN İNSANLAR NANKÖRDÜR.” İşte bu durumda “nankör” kelimesi herkesin kendisine göre anlam yükleyeceği veya anlamın daraltılıp genişletileceği bir ifade olmaktan çıkıp net şeyler söyler.

Aynı yaklaşım biçimiyle 26. ayet sonundaki ‘EL-FASİKUN’ ifadesine yaklaştığımızda bu ayet bölünmeleri ile bu kelime de İÇİ BOŞ bir kelime olmaktadır.

Oysa hemen devamındaki ayette اَلَّذ۪ينَ (Elleżîne) ifadesi gelmektedir ve bu ifade 27. ayette söylenenlerin tamamını “FÂSIKLAR” ifadesine yüklemekte yani “FÂSIKLAR” kavramının içini doldurmakta ve ifadeyi her fâsık için değil, BELLİ fâsıklar için söylenen bir ifade haline getirmektedir. 

26. ayetin sonundaki وَمَا يُضِلُّ بِه۪ٓ اِلَّا الْفَاسِق۪ينَۙ (vemâ yudillu bihi ille-lfâsikîn(e)) cümlesine “FÂSIKLAR DERKEN NE KASTEDİLİYOR?” sorusunu sorarsak alacağımız cevap 27. ayet olacaktır:

2:27

(Elleżîne yenkudûne ‘ahda(A)llâhi min ba’di mîśâkihi veyakta’ûne mâ emera(A)llâhu bihi en yûsale veyufsidûne fi-l-ard(i) ulâ-ike humu-lḣâsirûn(e))

İşte, 26. ayetteki “fâsıklar” kelimesinin karşılığı bu cümledir yani ‘emmellezine keferu’ diyerek söz konusu edilen kafirliklerinin arka planında fâsıklık, fâsıklıklarının arka planında ise 27. ayetin başında geçen cümle vardır.

Peki, “Kafirler kimdir ve neden ‘kafirler’ diye tanımlandılar?” diye bir soru sormaya hiç gerek yoktur çünkü bunların 6. ayette söz konusu edilen “KAFİRLER” olduğu açıktır.

Buna göre ayet bölünmelerinin şöyle olması bir zorunluluk gibi durmaktadır:

(Bakara 2/26)

اِنَّ اللّٰهَ لَا يَسْتَحْي۪ٓ اَنْ يَضْرِبَ مَثَلًا مَا بَعُوضَةً فَمَا فَوْقَهَاۜ فَاَمَّا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا فَيَعْلَمُونَ اَنَّهُ الْحَقُّ مِنْ رَبِّهِمْۚ

(İnna(A)llâhe lâ yestahyî en yadribe meśelen mâ be’ûdaten femâ fevkahâ feemme-lleżîne âmenû feya’lemûne ennehu-lhakku min rabbihim)

(Bakara 2/27)

وَاَمَّا الَّذ۪ينَ كَفَرُوا فَيَقُولُونَ مَاذَٓا اَرَادَ اللّٰهُ بِهٰذَا مَثَلًاۢ يُضِلُّ بِه۪ كَث۪يرًا وَيَهْد۪ي بِه۪ كَث۪يرًاۜ وَمَا يُضِلُّ بِه۪ٓ اِلَّا الْفَاسِق۪ينَۙ اَلَّذ۪ينَ يَنْقُضُونَ عَهْدَ اللّٰهِ مِنْ بَعْدِ م۪يثَاقِه۪ۖ وَيَقْطَعُونَ مَٓا اَمَرَ اللّٰهُ بِه۪ٓ اَنْ يُوصَلَ وَيُفْسِدُونَ فِي الْاَرْضِۜ اُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْخَاسِرُونَ

(Veemme-lleżîne keferû feyekûlûne mâżâ erâda(A)llâhu bihâżâ meśelen yudillu bihi keśîran veyehdî bihi keśîra(n)(c) vemâ yudillu bihi ille-lfâsikîn(e) elleżîne yenkudûne ‘ahda(A)llâhi min ba’di mîśâkihi veyakta’ûne mâ emera(A)llâhu bihi en yûsale veyufsidûne fi-l-ard(i) ulâ-ike humu-lḣâsirûn(e))

27. ayete dikkat edilirse bu fâsıkların ‘YUFSİDU’ yaptıkları da görülmektedir. ‘Fâsık’ kelimesi “bağlı olmak zorunda olduğu şeyde bir boşluk bulup tüm gücüyle oradan dışarı fırlamak” anlamına gelen bir ifadedir. Bu yüzden meydanlarda bir delikte su fışkırtan şeylere “FISKİYE” denmektedir.

