Doğru Gerekçe ile Bilgi ve İnancın Temeli

Bilgi ve İnanç: Felsefi Tanımlar

Modern analitik felsefe ‘bilgi’ için şu tanımı temel alır: BİLGİ; GEREKÇELENDİRİLMİŞ DOĞRU İNANÇTIR.

Fakat bu tanımın bir de yansıyan bir tarafı vardır. Buna mukabil “İnanç nedir?” diye sorulmalıdır. Bu tanıma göre inancın tanımı ise şöyle olacaktır: İNANÇ; BİLGİLENDİRİLEBİLEN (açıklanabilen) DOĞRU GEREKÇEDİR.

Tanımdaki “bilgilendirilebilen” ifadesi “bilgi haline getirilebilen, bilgi olabilen” anlamındadır. Gerekçe ise bir şeydeki “iltizam” şartıdır.

Mesela, ıssız bir çölde yürürken bir ‘berceste’ (kuyulardan su çekmeye yarayan makara sistemi) gördüğünüzde ilk akla gelen şey bu bercestenin buraya yapılma gerekçesidir. Üstelik zihinde bu o kadar hızlı bir şekilde olur ki insan fark edemez bile. İşte, akla gelen bu gerekçe bilgi ile inanca dönüşür.

Burada hemen şu soru akla gelebilir. Issız bir çölde berceste gören biri ilk önce gerekçeye dair değil, özneye dair “Kim yaptı?” sorusunu sorar. Bu, gerekçe ile sebep-sonuç ilişkisini ayırt edemeyen birinin sorusudur çünkü “Kim yaptı?” sorusu da gerekçeye dair bir sorudur. “Bu berceste neden yapıldı?” sorusu ise ‘sebep-sonuç’ ilişkisine dair bir sorudur.

‘Gerekçeyi bilgilendirmek’ ile ‘bilgiyi gerekçelendirmek’ aynı şey değildir. ‘Gerekçeyi bilgilendirmek’, görünen şeye karşı “kim, neden, niçin, nasıl, ne zaman, nerede?” sorularını sorduran bir şeydir ve gerekçeyi bilgilendirmek bu soruların cevaplarının hepsidir.

Issız çölde göze ilişen ‘berceste’ gerekçenin kendisidir. İnsana “kim, neden, niçin, nasıl, ne zaman, nerede?” sorularını o sordurur.

Doğru Gerekçenin Özellikleri

Tanımdaki GEREKÇE şu anlama gelir: İnsan zihninde bilgilendirmeyi zorunlu hâle getiren bir hareketin oluşmasına neden olan şey.

Issız çölde görülen bir ‘berceste’, zihinde bilgi isteyen bir hareket hatta hareketler serisi oluşturur.

İşte o hareketlerin oluşmasını sağlayan şey gerekçedir ve bu soruları sorduran gerekçe doğru gerekçedir.

Mesela ıssız çöldeki o bercesteyi ilk defa görenin şu sorusu “doğru olmayan gerekçe”dir: “Bu bercestenin ipi neden böyle?” ya da “Bunu yapan neden bu taşları kullandı?” ya da “Neden bunu yüksek yaptı?”

İşte, bunlar ve bunlara benzeyen soruları sorduran gerekçe asla doğru gerekçe değildir. Bu şekildeki soruları sorduran gerekçenin sahibi asla doğru bir inanç sahibi değildir. 

Tanıma dikkat edilirse ‘bilgi’ kelimesini yalın olarak yani sıfatsız olarak kullandık oysa ilk bakışta ifadenin “doğru bilgilendirilmiş” şeklinde olması sanki daha doğru olurmuş gibi bir his uyandırmaktadır fakat ‘bilgi’ zaten zihindeki, dildeki ve hariçteki şeyin birbiriyle mutabık olma hâlidir yani zaten ‘yanlış bilgi’ diye bir şey yoktur.

Filozoflardan bazıları ‘bilmek’ kelimesine “Eşyayı olduğu hâl üzere zihinde canlandırmaktır.” tanımını getirmişlerdir yani zihindekinin veya dildekinin hariçte olana uymaması durumunda veya hariçte olanın zihinde ve dilde olana uymaması durumunda zihinde oluşan o şeye zaten ‘bilgi’ denmemektedir. Bu yüzden tanımdaki “bilgilendirilebilen” ifadesinin önüne ‘doğru’ kelimesini koymak fazladan olurdu.

Buna göre ‘doğru’ olması gereken şey ‘bilgi’ değil, ‘gerekçe’dir yani doğru gerekçenin sordurduğu sorular inanca dönüşür; diğerleri ise “inanç” zannedilen yanılgıya dönüşür.

Fakat şu da var ki her doğru gerekçe “kim, neden, niçin, nasıl, ne zaman, nerede?” şeklindeki soruları her zaman aynı sıralama ile sordurmaz. Bazı gerekçeler ilk “kim?” sorusunu, bazıları “neden?”, bazıları ise diğerlerinden birini sordurur. Bu, insanın duyularla veya aklıyla ilk olarak algıladığı şeyle ve insanın kendi durumuyla alâkalı bir durumdur.

Doğru İnancın Temeli: Doğru Sorular

Doğru gerekçeler bazen ilk olarak “nasıl?” sorusunu, bazen de “kim?” sorusunu sordurur ama işe hangi soru ile başlanırsa başlansın eninde sonunda bu soruların hepsi sorulur çünkü bu soruların birbiriyle alâkası İLTİZAMİ’dir.

Mesela, işe “kim?” sorusu ile başlayan birinin diğer soruları sormaması mümkün değildir. 

İşte eğer sorulan bu sorular insanı cevaplara götürüyorsa yani sonuçta bir bilgi hasıl oluyorsa GEREKÇE bilgilendirilmiş olmaktadır. Bu şekilde bilgilendirmeye imkân veren gerekçe “İNANÇ” olmuş demektir.

Bilgilendirmeye imkân vermeyen inanç (gerekçe) yok mudur? Elbette vardır ama ona “inanç” denemez; onlara “tutku, hırs, asabiyet, şartlanmışlık” veya başka şey denebilir ama asla inanç denemez. Daha sade söyleyecek olursak bilgilendirme imkânı vermeyen şeylere “gerekçe” (inanç) olmaz.

Gözlemlediğimiz varlık alemi “bilgilendirmeye” ihtiyaç duyuran bir gerekçe (inanç) oluşturur.

Duyularımıza gelen varlık aleminden bize ilk olarak bilgi gelmez. İlk olarak biz de varlığın var olduğuna dair bir inanç (gerekçe) oluşur. İşte bu gerekçe bizim “kim?” sorusunu sormamıza neden olur.

Az önceki ‘berceste’ örneğindeki olumsuz tutumu varlık alemine uygulayalım. İlk defa bir aslan gören kişinin, onun varlığına dair tüm soruları atlayarak, “Yelesindeki tüylerin dibi neden siyah da üstü sarı?” gibi bir soru sorarsa bu ondaki gerekçelerin doğru olmadığı anlamına gelir. Doğru olmayan bu gerekçe, bilgilendirilse bile bundan doğru inanç çıkmaz çünkü ona soru sorduran gerekçe doğru değildir.

Bu durumda “Doğru gerekçe (inanç), doğru soruları sorduran gerekçedir (inançtır).” dersek yanlış yapmış olmayız.

Şunun arasını ayıralım. Doğru inanç, doğru soruların doğru cevapları değildir. Doğru inanç, doğru soruları sorduran şeydir. Verilen cevaplar işte bu inancın bilgilendirilmesidir yani eğer (cevaplar değil) sorular ile soruları sorduran gerekçe birbiriyle bir iltizam ilişkisi kurabiliyorsa işte o inançtır. Cevaplar inancın bilgilendirilmesidir.

Mesela, varlık âlemini gözlemleyip “Bunu kim yaptı?” diye bir soru soruluyorsa bu, inançtan kaynaklanan bir sorudur çünkü inancı, onu, bu şeyleri birinin yapması gerektiğinde karar kıldırdığı için bu soruyu sormaktadır yani birinin yaptığı kesindir. Böyle soru soran birine “Kimse yapmadı, kendiliğinden oluştu.” şeklinde bir cevap verilmesi durumunda eğer bu kişi sorduğu soruyu farkına vararak sormuşsa bu cevabı verene asla itibar etmeyecektir çünkü o bunları birinin yaptığına inanmıştır.

Bunları birinin yaptığında karar kılmak “inanmak”tır. Bundan sonrası bu inancını bilgilendirmeyle alâkalıdır.

“Bunu ‘YEHWA, RA, ENLİL, İŞTAR, BABA, ALKAMAK’ yaptı.” şeklinde cevaplamak ise (anlatması uzun) bilgi değeri taşımadığı için bu, inancı bilgilendirmek olmamaktadır çünkü az önce ‘bilgi’ denilen şeyin “zihindeki ve dildeki ile hariçtekinin mutlak uyumu” olduğunu söylemiştik; bunlar ise uyumsuzdur.