‘Fâsık’ın bağlı bulunmak zorunda olduğu şeyde tüm gücüyle dışarı fırlaması için önce bağlı bulunduğu şeyde DELİK açması gerekmektedir. Eğer bağlı olmak zorunda olduğu şey zaten delik deşikse buna gerek yoktur ve zaten böyle bir şeye bağlı olmak zorunlu değildir.

(Buradan sonrasında söylenmesi gereken birçok şeyi atlayarak “SİZ” zamirine geliyorum.)

Bu “siz” zamirini kötü kişiler olarak anlamamızı sağlayan cümle şu cümledir:

2:28

Keyfe tekfurûne bi(A)llâhi vekuntum emvâten feahyâkum śumme yumîtukum śumme yuhyîkum śumme ileyhi turce’ûn(e)

2:29

Huve-lleżî ḣaleka lekum mâ fi-l-ardi cemî’an śümme-stevâ ile-ssemâ-i fesevvâhunne seb’a semâvât(in) vehuve bikulli şey-in ‘alîm(un)

Bu cümlelerdeki söylemin “kötü kişiler” için olduğu 28. ayetin başında geçen كَيْفَ تَكْفُرُونَ بِاللّٰهِ (Keyfe tekfurûne bi(A)llâhi) cümlesinden dolayıdır.

Bu cümleye verilen anlama göre, cümle bir soru cümlesi değil bir KINAMA cümlesidir yani “ALLAH’I NASIL GÖRMEZDEN GELİRSİNİZ, BE HEY DENSİZLER, BE HEY KAFİRLER, NASIL BÖYLE BİR ŞEY YAPTINIZ, NASIL ALLAH’I GÖRMEZDEN GELDİNİZ!” gibi.

Bu ayetteki ‘KUM’ zamirlerinin soru üslubunu kınama üslubuna çevirerek kötü kişileri ifade ettiğini söylemek KESİNLİKLE ZORUNLU değildir hatta ayetteki ifadelere baktığımızda bu söylemin muhatabının “kafirler” değil, “müminler” olduğu şeklinde anlamak ZORUNLUDUR.

Mesela şu meale bakalım:

Mehmet Okuyan Meali – Siz ölü (cansız)ken size hayat veren Allah’ı nasıl oluyor da inkâr ediyorsunuz! Sonra sizi öldürecek, sonra sizi (tekrar) diriltecek ve sonunda yalnızca O’na döndürüleceksiniz.

Ayetlerin Zorunlu Bağlantıları ve Anlamı

ZATEN Yaşamı Allah’ın başlattığına, ölümden sonra bir hayatın olduğuna, o hayatta hesap verileceğine inanmayan kafirlere bunlar üzerinden bir kınama getirmek çelişkidir. Eğer bu bir kınamaysa kınamanın anlamlı olması ancak ve ancak Allah’a sıfat olarak dönen şeylere İNANAN kişiler için olmasına bağlıdır.

Eğer kişiler önce ölü olduklarına, Allah’ın sonra bunlara hayat verdiğine, sonra tekrar öldürüp tekrar hayat vereceğine ve en sonunda da O’na döndürüleceklerine inanmıyorlarsa kınamanın, “SİZ ÖLÜYKEN ALLAH’IN SİZE HAYAT VERDİĞİNE, SONRA SİZİ ÖLDÜRÜP TEKRAR DİRİLTECEĞİNE VE EN SONUNDA DA O’NA DÖNDÜRÜLECEĞİNİZE NASIL İNANMAZSINIZ!” şeklinde olması gerekirdi; oysa burada muhataplar Allah’ın tüm bunları yaptığına inananlardır. 

İşte bu durumda, ayetin başında geçen كَيْفَ تَكْفُرُونَ بِاللّٰ (Keyfe tekfurûne bi(A)llâhi) ifadesi bir kınama değil, “NASIL YAPABİLİRSİNİZ Kİ?” şeklinde “Siz bunu yapmazsınız.” anlamına gelen bir hatırlatma cümlesi olmaktadır yani “Siz, Allah’ın sizi ölüyken dirilttiğine, sonra tekrar öldürüp tekrar dirilteceğine ve en sonunda O’na döndürüleceğinize inanıyorsunuz, o halde nasıl olacak da siz Allah’ı görmezden geleceksiniz?”

Ayeti daha öncesiyle anladığımızda “SİZ, FÂSIKLARIN YAPTIĞINI YAPAMAZSINIZ!” gibi bir anlama gelmektedir.

Kavramlar:
İlgili Sureler : Bakara

İlgili içerikler