Bu tür malumatlar kişideki inancı yani “varlığı birinin yaptığı” inancını yok etmez ama bu inanç bilgilendirilmediği için insanın hiçbir işine yaramaz hatta gerçek hayatta sürekli çelişik bir akıl kullanmasına neden olur nitekim dünya bunun milyarlarca pratik örneği ile doludur.

İşte bu yüzden gerekçenin doğruluğu kadar “bilgilendirme” denen şeyin de doğru temellere oturtulması gerekir.

Yanlışa, gerçekle uyumsuz olana ‘BİLGİ’ denmez. Bu bilinmez ise yalanın çok uzun olması, girift veya karmaşık olması, sunumunun güzel olması ‘bilgi’ zannedilebilir nitekim insan türünün biriktirdiği müktesebatların tamamı böyledir.

Bilgi ve Felsefenin Sınırları

Mesela, hiçbir ekol ve yöntem farkı gözetmeden şöyle bir soru soralım: “FELSEFİ BİLGİLER BİLGİ DEĞERİ TAŞIR MI?”

EL-CEVAP: Asla taşımaz.

Soru: “Bir şeyin tamamen yanlış olması akla yatkın değildir. Felsefi bilginin içinde bilgi değeri olan şeyler olabileceği gibi taşımayan şeyler de olabilir. Siz ‘Felsefi bilgiler asla bilgi değeri taşımaz.’ derken tüm bilgileri aynı kategoride görüp toptan bir indirgemecilik yapmıyor musunuz?”

EL-CEVAP: İster bilgi olarak soyut ister hareket olarak somut olsun, bir şeyin ‘doğru’ değerini kazanması o şeyin hangi zeminde ve neden konuşlandırıldığına bağlıdır. İnsanları uzun ve yorucu hareketlere mecbur bırakmak her aklı olana göre ‘yanlış’tır fakat aynı hareketlerin vatanı koruyacak askeri eğitmek için yapılması onu hem doğru hem de gerekli hâle getirmektedir. Hiçbir bilgi zeminsiz ve başka bilgilerden bağımsız olarak var olmaz. Her bilgi uzun bir örüntü ile meydana gelir. İşte o bilgiyi doğru yapan şey, arkasındaki o örüntülerdir. Felsefe, her bilgiyi insan aklını mutlak hakem olarak gördüğü bir zeminde konuşlandırır. Bu zemin durduğu müddetçe o zemin üzerindeki bilgiler asla doğruluk değerini kazanamazlar.

Bu tıpkı yalan söylemek amacıyla kullanılan doğru bilgilere benzer. Yalan söyleyen kişi yalanına yüzlerce doğru bilgiyi kullanarak ulaşır. Bu durumda genel kapsamı ve zemini ‘yalan’ olan doğru bilgiler o zeminden bağımsız olarak değerlendirilebilir mi?

Mesela Aristo, varlığın mutlak var edici bir nedeni olmasını söylemiştir fakat bu söylem eninde sonunda sadece ‘KAVRAM’ değerini yüklediği ilk nedeni açıklamak içindir yani kendi felsefesine hizmet etsin diye bu doğruyu kullanmıştır. Üstelik onun kullandığı bu bilgi sadece onun felsefesinde ve sadece onun belirlediği yerde çalışan bir bilgidir. O bilginin o zeminden koparılması durumunda o bilgi hiçbir işe yaramamaktadır.

Sorulan soruya verilecek bir başka cevap ise şöyledir: Bizim en başından beri söylediğimiz şey TÜMEL şeylerdir. Bilgiyi tikellerine ayırıp tikeller üzerinden söylenen şeye karşı soru sormak YÖNTEMSEL açıdan doğru değildir.

Mesela, konunun alfabe oluşumu olduğu bir meselede “a, b, c, d, e, f, …..z” gibi işaretlerin doğruluğu konuşulurken “İyi ama bu harflerle anlamlı sesler de çıkarılır anlamsız sesler de, sizin böyle bir alfabe oluşumuna karşı çıkmanız toptan indirgemecilik değil midir?” şeklinde soru sormak sapla samanı karıştırmak anlamına gelecektir.

Alfabenin oluşumu yanlış ise bu yanlış, alfabe ile bir dil oluşturulsa hatta oluşturulan bu dilin doğruları yanlışlarından fazla bile olsa bu şekilde oluşturulan doğrular da yanlışlar da yanlıştır çünkü oluşumun kendisi yanlıştır.

İşte bu yüzden felsefi bilgilerin tamamı (en küçük parçasına kadar) bilgi değeri taşımazlar.

Böyle bir alfabe, böyle bir alfabe ile oluşturulan dil yanlıştır.

Felsefenin ilahi bir rehber olmadan tek başına aklı zemin alarak oluşturduğu dil, bu dil ile oluşturduğu anlamlar yanlıştır, bilgi değeri taşımaz.

Bilgiye salt manada aklı zemin almak da bir dil oluşturmaktır, bilgiye ilahi rehberliği zemin almak da bir dil oluşturmaktır. Her iki dilin yanlışlığı veya doğruluğu tikel örnekler üzerinden değil, tümel üzerinden anlaşılması gereken bir şeydir yani bu ayrım tikellerin benzerliği temelinde değil, TÜMELLERİN BENZEMEZLİĞİ temelindedir.

Tikelde “orangutan” ile “insan” arasında da onlarca benzerlik vardır fakat her iki varlık türünün birbirinden farklılığı tikellerin benzerliği ile değil, tümel olarak iki farklı varlık türü olmaları ile alâkalıdır yani bizim yaptığımız toptan bir indirgeme değil, YÖNTEMSEL bir karşı çıkıştır.

Aristo’nun söylemleri üzerinden yüzlerce yıl geçmiştir. O gün bu gündür dünyanın çeşitli yerlerinde onun yolundan giden binlerce insan olmuştur. Bu insanlar “felsefe” adı altında durmadan bilgi üretmişlerdir. Acaba insan türü içinde inanç, dil, din, renk bölge, zaman farkı gözetmeden TANRISINA tıpkı felsefeciler gibi kavramsal bir anlam yükleyen tek bir insan ferdi var mıdır?

Kavramsal değerden öteye gidemeyen ‘Tanrı’ veya ‘Tanrılar’ YOK HÜKMÜNDEDİR çünkü. Acaba bizzat Aristo’nun kendisi “hareketsiz” dediği ilk nedene YOK muamelesi yapmış mıdır?

İnsanın, karşısında tamamen edilgen olduğu bir Tanrı’ya inanan çok çıkar ama “edilgen bir Tanrı’ya” inanan tek bir kişi bile olmaz, olamaz. Israrla insanın zihin dünyasına “edilgen bir Tanrı” fikrini yerleştirmeye çalışan felsefecilerin kendisi bile buna inanmaz, inanamaz.

Bilginin akış yönünü tepetaklak çeviren Kant bile bunu becerememiştir çünkü “tamamen edilgen bir Tanrı” fikrini ortaya atmış olmasına rağmen felsefesinde Tanrı’dan kaynaklı ahlaka yer açmak için (kendi deyimiyle) bilgiye ihanet etmiştir oysa onun bilgi kuramına göre ‘TANRI’ kelimesini ağzına bile almamalıydı yani kendi ürettiği “edilgen Tanrı”sına kendisi bile inanamamıştır.

Bunlar ve anlatması epey uzun olan başka nedenlerden dolayı “felsefi bilgi asla bilgi değeri taşımaz” çünkü ‘bilgi’, hariçte olan ile zihin ve dilde olanın tam mutabık olmasıdır. Felsefeciler ise ‘bilgi’ değil, ‘HARS’ üretirler yani “tahmin”, test etmesi imkânsız tahminler. Bu açıdan onların yaptığı ‘RECM’dir ve bu yüzden ‘EUZU BİLLAHİ MİNEŞŞEYTANİR RACİM’ ifadesinin kapsamına “felsefe” de girer.

Resuller gibi büyük zatlar ihlaslarını ayartacak ortamlarda bulunsalar, ihlaslarını ayartacak binlerce şeyle karşı karşıya kalsalar bile ihlaslarını bozmayan çok güçlü zatlardır.

İncecik bir buz parçası gibi her an kırılmaya maruz kalan bizim gibi insanların narin ihlaslarını koruması bazen uzaklaşmak veya kaçıp gitmekle olur.

Resuller, insanların tamamı her zaman onlara iltifat etse, dünya karşısında emre hazır dursa, dağlar peşine takılıp yürüse, asası denizi yarsa bile ihlaslarını kaybetmeyen çok büyük zatlardır. Gördükleri hiçbir şey onları ihlaslarından ayartmaya güç yetiremez. Bizim gibiler ise bırakın elindeki asasının denizi yarmasını, elindeki kalemi üç-beş anlamlı cümle kursa hemen ihlaslarını kaybederler.

Hem öyle bir kaybederler ki kaybettiklerini bile bilmezler.

İlgili içerikler